Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Nisan 19, 2024

Yetmez Ama Evet

Güçlü ülkelerin melek olmadıklarını, fakir ülkeleri taammüden istikrarsızlaştırdıklarını, komşu fakir ülkeleri birbirine düşürdüklerini, fakir ülkeleri birbirine düşürmeseler bile bu ülkeler birbirinde düştüklerinde bu ülkeleri uzlaştırmaya güçleri yettiği halde bu insani çabayı göstermediklerini bilmiyor değiliz. Lakin fakir ülkelerdeki her kötülüğün altında da gelişmiş ülkelerin melanetliklerini aramak pek doğru değil.

Başarısızlık için her zaman bazı bahaneler bulunabilir ama bazı başarısızlıkların pek de haklı bahanesi yoktur. Bazı başarısızlıkları görünce aklıma, ağır bir günah işleyen bir adamın gene her zamanki gibi bu ağır günahı işledikten sonra “Vay şeytan! … Gene beni yoldan çıkardın” diyerek Şeytan’a sövmesinden sonra Şeytan’ın da ona “Vay utanmaz. Ben de senin… Bu kadarına benim bile aklım ermezdi. Bu iş senin işin” diye karşılık verip küfrü iade etmesi geliverir.

Hadi diyelim ki, Güney Kore’nin kalkınması, dininden bile vazgeçmesinin bedeli olarak, gelişmiş Batılı ülkelerin ona verdikleri o muazzam destek sayesinde oldu! Ya Japonya nasıl kalkındı? Yoksa “Bu küçücük ada gelişip güçlense ne yazar, bize gücü yetecek değil ya” diye düşünerek birileri Japonya’nın tekerine taş koymaktan imtina ettiler de, Japonya bu sebepten mi kalkınabildi? Bu düşünce teorik olarak tamamen reddedilemese bile pek de doğru gibi gözükmüyor. Hatta “Allah ABD’nin sevdiklerinden değil, dövdüklerinden etsin” diye bir düşünce bile var. Neymiş efendim, ABD bir ülkeyi döverse sonra da pişman olurmuş da, “Haksızlık ettik be! Şu ülkeye biraz yardım yapalım da haksızlığımızı telafi edelim” dermiş güya ve bu ülke de böylece kalkınırmış! En büyük darbeyi Japonya yemiş, en büyük mükafatı da Japonya kapmış! Hatta Almanya’nın İngiltere ve Fransa’dan daha önde oluşunun sebebi de ABD dayağı yemesiymiş! Güçlü ülkelerin melek olmadıklarını, fakir ülkeleri taammüden istikrarsızlaştırdıklarını, komşu fakir ülkeleri birbirine düşürdüklerini, fakir ülkeleri birbirine düşürmeseler bile bu ülkeler birbirinde düştüklerinde bu ülkeleri uzlaştırmaya güçleri yettiği halde bu insani çabayı göstermediklerini (1996’da Ruanda’da olduğu gibi) ve daha nice Şeytani işleklerini bilmiyor değiliz. Lakin fakir ülkelerdeki her kötülüğün altında da gelişmiş ülkelerin melanetliklerini aramak pek doğru değil.

Bir tarihte bir üniversitedeki arkadaşımı ziyarete gittiğimde her bir soyaddan insanın isimlerini hocaların kapılarında sadece bir değil, ikişer, bazen de üçer tane görmüştüm. Böyle bir durum istisnai olarak olabilirdi ama durum öyle pek de istisna değildi. Belli ki bir yere hoca olarak girenler çocuklarını, olmadığı yeğenlerini de aynı okula hoca olarak sokuyorlardı. Böyle durumlara büyükçe devlet kurumlarında da çok sık rastlanır.

ÖSYM Başkanı Ünal Yarımağan zamanında 2010 yılında soru çalınıp da gözler bu kuruma odaklanınca bu kurumda çalışanların ekseriyetinin birbiriyle akrabalık ilişkisi içinde olduğu net bir şekilde görülmüştü. Böyle şeyleri de bize yabancılar zorlamadılar herhalde. Üç kardeş arasındaki üç dönüm tarla davasının 30 sene sürdüğünü hepimiz bilirdik ama rahmetli Abdürrahim Karakoç o meşhur şiirinde “Bu dava dedemden kaldı hakim beğ” deyince hepimizin hafızasına kazındı ve dilimizde pelesenk oldu. Neden acaba üç dönüm tarlanın üç kardeş arasındaki davası bir türlü bitmiyordu?

Köylüler mahkemeye gitme bahanesiyle ara sıra şehre uğramaktan birazcık hoşlanmıyor değillerdi ama mahkeme masraflarına katlanmaktan rahatsız oldukları gibi ellerindeki bir karış toprağı kaybetmekten korkmuyor da değillerdi. Ayrıca akrabalarla kavgalı-nizalı olmak hiç keyif verici bir şey değildi. Davaların bu şekilde bir türlü bitmemesi sebebiyle vatandaşın musdarip olması kaçınılmazdı ve bu meselelere çözüm bulmuyor diye vatandaşların hükümeti suçlaması seçilmiş hükümetleri memnun etmiş olamazdı. Peki, hem vatandaş hem de seçilmiş hükümetler çözüm istiyorlardı da neden çözülmüyordu bu meseleler? İnsanın aklına “Acaba hukuk adamları acze düştüklerinden mi çözemiyorlardı bu davaları?” diye geliyor ama pek de böyle değildi. Bazı ehliyetli ve iyi niyetli hakimlerin bu türden davaları tüm tarafları tatmin ederek çözdükleri görülüyordu ara sıra. Besbelli ki bu davaların süre gitmesinden hukuk camiasının bir bütün olarak menfaati vardı ve hukuk camiası “Yürütme yasamaya karışmasın” diyerek kuvvetler ayrılığı ilkesini suiistimal etmek suretiyle hükümetleri bu işlere müdahaleden uzak tutuyorlardı. Hoş, hükümetler de bir fırsatını bulup bu işlere müdahale ettiklerinde daha iyi şeyler oluyor da değildi. Yargı kurumunun halkın taleplerini hiç dikkate almadan başına buyruk hareket etmesi elbette demokratik mekanizmanın iyi işlememesindendi ve demokratik mekanizmanın iyi işlememesinde de dışarıdan müdahalelerin rolü vardı ama adalet mekanizmasının fakir ülkelerde böyle kötü işlemesinin asli faili de güçlü ülkelerin müdahalesi değildi.

Bir şeyin (mal-mülk, makam-mevkii) emek ile, liyakatle ve ehliyetle elde edildiği görülürse herkes bu değerli şeyleri elde etmek için alın teri döker, dizini kırıp göz nuru ile ehliyet ve liyakatini geliştirmeye çalışır ama bu böyle değil de, bu değerli şeyleri elde etmek için alın terinden ve göz nurundan ziyade birilerini aracı etmek gerekiyorsa insanlar gayretini birilerini bulmaya teksif eder. Bu değerli şeyleri elde etmekte alın teri ve göz nurunun tamamen ihmal edilmesi mümkün değildir, mutlaka bazı başarı kriterleri aranacaktır. Başarı kriterleri söz konusu olunca da diploma ve sertifikaları esas almak kaçınılmazdır. Bu defa da insanlar diploma ve sertifika elde etmek için olmadık kapıları zorlayacaklar ve piyasa kalitesiz diploma ve sertifika veren kurumlarla dolacaktır. Eh işte, ülkemizde üniversite sayısının 206’ya ulaşması tam da budur. Lakin tıp ve dişçilik gibi bazı mesleklerin belirli bir standardın altına düşmesi tehlikeli olacağı için bu mesleklerin okullarının kalitesi bir şekilde korunur. Ayrıca bazı nam yapmış üniversiteler, icabında dış ülkelerin de yardımıyla, müdahalelere direnirler ve kalitelerini koruyabilirler, ODTÜ, BOĞAZİÇİ ve BİLKENT’te olduğu gibi.

Bu makalenin konusu ekonomi olması lazımdı ama henüz doğrudan ekonomi ile ilgili konulara dokunulmadı. Neden acaba? Başarılı bir ekonomi idaresi denince akla; enflasyonu kontrol etmek ve bunun için de para arzına ince ayar vermek, yatırım ve ihracat teşviklerini iyi belirlemek ve uygulamak, altyapı yatırımlarını isabetli ve yeterli yapmak, yabancı sermaye girişini başı boş bırakmamak, vergi politikasını isabetli belirlemek, ithalat ve ihracata konulacak vergi ve kısıtlamaları akıllıca yapmak gibi şeyler gelir ama adalet, ehliyet ve istikrar olmadan bunların hiç birisi doğru-düzgün uygulanamaz. Peki, “Biz hiç bir şeyi düzgün yürütemiyoruz; adalet hak getire… tayin ve terfilerde ehliyet ve liyakat kimsenin umurunda değil… hakim ve savcılar artık talimatla iş yapıyorlar… iş yaptırmak için ya rüşvet vereceksin ya da adamını bulacaksın…” gibi şikayetler ne kadar doğru-ne kadar yanlış, biz bu illetlerden kurtulma yolunda hiç olumlu adımlar atmıyor muyuz? Bu ülkede adalet mekanizması külliyen felç olsa herkes birbirinin gırtlağına sarılır, herkes diğerlerinin malına ve ırzına uzanmaya kalkar ve kimse de doğru-düzgün taş üstüne de taş koyamaz. Elhamdülillah durum bu derecede kötü olmadığı gibi mala, cana ve ırza karşı işlenen suçlar bakımından da dünya ülkeleri arasında öyle çok kötü bir durumda da değiliz. Malına, canına, ırzına aile dışından birinden zarar gelme endişesiyle yaşayan arlı-namuslu insanların sayısı çok da fazla değil bu ülkede elhamdülillah. Lakin eşinden, çocuğundan, kardeşinden, babasından, yani ailesinden birinden zarar geleceği endişesiyle yaşayanların sayısı pek de az değil bu ülkede maalesef. Sahip olduğu mülkü birinin gasp edeceği endişesini taşıyanların sayısı bakımından da kötü durumda olmadığımız kesin.

Ehliyet ve liyakate hiç dikkat edilmese önemli kurumlardaki bazı önemli görevleri işgal edenlerin en sıradan okulları zar-zor bitirmiş olmaları gerekir, değil mi? Hayır, pek de öyle değil. Önemli görevlerdeki insanların kahir ekseriyeti kaliteli okullardan mezun iyi derecelerle okullarını bitirmiş insanlar. Böyle olmasa herkes neden en iyi okullara girmek için kendini paralasın? Bu durumun böyle olması kayırmacılığın olmadığı anlamına gelmez tabii ki de. Elbette iyinin de iyisi var. Önemli görevlerdeki insanların kahir ekseriyetinin kaliteli okullardan ve iyi derecelerle okullarını bitirmiş insanlar olmaları kayırmacılığın hiç olmadığı anlamına gelmez ama tayin ve terfilerde azami derecede olmasa bile yabana atılmayacak derecede dikkatli davranıldığı anlamına gelir.

Ehliyet ve liyakate dikkat hususunda belli bir derecede hassasiyet gösterilse bile bu dikkat azami derecede değilse bu yetersiz hassasiyetin ülkeye büyük bir maliyeti olacaktır elbette. Tayin ve terfilerde liyakat ve ehliyete azami derecede dikkat etmeyenler, imtihan komisyonlarında görev aldıklarında oradan-buradan verilmiş isimleri ceplerine koyup eşitliğe riayet etmeyerek iltimas yapanlar, böyle yapacaklarını bilerek ve böyle yapmalarını isteyerek imtihan komisyonlarını oluşturanlar bilmeliler ki en büyük günahlardan ve en büyük ahlaksızlıklardan birini irtikap ediyorlar. Bu ülkede iş arayan hemen herkes kendisine torpil olacak birini arıyorsa ve çekinmeden “falan kişi falan yerde imtihana girecek, tanıdığın biri yok mu?” diye sorabiliyorsa o ülkede en büyük ahlaksızlıklardan biri meşrulaşmış demektir. Bir ülke için bundan daha tehlikeli bir şey pek yoktur. Şimdi de soruyorum, hangimiz kendimiz veya bir yakınımız işe girmeye çalışırken iltimas geçecek (eşitliği bozacak) birini aramadık? Bir defasında yüksek seviyede birçok insanın bir arada bulunduğu bir hemşeri toplantısında herkes ne kadar iyi hemşeri kolladığıyla övünüyordu. Ben “Yahu ne yapıyorsunuz, çok kötü bir şeyle övünme yarışına girdiniz ha!” deyince bir süre ortalık buz kesti. Bu ülkede böyle şeylerle övünmek şöyle dursun, bir gün gelir de böyle şeyleri yapmaya yeltenmek çok büyük bir ayıp haline gelirse işte o zaman bu ülke bir başka hızla yol almaya başlar.

Türkiye, tasarruf seviyesinin düşüklüğü gibi büyük bir bela ile karşı karşıya. Neden acaba? Paranızı harcarsanız gönenirsiniz ama yatırıma koyarsanız birileri bazen suç işleyerek, bazen de suç işlemeksizin malınıza ve paranıza zarar verebilir. Bu da, bu ülkede suçun iyi tanımlanamadığı, suç işleyenin tespit edilemediği ve cezaların hafifliği sebebiyle birilerinin suç işlemeyi göze aldığı anlamına gelir. Bir ülkede suçun tanımı iyi yapılamıyorsa, suç işleyen tespit edilemiyorsa ve cezaların hafifliği sebebiyle birileri suç işlemeyi göze alabiliyorsa insanlar yatırımlarını en verimli alanlara değil de, en güvenli alanlara yaparlar. Bu da yatırımların nemasını düşürür ve insanlardaki yatırım yapma eğilimini zayıflatır. İşte Türkiye’de tasarruf oranının düşüklüğünün asli sebebi budur. Bu tasarruf seviyesiyle dışarıdan kaynak temin etmeksizin tatminkar bir kalkınma hızına ulaşmamız da hayaldir.

17 yıldır ülkemizi idare edenler güvenli yatırım ortamı oluşturmada ülkemizi arzu edilen seviyeye ulaştırabildiler mi? Hayır. Elbette belirli bir seviyede güvenli bir yatırım ortamı var ama bu seviye arzu ettiğimiz seviye değil. Ne yapalım bu durumda? “Bu adamlar yeterli notu tutturamadılar, gönderelim o halde” diyelim, öyle mi? Hayır, yeterli hale getiremediler ama epeyce de iyileşme yaptılar. Yani, yetmez ama evet. Ve orta yerde daha iyisi görünmediği için de mevcutlarla yola devam.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir