Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Nisan 19, 2024

Tarih İstikbaldir ve Covid-19 Sonrası Yeni Dünya

Tarih, bir milletin hem ilmihâli hem de istikbalidir. Ana karakteri süreklilik ve değişim olan böyle bir olgu için herhangi bir başlangıçtan veya kesintiden söz edilemez çünkü o, bir bütünler manzumesidir.

Tarihe sadece değişim cephesinden bakarsak yabancılaşma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Aynı şekilde süreklilik cephesini öne çıkarırsak yenilenme ve gelişmenin önünü tıkarız. Bu sebeple tarihi, her iki cepheden birlikte okumak gerekir. Böyle bir okuma, bize hayata dair değer yargıları kazandırır. Bununla yaşadığımız zamanı anlamaya ve hayatımızı şekillendirmeye çalışırız. Böylece yeni bir değişimin ve sürekliliğin zeminini hazırlar, istikbale açılma imkânı bulmuş oluruz.

Tarih ilmiyle iştigal edenler, yaptıkları işin kuram ve yöntemini bugünün bakış açısıyla şekillendirir. Onlar, istikbal için kendilerinin ve yaptıkları işin tarihî bir malzeme olacağının şuurundadır. Tarihe ideolojik perspektiften bakanlar onu bütünüyle kavrayamaz. Çünkü tarih, hayat gibi canlı ve karmaşık bir olgudur. Duygular, düşünceler, arzular, ihtiyaçlar hep iç içe ve birbirine bağlıdır. Yine tarihe dinlerin terminolojisiyle yaklaşanlar da bu karmaşıklığı yeterince kavrayamaz. Çünkü inanç kriterleri kabul ve ret üzerine kuruludur. Oysa tarih, kabul ve ret yaklaşımıyla anlaşılamaz. Onun bütünlüğünü parçaladığınız zaman, elinizdeki parçalar değerini büyük ölçüde kaybeder.

Tarih için doğrular ve yanlışlar yoktur. Sebepler, olaylar ve sonuçlar vardır. Bunlar, öncesiyle ve sonrasıyla hep birbirine bağlıdır. İçlerinden birini çekerek gerçeği göremezsiniz. Sebepleri anlamaya, olayları bilmeye ve sonuçları değerlendirmeye mecbursunuz. Bütün bunları bir tek yöntemle başarmak da mümkün değildir. Anlamak, bilmek ve değerlendirmek için ayrı ayrı ama birbiriyle bağlantılı yöntemler kullanmak durumundasınız. Tarih, millet şuurunun hayat bulduğu en sahih alandır. Millet olma şuuru ise dil şuuruyla ortaya çıkar. Ait olduğu bütün içinde kendini anlama ve ifade etme, sonra da istikbale açılma gayreti, tarihin bize sağladığı bir imkândır.

Tarih, sosyal bilimlerin bir kolu olduğu ve yazana/okuyana göre farklı algılandığı için gerçeklik tarafı tartışmalı kabul edilir. Çünkü tarihin sunduğu bilgi, tecrübeye dayalı öznel bir bilgidir. Diğer taraftan o, yaşanmış bir gerçektir. O hâlde tarihin gerçekliği nesnel ve pozitif değerlerle sınırlandırılabilecek türden bir olay değildir. Onun gerçekliği, değişkenlik ve süreklilik karakterinde aranmalıdır. Esasında yaşanmış bir hayatı sonradan okumaya/anlamaya çalışmak da yeni bir hayat kurma girişiminden başka bir şey değildir. İşte tarihî birikimleri değerlendirmenin önemi burada ortaya çıkmaktadır.

***

Osmanlı Devleti, Tanzimat Döneminde içinde bulunmuş olduğu askerî, ekonomik ve siyasî şartlar sebebiyle Batıyla, Batının dünya görüşüyle ve değerler sistemiyle ciddî bir şekilde yüzleşir, böylece Batıyı yeniden tanıma ve kendi durumunu anlama sürecine girer.

Bu dönemde Osmanlıdan Batıya, Batıdan İslâm’a medeniyetler çatışması ekseninde geliştirilen eleştiriler ve yorumlar, ilmî ve fikrî birçok eserin ortaya çıkmasını sağlar. Bugünden bakıldığında, o dönemde kaleme alınan eserlerin üslûp ve muhteva açısından belli bir seviyeyi temsil ettikleri ve hâlâ kıymetini korudukları görülecektir. Taraflarca hemen her konu ele alınmış, birbirini etkileyen ve birbirinin ufkunu açan çalışmalar ortaya konulmuştur. Aynı şekilde Cumhuriyetin ilk çeyrek yüzyılında yeni bir dünya görüşünün tesisi amacıyla Türk dili, tarihi ve kültürünün özgünlüğü, yeni kurumlar, kalkınma düşüncesi, çağdaşlaşma gibi alanlarda ilmin ve fikrin ürünü birçok çalışmanın yapıldığı bilinmektedir. Türk ilim, düşünce ve irfan hayatının vazgeçilmez temel taşlarından olan bu verimlerin günümüze aktarılması, değerlendirilmesi ve üzerinde tartışılması, müelliflerinin genç nesillere tanıtılması ülkemizin geleceği açısından stratejik bir önem taşımaktadır.

Türkiye, İslâm dünyasında Batıyla doğrudan yüzleşebilecek donanıma sahip tek ülkedir. İslâm dünyası siyasal, ekonomik ve kültürel birçok sebeple XIX. yüzyılın ikinci yarısıyla XX. yüzyılın ilk yarısında Batıyla bir şekilde karşı karşıya geldi. Batı, bu dünyaya vadettiklerinin karşılığında onların özgürlüklerine el koydu. Bu durum Müslüman toplumların ciddî tepkilerine yol açtı. Dinî hareketler kendilerine böyle bir zeminden çıkış yolu aradılar. Mısır, Cezayir, Suriye, Irak, İran, Pakistan, Afganistan, Hindistan gibi ülkelerde Batıya karşı duyulan tepki, kısa zamanda dinî ihya ve direniş hareketine dönüştü.

İkinci Dünya Savaşından sonra İslâm ülkelerinin büyük bir çoğunluğu siyasal bağımsızlıklarına kavuştu. Ancak bu defa Soğuk Savaş Dönemi başladı ve siyasal bağımsızlığına kavuşan her İslâm ülkesi, ekonomik yönden Batının sömürgesi hâline geldi. Bu sebeple İslâm ülkelerinde yönetici kesimle halk arasında gitgide büyüyen bir uçurum oluştu. Yönetici kadrolar, kitleleri elde tutabilmek için baskılarını yoğunlaştırırken halk da direniş gücünü artırdı. Bu bağlamda Türkiye, hiçbir zaman Batının bir sömürgesi olmadı. İstiklâl Savaşını kendi imkânlarıyla ve Batıya rağmen kazanıp demokrasiye geçti. Ekonomik alanda büyük sorunları olsa da yine kendi ayakları üzerinde durmasını bildi. Bir taraftan tarihî sürekliliğe sahip bir misyonu ve devlet anlayışını, diğer taraftan da çağa uygun bir değişimi ve bunun gereklerini yerine getirmeyi başardı.

İslâm dünyası hiçbir zaman Türkiye’nin yaşadığını yaşamadı, belki başka şeyler yaşadı. Onlar, tarihî süreklilik açısından ciddî bir devlet tecrübesine sahip olmadıklarından hızlı bir şekilde sömürgeleştirildi. Batıyla doğrudan yüzleşemedikleri için de değişim olgusunu zamanında göremedi ve çağdaş dünyanın gerisinde kaldılar. Durum bu olunca kitleler, ister istemez tepki ideolojileri üretmeye başladı. İşte dinî ihya ve direniş hareketleri böyle bir sürecin eseri olarak ortaya çıktı.

Türkiye 1960’lı yıllardan sonra İslâm ülkeleriyle ilişkilerini yeniden geliştirme dönemine girdi. Devletler arası ilişkiler, toplumların kültürel olarak birbirlerini etkilemelerini sağladı. Meselâ bu yıllarda, İslâm ülkelerindeki dinî ihya hareketlerinin temel eserleri hızlı bir şekilde Türkçeye tercüme edildi. Bir taraftan Batıdan, diğer taraftan İslâm ülkelerinden yapılan tercümeler, yeni nesil Türk okuyucusuna Türkiye’nin farklılığını ve birikimlerini unutturdu. Batı, tarihî sürekliliğimizi tehdit eden bir değişim öneriyordu. İslâm ülkeleri ise çağdaş dünyaya karşı geleneksel bir direniş ve tepki içindeydi. Bu iki telkin arasında kalmış Türkiye’ye nasıl bir rol biçilmeliydi?

Türkiye bugün, hâlâ bu konuda bir ikilem içindedir. Bir taraftan tarihî süreklilik anlayışını, diğer taraftan değişim arzusunu sağlam bir zemine oturtmuş sayılmaz. Toplumların doğru tecrübelerden mahrum kalması onları, yanlış tecrübelerin kucağına iter. Çünkü toplumsal hayat, herhangi bir kesinti veya boşluk kabul etmez bir süreçtir. Yıllardır Avrupa Birliğine girme çabası içinde olan Türkiye’nin beklentileri bir gün gerçekleşirse acaba dinî, tarihî ve kültürel alanlarda ne gibi sorunlar yaşayacağı ve bunlara karşı hangi önlemlerin alınması gerektiği üzerinde yeterince kafa yorulmuş mudur? Ne yazık ki Türkiye, Batıdaki oluşumlara teklif sunan değil, Batıdan gelen tekliflere tepki veren bir konumda olmayı sürdürmektedir. Oysa Türkiye’nin tarihî ve coğrafî konumu, dünyanın gidişini etkileyebilecek bir güce sahiptir. Ne var ki o, her alanda olduğu gibi bu alanda da herhangi bir hazırlık içinde değildir ve gününü kurtarmakla meşguldür.

Meselâ Türkiye, komşusu olduğu ülkelerin dillerine ve kültürlerine karşı bilgisizliğini ve kayıtsızlığını devam ettirmektedir. Aynı şekilde Batı ilâhiyatı, modern çağlar boyunca İslâm hakkında belli bir yetkinliğe ulaşırken İslâm dünyasını etkileyip yönlendirmişti. Ancak Türkiye, Batıdaki bu çalışmaların bütününe sadece misyonerlik faaliyetleri çerçevesinden bakmayı tercih etmiş ve bir öz eleştiri yapma ihtiyacı duymamıştı. Bugün Batıda, dünya çapında İslâm’ı ve Müslümanların sorunlarını bilen ilim adamları varken Türkiye’de, Hristiyanlığı ve Yahudiliği, o dinlerin sıradan müntesipleri kadar bilen kaç ilim adamı vardır? Türkiye, bu yetersiz hâliyle Avrupa Birliğine girerse sorunlarına yeni sorunlar ekleyecek ve umduğunu bulamayacaktır.

Direniş ve tepki ideolojilerinin tasallutundan kurtulmak ve çağdaş dünyada kendimize ait özgün bir yer edinmek istiyorsak ülkemizin tarihî birikimlerini, özellikle Tanzimattan Cumhuriyete arayışlar devri birikimlerini doğru okumak ve iyi değerlendirmek zorundayız.

Evet, tarih bir milletin hem ilmihâli hem de istikbalidir. İstikbali yakalamak için bu ilmihâli değişim ve süreklilik karakteriyle doğru okumak her aydının aslî görevi olmalıdır.

Yeni tip koronavirüs (Covid-19) salgınından sonra belli ki dünya eskisi gibi olmayacak; bütün dengeler, sınırlar ve düzenler değişecek, her şey yeniden kurulup şekillenecek. Bu süreci zamanında ve doğru okuyanlar kazanacak. Bundan böyle dünyada bir taraftan dijitalleşme hızlanırken bir taraftan da toprağa, aileye ve dine bağlı bir hayat önemini artıracak; beslenme, barınma, iletişim, eğitim, savunma ve şehirleşme düzeni yeniden şekillenecek. Zevkler, alışkanlıklar, değerler anlayışlar ve hedefler değişecek; bilim ve teknoloji, ekonomi ve ticaret, savaşlar ve çatışmalar artık başka şekillerde icra edilecek. Eski dünyada giderek yalnızlaşan insan, belki yeniden kendini keşfetme imkânına kavuşacak. Kendisiyle, çevresiyle, varlıkla, tabiatla ve yaratıcıyla barışacak, şahsiyet sahibi olacak. Bunu umuyor ve bunun için dua ediyoruz. Bütün kalbimizle inanıyoruz ki her zorluğun yanında bir kolaylık vardır. (İnşirah suresi) Yeter ki Rabbimize yönelelim, yalnız ona kulluk edelim ve yalnız ondan yardım isteyelim. Şüphesiz o, bizi doğru yola iletecektir. (Fatiha suresi)

Mehmet Erdoğan

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir