Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Mart 29, 2024

Yerinden Sökülen Târihimiz

1996 senesinin ağustos ayında şehit Enver Paşa’nın muazzez na’şı Tacikistan’daki istirahatgâhından alınarak İstanbul’a getirilmiş ve Çağlayan’daki Hürriyet-i Ebediye Tepesi’ne defnolunmuştu. Şahâdetinin 74. yıldönümüne müsâdif olan günlerde gerçekleşen bu hâdiseye tek anlamlı tepki, merhûm Cemal Kutay Beyefendi’den gelmiş, kendisi “Târihimiz yerinden sökülüyor.” feryâdını koparmıştı. Enver Paşa’ya iâde-i i‘tibâr yapılırcasına gerçekleşen hâdisenin heyecân ve şâşaası sebebiyle bu yerinde itirâz, o günlerde basın ve kamuoyu nezdinde ne yazık ki layık olduğu karşılığı bulamadı. Şuûr ve vicdânlarda deprem etkisi yapması gerekirken cılız bir eleştiriden öteye geçemedi ve hak ettiği müzâkere zeminini bulamadan da nisyân defterine kaydı düşüldü.

        Siyâsîlerimizin geçmişimizle barışmaya ve târihimizin kara deliklerini örtmeye dönük çabaları niyet açısından takdîre şâyân da olsa bu uğurda bugüne kadar sergilenen gayretler, maalesef seremoni düzeyini aşamamıştır. Ve nümâyiş seviyesinin üzerine çıkamayan bu çabaların da yeni yetişen nesillere millî kültür ve târih şuûru aşılamak yolunda faydadan çok zararı olmuştur. Cumhûriyyet döneminde geçmişle barışmak ve ona sahip çıkmak adına yapılan hatâların en büyüklerinden biri de naaşları Türkiye Cumhûriyyeti’nin sınırları dışında olan târihi şahsiyyetlerin mezârlarını Türkiye’ye getirmek adına sergilenen beyhûde gayretlerdir. Bu gayret ve teşebbüslerin bazıları hedefine ulaşmış, bazılarıysa hâlâ taşeronunu beklemektedir. 

        İlk olarak 1943 yılında Bakanlar Kurulu’nun kararı ile 15 Mart 1921’de Berlin’de Ermeni komitacılar tarafından katledilen Talat Paşa’nın na’şı İstanbul’a getirilmiş ve şahâdetinden tam 22 yıl sonra Âbide-i Hürriyyet Şehitliği’ne gömülmüştür. Hâlbuki Talat Paşa’nın hâtırası ilk medfeni olan Berlin’deki Türk Mezârlığı’nda kalsaydı bu durum hem Türk târihinin zenginliğine katkı yapar hem de Ermeni iddiâlarına cevap vermek açısından dünya önünde târihi bir delîl sunma ve karşı propaganda yapma fırsatı verirdi bize. Paşa hayâtta iken yapmış olduğu hizmetlerden çok daha büyüğüne vefâtından sonra imzâ atmış olurdu. Ama ne yazık ki artık bu imkândan mahrûmuz. Paşa’nın Berlin’in Şarlotenburg Caddesi’nde öldürüldüğü târihen sabittir fakat artık medfeni adının şehitler kervanına eklendiği ülkede değildir. Yani şahâdetinin nişânı silinmiştir. Bu târih katliâmının müsebbibi de gafletimizle yetersiz tefekkürümüzden başkası değildir. Nazi geçmişinden mirâs kalan Yahudi sâbıkasından dolayı resmi olarak Dünya’da soykırım yapmış tek devlet olmak ayıbından kurtulmak isteyen ve bunun için de Ermeni tezine destek veren Almanya’yı susturmak adına ne okkalı bir cevap olurdu kucaklarında taşıdıkları o mezâr. Târihe yaptığımız ihânet, bugün intikamını misliyle almaktadır bizden.

        Aradan sekiz yıl geçtikten sonra ise 1951’de Mithat Paşa’nın cenâzesi Taif’ten getirilerek devlet erkânının da katıldığı bir törenle Âbide-i Hürriyyet Tepesi’ne defnedildi. Ölümünden 67 yıl sonra gerçekleşen nakille beraber Talat Paşa’nın ardından ikinci bir yanlışa daha imzâ atılmış oldu. Siyâsî târihin ve iktidâr mücâdelesinin Arap coğrafyasına vurmuş olduğu ibret mührü, gaflet elinin devreye girmesiyle yerinden söküldü.       

        Bir milletin dünya üzerinde bıraktığı izler ne kadar geniş bir coğrafyaya yayılmışsa bu, o milletin târihinin zenginlik ve ihtişâmını gösterir. Kimisi şânlı bir gurur tablosu, kimisi ise hazîn bir ibret levhası olan o izleri korumak, târih şuûrunun bir gereğidir. Eğitim sistemimiz Türklüğün târihi mefkûresini kuşatacak bir derinliğe sahip olmadığından zihinlerimiz, Cumhûriyyet döneminde Edirne ile Hakkâri arasına sıkıştı. Hattâ bazı siyâsîlerimiz Hatay’ın anavatana katılmasıyla birlikte vatan coğrafyamızın tamamlandığını* bile söylediler. Ezberlere körü körüne sadâkatten başka bir şey olmayan bu tutum, meselelerine Türklüğün târihi penceresinden bakmayan bir şartlanmanın eseriydi. Bir savaş sonrası ideolojisi olan Kemalizm’in kurmuş olduğu örtülü siyâset stratejisi ve müdâfaa şemsiyesinin yansıması olan  “Yurtta sulh, cihânda sulh.” refleksini anlamamanın sonucuydu. Nizâm-ı Âlem, İlâ-yı Kelimetullah ülküsünün mağlûbiyyet hukukunun zoruyla nasıl “Yurtta sulh, cihânda sulh.” parolasına dönüştüğünü kavramaktan âciz zihinlerin romantik vatan tasavvuruydu.

        Uzun süren savaş yıllarında Kafkas dağlarından Yemen çöllerine uzanan bir coğrafyada güneşlerden azîz evlâtlarını bir hilâl uğruna kara toprağın bağrına sırlayan bir toplumun, kendisini koruma refleksiydi bu. Millî varlığı muhâfaza ve zaman kazanma adına uygulanan, vadesi dolduğunda ise kullanımdan kalkacak olan bir geçiş devri siyâsetinin rumuzuydu o.

        Bu inceliği kavrayamadık ve Cumhûriyyet döneminde meselelerimize Edirne ile Hakkâri arasından bakan bir idrâk zafiyetinin zebûnu olduk.  Bu anlayışın gözünde Üsküp, Bosna, Kalkandelen, Ohri, Bağdat, Şam, Halep, Kudüs, Batum ve daha nice imparatorluk beldemizle Hicâz vatan mefhûmuna dâhil değildi. Hattâ bu zihniyet siyâsî coğrafyamızın dışında kalan bir kültürel coğrafyamızın varlığını bile kabûl edecek bir esnekliğe sahip bulunmuyordu. İşte mezâr transferleri içine sıkışmaya mecbûr olduğumuz ve vatanı kendisinden ibâret zannettiğimiz bu coğrafyanın ötesindeki diyârları göremeyen bir zihniyetin ürünüdür. Meselelerine imparatorluk penceresinden bakmayı zihin konforuna aykırı sayan, rahatının ve ezberlerinin bozulmasından korktuğu için ulus-devlet mantığı ile yola devam etmeyi güvenli bulan bir ucuzluğun ifâdesidir.

        Doksanlı yıllarda kısa süren kültür bakanlığı döneminde saygı duyduğum bir siyâset adamının** Nazım Hikmet’in mezârını, bir şiirinde geçen vasiyetini de öne sürerek, Türkiye’ye getirmek sevdâsına düşmesi, bu uğurda kamuoyu oluşturma gayreti içine girmesi, tıpkı daha öncekiler gibi milletin hakiki menfaatine hizmet eder nitelikte bir girişim olmamıştır. Şükür ki bu çabalar, o dönemde söz ve demeçten ibâret kalarak eyleme dönüşmemiştir. Sade bir vatandaşın bu konudaki vasiyeti dikkate alınmalı ve gereği de yapılmalıdır. Ama târihe geçmiş isimlerin ölümlerinden sonra bile vasiyetlerinden ziyâde kolektif bilince yapacakları katkı daha önemlidir. Şâirliği ve yaşadığı fırtınalı hayâtla cemiyyet bünyesinde iz bırakmış Nazım Hikmet kırâtında bir adamın hâtırasının, bir zamanlar fikir özgürlüğüne vurulan kelepçenin taşa kazınmış timsâli olarak Moskova’da kalması, toplumsal şuûra yapacak olduğu katkının devamı açısından vatana getirilmesinden evlâdır. Moskova’dan geçerken şâirin mezârını ziyâret eden bir vatan evlâdı, bir zamanlar yaşadığı ülkede düşünce suçundan dolayı hayâtları karartılan insanların hâlini görecek, zindân felâketinden kaçarken daha büyük bir esâretin kucağına düşüp gurbet cehennemine mahkûm olan aydınların dramına târihin penceresinden şâhitlik edecektir. Zaman içerisinde kavuşulan fikir ve vicdân hürriyyetinin kıymetini de daha iyi bilecektir. 

        Trablus’a giden bir Türk evlâdı orada Turgut Reis’in mezârını ziyâret ettiği an târihinin büyüklüğünü bir kez daha anlayacak, ilâhi cilve icâbı bugün Meriç ile Ağrı arasında bir kadere mahkûm olsa da 25 asır boyunca kıtalara, okyanuslara sığamamış bir milletin evlâdı olduğunu daha iyi idrâk edecektir. Eğer daha önce duymuşsa İbni Haldun’un “Su nasıl suya benzerse bir milletin geleceği de geçmişine öyle benzer.” sözünü hâtırlayacak, böylelikle ihtişâmlı bir mâzîye sahip olan milletinin en az onun kadar şânlı bir istikbâle de nâmzed bulunduğunu fark edecektir.

        Ürdün’deki Kabartay Mezârlığı’nda Çerkez Ethem’in mezârını ya da Şam’da Sultân Selim Câmii’nin bahçesinde büyük ceddinin adını taşıyan mabedin gölgesine sığınmış Sultân Vahdettin’in menfâ yurdunu gören gözler ise iktidâr oyununun bazen insanı öz vatanından koparıp parya zilleti yaşatacak kadar hazîn tecellîlere gebe olduğunu müşâhede edecek, bu acıklı tabloyu seyrederken târihin her zaman objektif olamadığını, kaybedenlerin târihini de çoğu zaman kazananların yazdığını ibretle görecektir.

        Dünya’nın dört bir köşesindeki bu mezârlar, târih tefekkürümüzün zenginleşmesine hizmet edecek, üzerinde adımlayan idrâk sahiplerine Türk târihinin bir devlet ya da vatan târihi değil, cihân târihinde ikinci bir emsâli bulunmayan bir millet târihi olduğu hakikatini kavratacak, bugün üzerinde Türk yaşayan her coğrafyanın da bir gün taşıdığı potansiyelle Türk vatanı olmaya nâmzed bulunduğunu hissettirecektir.

        1947 senesinde Hindistan’ın İngiliz boyunduruğundan kurtularak bağımsızlığını kazanmasından kısa bir süre sonra, parlamento kürsüsünde ateşli bir konuşma yapan bir milletvekili; “Niçin hâlâ müstemleke dönemi valilerinin heykelleri en görkemli caddelerimizde sağlı sollu duruyor? Neden yıkmıyoruz onları?” diye haykırır. Bunun üzerine Mahatma Gandhi gayet sâkin bir edâ ile kürsüye çıkar ve “Hayır, yıkmayacağız onları! Halkımız o heykelleri gördükçe yaşadığı zulmü hâtırlayacak ve hürriyyetinin kıymetini çok daha iyi bilecektir.” der.   

        Fikir ve rûh kemâline ermiş Gandhi gibi bir lider müstevlîye ait hâtıraları bile ortadan kaldırmayıp onları târihin acı bir cilvesi olsa da bir ibret vesîkası olarak korurken biz dünyanın dört bir köşesine yayılmış ihtişâmımızı yok etmekle meşgulüz. Var gücümüzle milliyyetimizin nişânlarını bir bir yerinden söküyoruz.  Geçmişin acı tecrübesini yarınların temînâtına çevirebilmek, olaylara o derinlikle bakabilmek, popülizme teslîm olmamış Gandhi gibi gerçek devlet adamlarının vizyonudur ancak.

        Bu necîb millet son yıllarda kıymetli siyâset adamları yetiştirse bile târihine ve kültürüne Gandhi’nin dünyasından bakabilen çapta değerlere sahip olamamıştır. İktidâr elitlerindeki bu irtifâ kaybı, Aliya Izzetbegoviç gibi yüksek kültüre ve düşünür kimliğine sahip değerlerimizin olmayışı, bizi devlet hayâtında hâkim olması gereken şümûllü ve kesîf tefekkürden mahrûm bırakmış ve netîcede iyi düşünülmeden atılan adımların ve târih şuûruna ters düşen gafilâne icrââtlerin zeminini hazırlamıştır.

        Târihimize ve kültürümüze sahip çıkmak adına(!) işlediğimiz cinâyetler, ne otel yapma sevdâsıyla Ecyâd Kalesi’ni yıkan Suud’unkinden ne de Saraybosna Arşivi’ni kül edip Ferhat Paşa Câmii’ni top ateşiyle târihin mezârlığına gömen mütecâviz Sırp topçusunun günâhından daha masûm değildir. Aramızdaki tek fark, bunu onların Türk’e karşı târih boyunca biriktirdikleri husûmet ve nefretin, bizim ise içine düştüğümüz dalâlet ve gafletin tesîriyle yapmamızdır. 

        Gaflet ve cehâletimizin eseri olarak saray ve müzelerimizden kaçırılıp yad ellere uçurulan eski eserlerimizi gurbet elden kurtarıp toprağına kavuşturmak adına harcayacağımız mesâîyi, maalesef her biri görkemli târihimizin yerküredeki imzâsı olan mezârları ortadan kaldırmak yolunda harcıyoruz. Hâlimiz on ikiden vurmak heyecânıyla hedefe doğru nişân alan fakat silâhın ters tepmesi sonucu kendisini vuran acemî silâhşorun hâline benzemektedir.         

        Kâinâtın neresinde olursa olsun, her mezâr ilâhî hesâb dîvânına eşit uzaklıktadır. Mezâr taşımanın milletlere sağlayacağı siyâsî bir avantaj olmadığı gibi yıllar önce fenâ bulmuş fânilere de temîn edeceği hiçbir uhrevî fayda yoktur. Tam aksine, târihe mâl olmuş bir şahsiyyetin mezârını târihi bağlamından kopararak bir başka mekâna hapsetmek, mâzînin üzerine bir çarpı çekmek gibidir.

        Bugüne kadar Türkiye’ye transfer ettiğimiz mezârlarla ne kazandık ki Turgut Reis’inkini Libya’dan, Niyazı-i Mısri’ninkini Limni’den, Murad Reis’inkini Rodos’tan, Fuzuli’ninkini Irak’tan, Halife Abdülmecid Efendi’ninkini Hicâz’dan ve daha bir yığın vatan evlâdının na’şını dünyanın muhtelif köşelerinden bugünkü daralmış siyâsî coğrafyamıza getirerek târihimizi ihyâ edelim.  Mâzînin yaralarını sarmak isteyenler, hayâtta iken siyâsetin hışmına, öldükten sonra ise târihin azîzliğine uğrayarak hâtıraları silinmek istenmiş insanların mezârlarını Türkiye’ye taşıyarak onlara iâde-i i’tibârda bulunamazlar. Bir târihi şahsiyyetin hâtırasını yaşatmak için yapılacak en ideal hizmet, şahsiyyetinin üzerindeki gölgeyi kaldırarak onu yeni nesillere hakiki çehresiyle takdîm etmektir.

        Hükümetlerin görevi coğrafyanın üzerine kazınmış târihin mühürlerini sökmek değil, o târihi ait olduğu coğrafyada yaşatarak istikbâle taşımaktır.  

* Doksanlı yılların başında TBMM Başkanı sıfatıyla Hatay’a giden Hüsamettin Cindoruk bu sözleri o ziyâret esnâsında söylemişti.

** Dönemin kültür bakanı Agâh Oktay Güner’di.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir