Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Salı, Mart 19, 2024

Öğretmen NAsıl Olmalı Öğrenci Nasıl

Matüridî – Razî – Safedî

Eğitim eskiden beri güzellikleri, yararları ve katkılarının yanında zorluğu, bıktırıcılığı ve çekilmezliği de dillendirilen bir alan. Öğreten de öğrenen de insan olunca, insanî her durum eğitime yansıyor. Öğretmekten, öğrenmekten ve okumaktan zevk alanlar kadar; uzaklaşanlar, bıkanlar, bıktıranlar… Bir yanda cazibe diğer yanda ucube. Toplayanlar ve dağıtanlar, birleştirenler ve ayıranlar, çekenler ve itenler, sevdirenler ve nefret ettirenler… Birinde ülfet, ötekinde külfet. Birinde kifayet, ötekinde zafiyet. Birinde ziyafet, ötekinde eziyet. Birinde hoşnutluk, ötekinde boşluk. Birinde bal ile yağ, ötekinde zehirli bağ… Çoğaltmak mümkün. İnsan varsa işin içinde, iyiliği de bitmez, kötülüğü de; fazileti de, rezaleti de…  Niye böyle? Eh, insanın olduğu yerde, her şey olur da ondan. Kimi zaman öğretmen, kimi zaman öğrenci. Kim bilir,  belki de zaman ve mekan? Bıktıran bir öğretmen, bezdiren bir öğrenci, yersiz bir davranış, zamansız bir çıkış…

İki gönül bir olunca samanlık saray olurmuş, derler. İşte aile böyle gönülle ve gönülden kurulur. Okul da bir aile yuvası. Ailede sevgi neyse, okulda da o. Aslında öğretmen sevdiren, öğrenci gönül veren olursa, her zaman seyran ve her mekân saray olur. Aşk ile dersini anlatan, içtenlikle dersini dinleyen… iki kanatlı kuş olur uçar, en yükseğe ulaşır, en derini keşfeder. Mesafeler birleşir, uzaklar yakınlaşır, gönüller sakinleşir; kalpler bulur itminan, akıllar olur tastamam…

Eğitimde temel soru şu: Kim, kime, ne, ne zaman ve ne kadar?

Cevabını bulan beri gelsin!

*

Bazıları aramış, hatta bulduğunu da kayda geçmiş. Bakalım, ne bulmuş, ne demiş?

Daha çok Hızır-Musa kıssası diye bilinen, Allah’ın katından ilim verdiği ve görevlendirdiği kişiyle Hz. Musa’nın seyahatinden yola çıkan, derin mi derin, engin mi engin üç mütebahhir âlim! Sözü bir şekilde eğitime getirmişler. Kendi çağlarındaki eğitim-öğretim hayatına ayna tutmuşlar ve yansıtmışlar. Belki sonraki nesiller ibret alır diye. Bir başka deyişle kıssadan bağımsız yaşadıklarını yani tecrübelerini dile getirmişler.

Üçü, üç ayrı yönden bakmış eğitim olayına. Matüridî’nin derdi öğretmen: Nasıl bir öğretmen? Razî öğrenciden dertli: Öğretmen karşısında öğrenci nasıl olmalı? Safedî ise konuyu başka bir alana çekmiş ama yine eğitim. O da şeyhleri dert etmiş: Şeyhin müride muamelesi nasıl olmalı?

Sırasıyla gidelim efendim!

Öğretmen

İmam Matüridî özellikle öğretmenin konumunu, durumunu ve tutumunu göz önünde bulundurmuş ve şöyle bir değerlendirmede bulunmuş: İlim elde etmek ve tecrübesinden istifade etmek için bir âlimin yanına gidip gelen kişi, onda bir çirkinlik, çekilmez bir kabalık ve zulüm görürse derhal terk etsin.

İlim öğrenmek gidip gelerek yani süreklilikle olur. Çünkü bilgi aşama aşama elde edilir. Bir anda bilgi öğrenmek mümkün değil. Bu, öyle bakkaldan, çarşıdan, pazardan bir şeyler almaya benzemez. Kaldı ki alış verişte bile zamana ihtiyaç var. Bir öğretmene giden kişi, eğer onda ahlakî zafiyetler, zararlı bir takım çirkinlikler, uygunsuzluklar ve zulüm derecesinde kabalıklar görürse ondan ilim almaktan ve tecrübe edinmekten vaz geçmeli. Bu tür öğretmenden uzak durmalı. Çünkü ilim bir güzellik. Ama çirkin bir elde, defolu hale gelir. İlim almak, huy almak ve hal ile hâllenmek. Başka türlü söyleyeyim: Verenin halinin ve huyunun alana geçmesi. Çirkinlik, kabalık ve zulüm bir defo. Defolu hale gelmiş bir güzellik de, güzellik olmaktan çıkmış demek.

Niye böyle düşündü acaba büyük İmam? Hayatına ve yaşadığı zamana bakınca anlaşılıyor bu. Bizim yaşadığımız 15 Temmuz’a benzer bir Karmatî-Batınî darbe tecrübesi yaşamış. Onlara yönelik iki de eleştiri kitabı yazmış. Felsefe konusundaki tedirginliği de biraz bundan olsa gerek. Dediği şu: Felsefeyi okuyun da ölçünüz Kur’an olsun. Kur’an’a uyanı alın, uymayanı bırakın. Onu böyle düşünmeye iten, dönemindeki Batınîlerin felsefeyi kendilerine kalkan yapması. Bu yüzden büyük İmam, felsefecilerle Batınîleri aynı karede anar. Demek ki bu söz ile kastı büyük ihtimal hoca kılıklı Batınî dâîler. Ancak o dönemde böyle düşünen sadece Matüridî değil. Çağdaşı Mu’tezilî tarihçi Makdisî de yazdığı tarih kitabında felsefecilerin söylediklerine mihenk olarak Kur’an ve Sünneti önerir. İki asır sonra yine güçlü bir Batınî tehlike nükseder. Büyük Selçuklular zamanı. Batınîlerin esas oğlanı Hassan Sabbah. Haşhaşiler diye anılırlar. Büyük Selçuklu’nun veziri Nizamülmülk siyasetle, İmam Gazzalî de kalemiyle onlarla mücadele eder. Batınîlerin ipe sapa gelmez saçmalıklarını eleştirir Büyük Selçuklu alim Gazzalî, beş kitapla. İki kitapla da felsefecilerin tutarsızlıklarına eleştiri getirir. Bir ölçüde çağdaşı büyük müfessiri Zemahşerî de aynı dertten muzdarip. Batınîlerin ve felsefecilerin hikmet ehli ve takipçileri oldukları iddialarına İsrâ Sûresinin 39. ayetinin tefsirinde cevap verir. Dediği özetle şu: Hikmetin başı ve temeli tevhittir. Bir kimse zirveye ulaşsa hatta başı göğe değse, tevhit olmadıkça o hikmet dediği şeyin bir kıymeti yoktur. Başında bir olmayan bir sürü sıfırın değerinin olmadığı gibi. Nitekim onlardan bazılarına hikmetin hiç faydası olmamış olacak ki, hak dinden uzaklaşmada akılsız varlıkları bile geride bırakmışlar.

Öğrenci

Fahreddin Razî de öğrencilerden yana dertli, demiştik. İki tiptir diyor, bu öğrenciler.

Birinci tip, bir şey bilmez ama bilmediğinin farkında. İlim ortamına girmemiş. Söz ve sohbet meclislerinde bulunmamış. Ne bir şey söyler ne itiraz eder. Eh, buna bir ölçüde katlanılır.

Bir tip de var ki, epey bir şey öğrenmiş. Bilgiç. Kendince delil getirir, çıkarsama da bulunur hatta itiraz eder. Üstün gördüğü kişilerle bir arada olmak ve onlarla görünmek de hoşuna gider. Ancak freni yoktur. Bir şeyler biliyor ya, sürekli müdahale eder. Kendince çirkin veya yanlış gördüğü her şeye itirazda bulunur. Halbuki itiraz ettiği şey, gerçekte güzel ve doğru. Niye onu göremez? Çünkü ilmi ve tecrübesi yetmez. Niye itiraz eder? Çünkü bilmediğini bilmez. Buna eskiler cehl-i mürekkep demişler. Katmerli cehalet. Bilmemek, bir de üstüne bilmediğini bilmemek. Hani insan bilmez ama bilmediğinin farkında olur. Bu, normal bir cehalet. Böylesine laf anlatılabilir. Öteki tam bir eziyet. Deveye hendek atlatmak ona bir şey anlatmaktan kolay. Hoca, bir anlatır, iki anlatır, üç anlatır, sabır testisi çatlar, filim kopar. Buraya kadar. Sonrası ayrılık. Herkes kendi yoluna.

Razî’nin gönlündeki öğrenci tipi: Mütevazı. Yani ne ezik ne ukala. İkisi arası orta halli. Bunun için hocaya görev düşüyor: Öğrenciyi ezmeyecek ama gurur ve kibre kapılmasına da meydan vermeyecek. Merhamet, hilim ve gayret olacak ama disiplin de bulunacak. Öğretmenin bilgi ve donanım yerinde olacak, alçak tarafını öğrenciye vermeyecek…

Demek böyle tecrübeler yaşamış büyük İmam. Çok münazara meclislerinde bulunmuş. Bazılarına laf anlatmanın ne kadar zor olduğunu görmüş. Onun belalısı da zamanındaki Kerramîler. Gördüğü ile yetinen, yüzeyselde tepinen, bilmediğini bilmeyen, bildiğinde ısrar eden. Razî’nin de dili sivri, bilgisi ve tecrübesi yerinde maşallah… Ezip geçiyor. Öteki, ezik. Ama acındırma ustası. Lafazan. Kürsüde tek başına kükreyen bir aslan. Veriyor gazı kalabalığa. Kopuyor yaygara. Koşuyor herkes meydana, seyirlik kavgaya. Tam bir militan. Aman Allah’ım aman… Ne merhamet, ne insaf, ne izan!? Artık Razî’ye yer yok orada… Çünkü bilgi dışında her şeyin olduğu yerde, âlime yer yok.

Şimdilerde bunlara takipçi diyorlar. Kavga edenlerin, belden aşağı vuranların, ölçüsüz konuşanların, mahremiyet ve ahlak tanımayanların, dünyaya bel altından bakanların peşinde mebzul miktarda. Böyle olmayanlar var mı? Vardır herhalde… İnsanın olduğu yerde iyiler de çoktur, kötüler de. Zaten iyiler çekilirse tümden meydandan, kıyamet koptu bil!

Şeyh

Dedik ya, büyük âlim Safedî de şeyhlerden yana dertli. Bir türlü müridin yakasını bırakmayan şeyhlerden. Müridin aklını ve iradesini kiralık cebinde taşıyan. Mürit de saf, eh biraz da tamahkar. Teslim etmiş aklını iradesini, üstüne bir de nesi var, nesi yok vermiş. Niye? Ardından çok şey gelecek diye. Ne diyelim? Kendi düşen ağlamaz. Allah bile böylelerini kendi haline bırakmış. Biz de bırakalım. Ama sözümüzü söyleyelim, belki açık kalpli bir talip çıkar.

Safedî’nin dediği kısaca şu: Şeyh, hakka ulaştıracak yolu ve yöntemi müridine gösterir, yola koyar; asla Rabbi ile müridi arasına girmez.

Azıcık açalım: Mürşit konumundaki şeyh, müride ilmi, irfanı, ameli, takvayı ve ihsanı öğretir; zâhirin esas, bâtının ona bağlı olması gerektiği bilincini verir; pergelin sabit ucunu sürekli şeriatta tutmasını tembih çeker; bilgisi olmayan konulara dalma konusunda uyarır, yolu gösterir, yolcu eder ve Allah’a ısmarlar…

Yakasına yapışıp dizi dibinde oturtup iç güvesi muamelesi yapmaz ona…

Nerde bulacaksın böylesini? Bir büyük sufînin dediği gibi, bu yolun haramîleri çok. Hem haramî hem haramzede hem haramzâde…

Allah’ın rahmetinden ümit kesilmez! O’nun verdiği iki nimet varken ümitsizlik olmaz. Nedir onlar? Akıl ve kılavuz. Akıl sende var zaten. Farkındaysan şayet. Kılavuz da Allah’ın Kitabı ve Nebi’nin Sünneti. Yönelmen ve tutunman şartıyla…

Demiştik, bir daha diyelim: Öğretmen, hoca, âlim, şeyh, mürşit… yoldaki işaretler gibi olmalı. Yolu göstermeli, kendilerini değil.

*

Efendim, gökten üç yaprak düştü.

Altında dur, korkma!

Elma değil ki, kafanı kırsın.

Yaprak işte da!

Göze çarpar, zihne girer, söze döner, dile gelir, gönle gider…

Tabi ki açık olana…

Rabbim!

Gönlümü açık et.

İşimi kolay kıl.

Dilimin bağını çöz.

Ta ki beni anlasınlar…

***

Kaynak da verelim meraklısına:

Ebû Mansur el-Matüridi, Te’vilâtü’l-Kur’an, nşr. Bekir Topaloğlu-Murat Sülün, Mizan Yayınevi, İstanbul 2007, IX, 39, 83-84.

Fahreddîn er-Razî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Daru İhyâu’t-Turasi’l-Arabî, XXI, 152-153.

Cemaleddîn es-Safedî, Keşfu’l-esrâr ve hetku’l-estâr, nşr. Bahattin Dartma, İSAM, İstanbul 2019, III, 36.

6 Receb 1441 / 1 Mart 2020.

Cağfer KARADAŞ

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir