Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Nisan 26, 2024

Veba Salgın Günlerinde Bir Bayram Sabahı

Ramazan bayramı vesilesi ile bir kez daha söylemek gerekirse dinimiz İslam sevindirirken de en meşru olanı tercih etmiş, bu yolla gönülleri coşturmuştur. Çok tekrarlana gelen bir söz vardır: Nimetin şükrü de kendi cinsinden olmalıdır. Ramazan ayı bir ibadet, oruç ve Kurân ayı olduğuna göre bu nimetlerin cinsine en uygun olan şükür de yine aynı cinsten olan bayram namazı ve beraberindeki ikramlardır. Kurban ve Ramazan bayramları Cenabı Hakk’ın kullarına bir nevi ikramıdır. Kılmış olduğumuz namazlar da bu ikrama karşılık bir şükürdür. Ancak bayram namazını ikame yoluyla Allah’a şükretmenin dini hükmü konusunda İslam âlimleri farklı içtihatlarda bulunmuşlardır. Buna göre bir tasnif yapılacak olsa bayram namazı Hanefilerde vacip iken, Hanbelilerde Farz-ı kifaye, Maliki ve Şafiilerde ise müekked (devamlı yapılagelen) sünnettir.
Okuyucunun zihninde doğal olarak hemen şöyle bir soru belirebilir: Bu namaz, üç mezhepte müekked sünnet iken niçin Hanefi mezhebinde vacip olarak kabul edilmiştir? Bu sorunun en kısa cevabı, vacip kavramının Hanefiler ile diğer mezheplerde farklı anlamlarda kullanıldığı, bir başka ifade ile vacip kavramının Hanefilerde özel bir anlamının olduğudur. O özel anlam da şudur: Eğer bir mükellefiyetin delili farz olacak kadar kuvvetli değilse ama sünnetten de daha üst mertebede bir sorumluluk gerektiriyorsa Hanefiler bu türden mükellefiyetlere ameli farz anlamında vacip kavramını kullanmışlardır. Dolayısıyla Hanefiler açısından vacip hükmüne tabi bir mükellefiyetin ihmali ya da terki dini açıdan sorumluluk/günah gerektirir. Oysa sünnetler bir Müslümanın hayatında çok önemli olmakla birlikte terki halinde kazası gerekmez ve de terk eden kimse üzerine günah da terettüp etmez. Bu şu demektir: Vacip bir mükellefiyet söz konusu olduğunda Hanefi içtihadı üzere dini hayatını devam ettiren bir kimsenin yükümlülük durumu ile diğer mezheplere göre amel eden bir kimsenin yükümlülüğü bir değildir. Bu mükellefiyet doğuran hükümlerin tasnifi bakımından temel bir farktır. Oysa günümüz dindarlık anlayışında veya toplumun din adına aydınlatılmasında takip edilen metotta maalesef klasik fıkıh düşüncesinde şekillenen, yerleşen, benimsenen, asırlarca hassasiyetle tatbik edilen ve bu sebeple de İslam’ın klasiği olma özelliğini elde eden birikim bir çırpıda göz ardı edilerek zengin bir birikim adeta atıl bir hale sokulmaya çalışılmaktadır. Bunun neden böyle olduğu ile ilgili pek çok sebepten söz edilebilirse de bize göre en temel sebep kolaycılığa kaçmaktır. Çünkü geçmişi okumak, anlamak ve bugüne aktarmak ayrı bir birikim ve itina ister. Hâlbuki siz geçmişi bir çırpıda kenara koyarak, geçmişinden ve kökünden uzak bir şekilde istediğinizi onun yerine koyabilmektesiniz. Bunu yaparken doğal olarak siz de bir takım ayet, hadis veya fıkıh eserlerinden alıntılar yaparak konuştuklarınızı/yazdıklarınızı destekleme yolunu tercih ederek daha inandırıcı olmaya çalışırsınız. Oysa bu da tahrif veya tahribin bir başka yoludur. Zira bir örnek üzerinden açıklamaya çalışırsan, bayram namazının kılınmasının hükmü ile ilgili olarak Hanefilerdeki vacip kavramı ile diğer üç mezhepteki sünnet kavramı kendi içerisinde son derece tutarlıdır. Yine sözgelimi Hanefilerin kadınlara bayram namazının vacip olmadığı hükmü ile Şafiilerdeki bayram namazı kadına da sünnettir hükmü kendi içerisinde tutarlıdır. O nedenledir ki Hanefilerde camide cemaatle kılınması gereken bayram namazı, Şafiilerde evde de hatta münferiden de kılınabilir. Bu asırlardan beri hep bu şekilde uygulanan gelen ve uygulama üzerinde icma oluşan yerleşik bir durumdur. Oysa İslam toplumlarında yerleşik bir hal alan ve asırlardır sorunsuzca uygulanagelen bir şeyin günümüzde diğerlerinin yaptığı şekilde de yapılabilsin önerisiyle çözülmeye kalkışılması, ruhen hiçbir fıkıh geleneğine uymayan tuhaf bir çözüm yolu olacaktır. Bu aynı zamanda İslam düşüncesindeki farklılıkları/düşünceleri bir tarafa bırakarak kolay yoldan delilsiz veya kendine göre bir takım deliller ihdas etmek yoluyla zengin ilmi birikimi ve bu birikimin beraberinde getirdiği kültürel mirası bir çırpıda itibarsızlaştırarak kendince bir yön tayin etme yoluna gitmektir.
Ülkemizde Hanefi ve Şafii fıkıh mezheplerine göre insanlarımız dini hayatını yaşamaktadır. Maliki ve Hanbeli mezhepleri ise diğer İslam coğrafyalarında takip edilmekle birlikte bu mezheplerin fıkıh anlayışını vatandaşlarımız arasında tatbik edenlerin sayısı yok denecek kadar azdır. Öyleyse ülkemiz söz konusu olduğunda insanlarımız ameli hayatlarını ya Hanefi mezhebinin âlimlerince açıklanan hükümlere göre ya da Şafii mezhebinin âlimlerince açıklanan hükümlere göre sürdürmektedirler.
Cuma ve bayram namazları topluca ikame edilen namazlardır. Bu namazların topluca kılınması gerektiği hükmü üzerinde bütün mezheplerin fakihleri ittifak etmekle birlikte bayram namazı söz konusu olduğunda bunun hükmünün ne olduğu hususunda farklı düşünmüşlerdir. Bayram namazı Hanefilere göre vacip hükmünde bir namaz olup, namazın sahih olabilmesi için Cuma namazı için gerekli sıhhat şartlarının bulunması gerekir. Sadece bayram namazının kılınmasını müteakiben okunan hutbeye sünnettir derler. Dolayısıyla cemaatin herhangi bir nedenle bir araya gelemediği durumlarda tıpkı Cuma namazı gibi bayram namazını eda şartları da oluşmamış demektir. Bu nedenle sorumluluk da düşmüştür. Ancak dileyen kimse kendi başına duhâ namazı kılabilir.
Şafii mezhebinde bu namaz erkekler yanında kadınlar için de müekked bir sünnet olduğundan dolayı camiye gitme zorunluluğu yoktur. İnsanlar dilerlerse bu namazı evde cemaat yaparak veya münferiden de kılabilirler. Evde namaz kılmaları durumunda hutbe okuma yükümlülüğü de olmaz. Buna göre bayram namazlarını herhangi bir mazeret sebebiyle camide cemaatle ikame edemeyenler açısından bakıldığında Şafiiler için evde kılma imkânı varken, aynı durum Hanefi mezhebi müntesipleri açısından mümkün değildir. Çünkü onlara göre bayram namazı kılacak olan kimsenin cuma namazını kılma şartlarını taşıması gerekir. Cuma namazı ise Müslüman, âkıl-baliğ ve hür olan ayrıca cumaya gitmesine engel bir hastalığı veya mazereti olmayan, ayrıca cuma kılınan yerde mukim olan erkeklere farzdır. Bu şartlar bayram namazı için de aynen geçerlidir.
ÜMMETİN BAYRAMI: Müslümanlar her ne kadar ayrı coğrafyalarda, farklı renk, dil ve kültüre sahip olsalar da İslam’ın temel esasları içerisinde bir ve beraberdirler. Bütün Müslümanlar birbirinin kardeşidir. Aralarında doğabilecek bir husumet ya da anlaşmazlık anında diğerlerine düşen vazife kardeşlerinin arasında sulhu sağlamaktır. Bugün maalesef İslam dünyası gerek geri kalmışlıkları, gerek iktisadi ve siyasi çalkantıları sebebiyle ümmet şuuruna uygun bir sınav vermekten oldukça uzaktır. Pek çok İslam ülkesi ya kendi içerisinde ya da diğer Müslüman ülkelerle savaşmaktan başını kaldıramamakta, hiç de gereği yokken sayısız can kayıpları bir yana kendi içerisinde pek çok aç ve sefil kitlelerin doğmasına neden olmaktadır. Oysa Peygamberimizin ifadesi ile Müslümanların kendi aralarında bir binanın yapı taşları gibi olması gerekirdi. Her şeye rağmen nasıl ki mahallelerde komşuluk varsa milletler arasında da komşuluk ilişkisi vardır. Peygamberimiz “komşusu aç iken tok yatan bizden değildir” buyuruyor. Bugün küreselleşen ve adeta tek bir köy haline gelen dünyanın her tarafından anlık haberdar oluyoruz. Onların dertleri ve sıkıntıları ile üzülüyoruz. Bu anlamda biz Müslümanlar olarak tek bir ümmet olduğumuza göre diğer Müslüman kardeşlerimizin sevincine ortak olduğumuz kadar, imkânlar el verdiği ölçüde ıstıraplarına ve ihtiyaçlarına da derman olmalıyız. Zira dini bayramlar hep birlikte bütün ümmetin bayramıdır.
MİLLETİN BAYRAMI: Her bir millet kendi örf ve ananelerine göre pek çok davranış kalıpları geliştirmiştir. Dini ve ahlâkî değerler de buna dâhildir. İslam’ın bütün Müslümanları bağlayan bir evrensel çağrısı, bir de yerine göre marufa uygun davranmayı emreden, örfe vurgu yapan yönü vardır. Bunun anlamı şudur: İslam’ın genel ilke ve uygulamalarında herkes dinin kesin ve bağlayıcı hükümlerine uymak zorundadır. Bunun dışında kalan hususlarda ise her bir Müslüman millet kendi örfî ve kültürel değerleri üzerinden bir medeniyet inşa etme, bu yolla medeniyetler arasında hayırda yarışma vazife ve salahiyetine sahiptir. Bu cümleden olarak geçmişte ecdadımızın özellikle de Osmanlı Devletinin resmi ya da ahali düzeyindeki bayramlarına baktığımızda din ile kültürün ne denli uyumlu bir şekilde buluştuğunu; ibadetler, sohbetler, şiirler, nükteler, maniler, çocuklar için değişik eğlenceler, tatlılar, izzet-i ikramlar, hediyeleşmeler, ziyaretleşmeler… dolu neşe içerisinde bir bayramın geçirildiğini görürüz. Ramazan ya da bayramların başlı başına bir eğlence vesilesi olarak görülmesi elbette doğru değildir. Bu kültürün bir yanı cami merkezli dini hayat, mahya yollu dini öğüt, toplumsal hassasiyet dolu helal-haram bilinci, komşuluk temelli ikramlaşma ve başkasının dertleriyle dertlenmedir. Hele de Ramazan ayı içerinde bolca zekât, fitre, sadaka veya borçlunun borcunu gizlice ödeme (zimem defteri satın alma) yoluyla infakta bulunarak hayırda yarışma bir başka öne çıkan haslettir. Kimi zaman eksilerek ya da artarak devam eden bu haslet, günümüzde de milletimizin dünyada bilinen en önemli hasleti olarak varlığını devam ettirmektedir.
BİREYİN BAYRAMI: Dinin toplumsal hayatta varlığını hissettirmesi elbette önemlidir ama ondan her bir bireyin yeterince istifade etmesi ve lezzet alması çok daha önemlidir. Bayramlar öncesinde yapılan ibadetlerin neticesinde manevi huzura kavuşmanın sembolik bir göstergesidir. Adeta mübarek üç aylardan her bir aya karşılık bir günlük, toplamda ise üç günlük bir ferahlama vaktidir. Bayramlar vesilesi ile kişi kendisini arındırdığı ve Allah katında temize çektiği kadar, etrafına da bu müspet duyguyu vererek toplumun ıslahına katkı sağlamak zorundadır. Bu cümleden olarak bayram için hem bedenimizin hem de için de ikamet ettiğimiz meskenin hazırlık yapması, konu-komşuya izzet-i ikram için kapılarını ardına kadar açması bizi daha da huzurlu edecektir. Zira iyilik ve infakta bulunmanın lezzeti bir kez alındı mı onun geri dönüşü olmaz; adeta kişiyi vakıf insan olma yolunda ilerletir. Çocuklara verilen hediyeler, büyüklere yapılan ikramlar aslında dini duygunun manevi hazza dönüşmüş şekilleridir. Bayrama bayram tadında hazır olmak aynı zamanda Allah ve Resulüne olan muhabbetin de bir nişanesidir.
VEBA SALGIN GÜNLERİNDE BAYRAM NAMAZI TARTIŞMALARI: Bayram namazı bir ibadettir. İbadetle ilgili hususların rükünleri, sıhhat ve edasının şartları, hangi durumda kimler için muafiyetin olacağı konuları hiçbir boşluğa meydan vermeyecek şekilde Hz. Peygamberden itibaren günümüze değin açıklanmış, kitaplarda yazılmış, ümmetin uygulaması ile de pekişmiştir. Her bir zamanın hususiyetine ve karşılaştığı sorunlara göre bir takım meseleleri gündeme getirmesi hatta en doğruya ulaşma gayesi ile tartışması yerinde bir tavırdır. Ancak ilim gerektiren hususların yine dinin temel ilkelerine uygun olarak ilim ve iyi niyetle çözülmesi gerekir. Müslüman âlimlerin bir meseleyi çözerken temel hareket noktaları daima Allah’ın rızasına muvafık en uygun çözümleri üretme gayreti olmuştur. İlim, İslam kültür ve medeniyetinde şüphe, vehim ya da hayalden arındırılmış bir şekilde araştırılmış, tercih edilmiş, denenmiş (amelî hayata aksetmiş) olanı ifade eder. Dolayısıyla bilgisi ve yeterli araştırması olmadan konuşan kişinin söyledikleri İslam nazarında ilmi bir değere sahip olmadığından, uygulamada da dikkate alınmaz. Buna göre konu hakkında şöyle bir değerlendirme yapabiliriz:
Dünya üzerinde salgın hastalık vb. felaketler ilk defa görülmüyor. Müslüman âlimlerde bu konuyu ilk defa duymuyor. İslam hukuk âlimleri bir mesele ile karşılaştıklarında önce buna benzer bir durumun geçmişte yaşanıp yaşanmadığına ve bununla ilgili dini bir çözümün üretilip üretilmediğine bakarlar. Şayet geçmişte bununla alakalı ayette, hadiste veya içtihatlarda hazır bir çözüm buluyorsa ve bu çözümle de eldeki mevcut meseleyi çözebiliyorsa onu alır ve uygular. İslam’ın temel ilkeleri ve klasikleşen çözümleri de esasında bu yolla çözülmüştür. Zaman içerisinde problemlerin ismi ve şekli değişse de esas itibarı ile her bir problem özünde birbirine benzerdir. Bu nedenle fıkıh kitaplarına bakıldığında ne ararsanız bir benzerini orada kuvvetle muhtemel bulursunuz. Orası adeta yokun yok olduğu birer bilgi hazineleri gibidir. Ama pek çok kimse gerek lisan problemleri gerekse ilgi alanına girmemesine bağlı olarak bu hazineden istifade etmediği için kolayına giderek geçmişi yok sayma, itibarsızlaştırma yoluna gidebilmektedir. Bu bir hazinedir. Ama hazinede olan her şey kullanılabilir durumda olmayabilir veya o şey orada olmayabilir. Bu gibi durumlarda fukaha kendi çözümünü üretir. Önce konu hakkındaki kaynaklarda mevcut ilgili malzemeyi bir araya getirir ve bunları dinin temel maksatları, genel kuralları, istisnai hükümlerine dikkat ederek içtihat sistematiği çerçevesinde düzenler; elde ettiği çözümü topluma arz eder.
Dinin hükümlerinin neticede toplum ve birey üzerinde gerçekleştirmeyi hedeflediği beş temel ilke vardır. Bir başka ifade ile dinin bütün hükümlerinin nihai gayesi beş ana hedefi gerçekleştirmeye yöneliktir. Bunlar: Dinin korunması, canın korunması, malın korunması, ırzın korunması ve aklın korunmasıdır. Bunların ortadan kalkmasına ve yok edilmesine yönelik hiçbir düzenleme yapılamaz. Canı korumadan dini de korumak mümkün olamayacağına göre bazı durumlarda dinimiz, canın tehlikeye düştüğü zaruri durumlarda normal zamanlar için koyduğu bazı yasakları geçici süre ile ortadan kaldırmıştır. Örneğin haram olan bir şeyin yenilmek ya da içilmek zorunda kalınması böyledir. Burada temel ilkelerden birisi “zaruretler yasak olan şeyleri mubah kılar” iken diğeri ise “zaruretler kendi miktarınca takdir olunur” ilkesidir. Hayat normale döndüğünde ise yerleşik hükme dönülür. Bizler dinimizi ana kaynaklarından öğrenerek hayatımıza tatbik ediyoruz. Bunun en pratik ve sistematik yolu ise fıkıh mezhepleridir. Fıkıh mezhepleri asırlar içerisinde gelişen bilgi birikimini kendi geliştirdikleri metotlara göre sistematik hale getiren hukuk mektepleridir. Nasıl ki dinin temel maksatları ve ilkeleri varsa, her bir mezhebinde kendi içerisinde geliştirdiği ana ilkeleri ve değişken/içtihada dayalı hükümler vardır. Sonradan yapılan içtihatların belli bir mezhep sistematiğine dâhil edilebilmesi için gidiş yolunun da o mezhebin çözüm üretme metoduna uygun olması gerekir. Buna göre bu yazıda ele aldığımız salgın hastalık hallerinde bayram namazının toplu olarak kılınıp kılınamayacağı, kılınamayacaksa onun yerine evde kılınıp kılınamayacağı ile ilgili hususa kısaca değinelim.
Bayram namazının hükmü hususunda fıkıh mezheplerinin başlıca iki gruba ayrıldığını görüyoruz. Bunlardan birincisi ülkemizde de en yaygın ameli mezhep olan Hanefilere göre bayram namazının hükmü vacip, Maliki, Şafii ve Hanbelilere göre ise sünnet-i müekkededir. Şafiilere göre kadınlar için de hüküm aynıdır. Bir farkla ki kadınların camiye gitmeleri zorunlu olmayıp, kendi başlarına evde münferiden de kılabilirler. Ülkemizde en yaygın ikinci ameli mezhep Şafiiliktir. Bunun bir gereği olarak bütün mezheplere göre normal olan bayram namazlarının camide topluca cemaatle kılınmasıdır. Ancak hastalık vb. durumlar sebebiyle Hanefiler dışındaki diğer mezhepler bu namazı sünnet olarak kabul ettikleri için evde de hutbe okunması gerekmeksizin kılınabileceğini ifade ederler. Bu durum namaza sünnet hükmünü verenler açısından doğru ve tutarlı bir hükümdür.
Hanefilere gelince onlara göre bayram namazının hükmü vacip olup, bu namazın eda ve sıhhat şartları tıpkı Cuma namazında olduğu gibidir. Bu şartların yokluğu halinde mükellefiyet hükmü de düşer. Bayram namazının Cuma namazından tek farkı hutbenin sünnet olması ve namazdan sonra okunmasındadır. Şimdi kısaca Hanefilere göre Cuma namazının şartlarına bakalım: Ebû Hüreyre’den (r.a.) gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Beş kısım insan üzerinde cuma namazı kılma mecburiyeti yoktur: Kadınlar, yolcular, köleler, çocuklar ve köyde yaşayanlar; (Sübülü’s-Selâm).” Bunun dışında yolcular, hastalar, nöbetçiler ile tabiat şartları gereği camiye gidemeyecek olanlar da bu mazeretleri sebebiyle geçici olarak Cuma namazı kılmakla yükümlü olmazlar, onun yerine öğle namazı kılarlar.
Günümüzde yaygın bir hastalık olan covid 19 sebebiyle dünya genelinde çok sıkı tedbirler alınmış hayat adeta durma noktasına gelmiştir. İbadethaneler de bu durumdan etkilenerek toplu ibadetlere kapatılmıştır. Burada hastalık sebebiyle ortaya çıkan şer’i mazeret ile hükümetlerin koyduğu yasaklar birleşince zaten rızayı ortadan kaldıran bir durum ortaya çıkmıştır. Ancak bu yasak dine karşı bir yasak değildir. Tam aksine dinin de temel maksatları arasında yer alan canın korunmasına yönelik bir tedbirdir. Burada “zarar- eşedd zarar-ı ehaff ile izale olunur” temel kaidesi gereğince daha büyük zararların önlenmesi adına küçük zararlara katlanılması yolu tercih edilmiştir. Bu durumun ortadan kalktığı ilk fırsatta ise aslî hükme avdet etmek gerekir. Aksi halde dini açıdan vebal olur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) “Bir mazereti olmaksızın Cuma ezanını duyup da Cuma namazına gitmeyenin (evde kıldığı öğle) namazı geçersizdir demiştir. Sahabe “özürden maksat nedir ey Allah’ın Rasulü?” diye sormuş, O da korku ya da hastalıktır demiştir. (el-Muğnî).”
Salgın bir hastalık sebebiyle insanlar Cuma namazına gittikleri takdirde kendileri ya da başkaları zarar görecek olursa, o durumda Cuma namazından muafiyet durumu ortaya çıkar. Bu halin belli bir şahıs ya da topluluk için olması arasında fark yoktur. Bu gibi kimseler Cuma namazı yerine o günün öğle namazlarını kılarlar. Geçmişte sadece salgın hastalık değil daha başka mazeretler sebebiyle de Cuma namazına ara verildiğini görmekteyiz. Nitekim İbn Abbas yağmurlu bir günde müezzinine cuma ezanı okurken “hayye ale’s-salâh” yerine “sallû fi buyûtikum: namazlarınızı evlerinizde kılınız” demesini emretmiş ve Hz. Peygamber’in de böyle davrandığını açıklamıştır, (Beyhaki).
Neticede hastalık ya da daha başka sebeplerle Cuma namazının geçmişte de kılınamadığını kaynaklardan öğreniyoruz. Hanefiler açısından aynı durum bayram namazları için de geçerli olduğuna göre bu namazın kılınmasına şartların müsait olmadığı durumlarda sorumluluğun da ortadan kalkacağı muhakkaktır. Hanefiler açısından nasıl ki Cuma namazını evde kılmak mümkün değilse, aynı şartlara tabi bayram namazını evde kılmak da dinen caiz değildir. Onun yerine bir başka ibadeti ikame etmek ise hiç doğru değildir. Çünkü bunlar, bedeli değil bedeni ibadetler kategorisindedir. Bayram namazı yerine duhâ namazı kılalım demek de doğru değildir, çünkü duhâ namazı da bir başka sünnet ibadettir. Fıkıh geleneği açısından da dinin yerleşik uygulamaları açısından da özellikle ibadet söz konusu olduğunda insanları şüphe içerisinde bırakabilecek öneri ya da çözümlerden uzak durmak gerekir. Bu aynı zamanda dinin temel ilkelerinden olan ihtiyata uygun olanı yapma hem de şüpheden kaçınmanın bir gereğidir. Şafii mezhebini esas alan bir kimseye kendi mezhebinde olanı uygulamasının Hanefi mezhebini esas bir kimseye de yine benzer şekilde mezhebinin çözümünü uygulamasının en doğru metot olduğunu düşünmekteyiz.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir