Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Mart 28, 2024

Türk Askeri Kültürünün Günümüze Taşınan En Belirgin Özelliği Üste İtaattir

Askeri tarih, İstanbul tarihi ve kültürü üzerine çalışmalar yürüten Milli Savunma Üniversitesi Öğretim Üyesi A. Sefa Özkaya ile bir araya geldik. Editörlüğünü yürüttüğü “Türk Askeri Kültürü” kitabını, Türk askeri kültürünü, geleneklerini, ordu-millet ilişkisinin kökenini, Batı ordularıyla aramızdaki farkın nedenlerini ve yerli bir doktrin olarak ilk defa A. Sefa Özkaya’nın ortaya koyduğu “Dört Yön Doktrini”ni konuştuk. Keyifli okumalar dileriz.

A. Sefa Özkaya: Türk askeri kültürünün günümüze taşınan en belirgin özelliği üste itaattirA. Sefa Özkaya : “Aslında her kuşatma, bir zamanlar terk ettiğiniz tedbirlerin birikerek sizi kuşatmasıdır”

Hocam öncelikle editörlüğünü yaptığınız “Türk Askeri Kültürü” adlı kitabınız hayırlı olsun. Birçok önemli tarihçinin makalesini bir araya getiren kıymetli bir eser. Haliyle birbirinden değerli çalışmaları ve önemli isimleri bir araya getirmek kolay bir iş değil. Böyle bir çalışmanın ortaya çıkmasını sağlayan motivasyon nedir? Bize biraz kitabın hikayesinden bahseder misiniz?

Öncelikle güzel dilekleriniz için teşekkür ederim. Kitabın hikayesinin başlangıcı esasında çocukluk günlerime kadar gidiyor. Küçük yaşlarda öğretmenime sorduğum bir soru vardı: Hem Hunları hem Göktürkleri hem de Selçuklu ve Osmanlı’yı bir arada okuyabileceğimiz bir çalışma var mı? O zamanlar böylesi bir çalışmanın olmadığını anlamıştım. İlerleyen dönemlerde ise böylesi bir eserin birileri tarafından yazılması gerektiği görüşü belirdi zihnimde. En nihayetinde ise madem böyle bir eser yok, böylesi bir çalışmayı yapmaya girişim de yok bari ben yapayım düşüncesiyle işe koyuldum. Tabi ki kitaba başlamadan evvel uzun yıllar kitapta kullanabilmek adına malzeme biriktirdim. Oldukça sık okudum, çeşitli tarihi silahları tanıyıp kullanmaya çalıştım, modern silahları görüp anlamaya çalıştım. Daha sonra ise kitabı yazma sürecine yavaş yavaş girmeye başladım. 2010’ların başında kitap için yazma çalışmalarına başladım diyebilirim. Kitap için kullanılacak materyal temini, yazma işlemi, kitabın sistematiğini oluşturma gibi işlemlere başlarken “Dört Yön Doktrini” adı altında ilk defa bizlere ait yerli bir savaş doktrini oluşturdum. Bunlarla birlikte Türk askeri kültürünün kara, hava ve deniz olacak şekilde tasnifini gerçekleştirdim. Üçüncü kalemde ise kültür tasnifini ele aldım. Var olan antropoloji merakım ile birlikte şehir ve askeri tarih alanında çalışan biri olarak şehir ve askeri tarihi kültürün iki kolu olarak ele aldım diyebilirim. Kitabın içeriğinde üç kol daha mevcut ancak o konumuz dışında kaldığı için o bölümü okuyuculara bırakıyorum. Kültür kavramını kitap içerisinde beş bölüme ayırdım. Şu an bu kültür bölümlemesinden şehir kültürü ve askeri kültür başlıkları üzerinde duracağım.

Bizde maalesef medeniyet kelimesinin çıkış kodları çok sağlıklı değil. Medeniyet kelimesi köken olarak “civilization”dan gelir. O da Latince şehri yöneten teşkilatın adına karşılık gelen “civitas” kelimesinden türemiştir. Bu adlandırma Tanzimat döneminde dilimize medeniyet şeklinde geçmiştir. Daha sonra ise biz medeniyet denilen bu kavramı daha çok uygarlık anlamıyla kullanmaya başladık. Bunun sebebi ise şehir hayatına ilk geçen Türk devleti olan Uygurlar olmasından dolayı medeniyet tanımlaması uygarlık ile özdeşleştirildi.  Medeniyet tanımlaması Mehmet Akif’in tanımlamasıyla bir dönem tek dişi kalmış canavar şeklinde görülürken, Ziya Gökalp’in çalışmalarıyla bu kelime makul bir hale geldi. Konumuza geri dönersek bu konuda kültür ve medeniyet kavramları üzerine Avrupalı önemli sosyologlarının söyledikleri tanımlamalar yerine kelimelerin etimolojik kökenlerine inerek yeni şeyler söylemeye çalıştım. Bu kapsamda da bir kültür tasnifi yaptım. Çünkü kültür ve medeniyet gibi kavramların birbirleriyle ilişkisini anlamak ve kavramak adına bu gerekliydi. Kültür mü üstün yoksa medeniyet mi? Ya da bu iki kelime değer olarak birbirlerine denk mi? Bunlar önemli sorular. Bu muğlaklığa açıklık getirme gayreti gösterdim.

Bir ürün iki farklı şekilde ortaya çıkar. Bunlardan biri tabiatta kendi kendine var olarak yani doğal olarak ikinci olarak ise kültür olarak. Doğada var olan şeylerin insan eli değmiş haline biz kültür diyoruz. Doğada gördüğümüz bir mantara sadece mantar derken, insan eliyle üretilene kültür mantarı dememizin sebebi esasen bu. Düşünce, malzeme, teknik, bilim vb. her şey kültüre dahildir. Diğer taraftan kültürün üretmiş olduğu farklı kollar var. Az önce de ifade ettim; ben kültürün şehir kültürü ve askeri kültür ayağını çalıştım hayatım boyunca. Şehir kültürü bölümünde İstanbul üzerine çalışmalar yürütürken, askeri kültür bölümünü ise strateji ve askeri felsefe bağlamında ele almaya çalıştım. Ortaya koyduğumuz bu kitap da bahsettiğim kültür tasnifinin askeri kültür kolunu öncelikli olarak ele alan, daha sonra ise askeri kültürü kara, deniz, hava kültürü olarak üçe ayırarak tekrardan inceleyen bir yapı içerisinde. Bunlarla birlikte özellikle kaleme aldığım kitap içerisindeki makalemde Türk askeri kültürünün ana dönüşüm hatlarını irdeledim. Hunlardan günümüze nasıl geldik? Askeri kültür içerisinde kaç tane kırılma noktası vardır?  Hun, Kök Türk, Uygur, Karahanlı, Gazneli, Memlük, Büyük Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde Türk ordusu nasıl bir düzendedir? Türk kültüründe at hangi öneme sahiptir? Teşkilat, lojistik, istihbarat faaliyetleri ne şekilde gelişmiştir? Türk askeri kültürünün Batı askeri kültüründen farkları nelerdir? Günümüz Türk Silahlı Kuvvetleri’nin nasıl bir kültür yapısı vardır? gibi birçok soruya az önce ifade ettiğim perspektiften bakmaya çalıştık.

Tabi şunu belirtmem gerekir; bu tek başına bana ait bir çalışma değil. Çok değerli yazarlarımız, hocalarımız değerli zamanlarını ayırarak katkıda bulundular. Bundan dolayı onların hepsine minnettarım.

İlk defa böyle bir çalışmaya giriştikten sonra böylesi bir çalışmanın yükünün altına girsem mi diye  tekrardan düşündüm. Ve dedim ki; ben bu konuya yeterince hakim değilim. Bu konuya hakim olmadığım için oturup bunu yazmamalıyım. Bunu zaten önsözde de belirttim. Bir süre sonra kitaba tekrardan başladım. Ancak kitaba başlama sebebim konuya hakim olmam değil, asla bu konuya tam olarak hakim olamayacağımı anlamam oldu. Bu yüzden de elimizden ne geliyorsa günahlarıyla, sevaplarıyla yapmaya çalıştım. Biz eğer bir hata yaptıysak bir sonraki nesil bunu okuyup düzeltsin, doğru yanları ise yanımıza kar kalsın. Böylece yapılan hataların düzeltilmesiyle sağlıklı bir tarihsel ilerlemeye katkıda bulunmuş oluruz. Bilim tam olarak budur. Her şeyi ben buldum, ben yaptım bilimin yaklaşımı değildir. Daha sonra ise bunu tek başıma ben yazmayayım, alanının uzmanlarından da bu çalışmaya destek rica edeyim diye düşündüm. Sağ olsunlar ricamı geri çevirmediler. İlber Ortaylı, Feridun Emecen, İdris Bostan, Ali Fuat hocalarımız başta olmak üzere birçok hocamız katkılarını esirgemediler. Kitabın hem kronolojik hem de tematik bölümlerine önemli katkıda bulundular. Kitabın özellikle de tematik kısmını oldukça önemsiyorum. Türk askeri mimarisinden askeri tıbbına kadar geniş yelpazede önemli konuları içeriyor. Deniz, istihbarat, gelenek, örgüt kültürü, coğrafya vb. çeşitlilik söz konusu kitabın içerisinde.  Mahir Aydın hoca “Ot” adlı ilginç bir makale yazdı mesela. İlk başta garip gelebilir ancak ot olmazsa savaş olmaz. Ot demek bugünkü tankın yakıtı demek.  Ot demek at, et ve süt demek. Yani ulaşım ve beslenme demek.  Bu sebeple de kitabın adı Türk Askeri Tarihi değil Türk Askeri Kültürü’dür.

askeri kültür

Elbette Türk askeri kültürü, tarihi, istihbaratı, teknolojisi ve stratejik yönü ile çok kapsamlı bir konu. Ancak ben yine de konuya dair genel birkaç soru sormak istiyorum. İlk olarak öğrenmek isterim, Türk askeri tarihi ne zaman başlar?

Buna soruya cevap vermek gökyüzündeki yıldızın ne kadar uzak olduğunu kestirmek gibi bir şey. Bu tarihsel süreci net olarak ölçümleyebildiğimiz bir şey yok. Eğer metrenin tanımını yaparsak ve yüz tane santimden oluşan şeye bir metre dersek bir sonuca varmak mümkün. Bizim bunun gibi aradaki süreyi ve zamanı ölçebilecek net tanımlarımız yok. Her ne kadar belirli ön kabuller olsa da bazı konularda çok geriye gidemiyoruz. Mesela Türk kelimesi. Hunlara dahi teknik olarak Türk diyemiyoruz. Neden? Çünkü Türk milleti bu adı Göktürkler itibariyle taşımaya başladı. Bu süreçten önce ise bu toplum Hun olarak adlandırılıyordu. Bu konuya bir örnek daha vereyim. Eskiden Latinler vardı. Bugün ise kendine Latin’im diyen yok, daha çok türevleri olan adlandırmalarla ulus adlandırmaları yapılıyor. Fransız, İspanyol, Portekizli, İtalyan vb. ulusların hepsinin temel atası Latinler’dir. Her Fransız Latin’dir ancak Fransızlara Latin diyemeyiz. Hunlar ile Türkler arasındaki ilişki de esasen böyledir. Bu anlamda Hunlar için Proto Türk yani erken Türk olarak da adlandırabiliriz. Bu veri üzerinden soruya dair bir değerlendirme yapacak olursak MÖ. 209 temsili bir başlangıç tarihidir. Bugün Türk Kara Kuvvetleri Komutanlığı da kendine başlangıç tarihi olarak bu temsili tarihi seçmiştir.

Hocam Hunlardan, Uygurlara, Gaznelilerden Osmanlı’ya uzanan farklı coğrafyalarda nüfuz etmiş birçok Türk devleti tarihi süreçte varlığını sürdürdü. Bu anlamda az önce ifade ettiğiniz gibi derin bir mazi söz konusu. Benim merak ettiğim ilk dönemlerden bugünlere uzanan, belki çeşitli yönleriyle farklılaştırılarak günümüzde hayat bulan ana hatlarıyla mirasçı bir Türk askeri gelenekleri nelerdir?

Türk askeri kültürünün günümüze taşınan en belirgin özelliği üste itaattir. Günümüzde dahi bir asker kendinden birkaç gün kıdemli olan askere tabi olma konusunda dahi zorluk yaşamaz, çünkü bu konudaki kural nettir. Askerlikte rütbe esastır ve bu rütbeye tabi olunur. Zaten üste itaat olmadığı dönemlerle de çeşitli felaketler yaşanmıştır, tarihte bunun örnekleri mevcuttur. Peki bizim askeri kültürümüzün önemli bir parçası olan emre itaat Batı orduları içerisinde benzeri şekilde gerçekleşiyor mu? Cevap hayır. Uzman çavuş dahi albaya selam verirken öylesine verir, büyük bir sorumluluk hissi taşımaz. Mesai saati bittikten sonra o gönülsüz selamı da vermez. Burada askeri disiplinin başat rol oynadığını ve Türk askeri kültüründe disiplin olgusunun çok önemli bir yere sahip olduğunu belirtmek gerekir. Düşünün ki yirmi yaşına kadar bir kere dahi yatağını düzeltmeyen bir genç askere başladığı günden itibaren yatağını düzeltmek dahil olmak üzere birçok görevini nizami şekilde yerine getirmeye başlıyor. İlber Ortaylı’nın Türk askeri kültürünü çok iyi yansıtan bir sözü var: Bizim millet askerliğe çok meraklıdır. Askere gider tüfeğin orasını burasını karıştırır, kurcalar, temizler ama kendi çocuğunu eline versen o kadar ilgi göstermez. Bu durum sadece askeri kültür ile açıklanabilir. Bu durum aslında Türklerin iki bin yıldır genlerinde taşıdığı kodların tezahürü. Tabi bunlarla birlikte sıralanabilecek çok sayıda örnek var. Konuyla ilgili kitapta çok fazla örneğe yer verdim. Bunlarla birlikte kara, hava ve deniz kuvvetlerinin de kendilerine ait kültürel değerleri var. Deniz kültürümüz 1081 yılına hava kültürümüz ise 1910’ların başına kadar gidebiliyor. Her birinin kendi içerisinde farklı özellikleri var. Mesela deniz kültürü askeri kültürden kaynak kodları açısından farklıdır. Bu yönüyle deniz kuvvetleri hem deniz kültürü hem de askeri kültür taşıması sebebiyle diğerlerinden ayrılır. Yani deniz kuvvetlerindeki askerler hem asker hem de denizcidirler. İki meslekleri vardır. Karacıların omuzlarında taşıdıkları rütbe askeri rütbe iken, denizcilerin taşıdığı rütbeler askeri değil deniz rütbeleridir. Bu konuyla alakalı enteresan bir örnek vermek istiyorum. Genellikle bröveler göğüsün sol üst tarafına takılır. Ancak sat komandoları veya denizaltıcı aldıkları bröveleri böbreklerinin üzerine takarlar. Bu durum genel kabule göre şu anlama gelmektedir: Denizaltıcının başına bir kaza bela gelmezse ölüm sebebi bellidir. Basınç farklarından dolayı böbrek ilk iflas eden organ olur. Çünkü su altında görev yapmanın iç organları sıkıntıya sokan yönleri vardır. Bu sebeple de diğer askerlere göre yıpranma payları daha çoktur. Bu nedenle herkesin canı kalbinin üzerindeyken, su altı görevi yapanların canı ise böbreği üzerinde olduğundan onlar brövelerini böbrek bölümüne takarlar. Bu askeri kültüre dair bir şeydir. Kitapta buna benzer az bilinen ancak derin anlamlar içeren çok sayıda örnek mevcut.

Bilindiği üzere tarih boyunca Türkler, ordu-millet, ordu-devlet ilişkisi içerisinde yaşamlarını sürdürdüler. Günümüzde de toplumun asker ve askerlik konusu üzerindeki hassasiyeti ortada. Bu ilişkinin kökeninde neler var?

Dünyanın hiçbir yerinde ölüm riski olan bir yere insanlar davul zurna çalarak gönderilmez. Bu bize özgü bir şeydir. Tarihsel olarak baktığımızda Batı’da yaşayan insan surun içinde doğarken yani sivil alanda doğarken, Türklerin yaşadığı her yer askeri bölgedir. Bu sebeple her Latin sivil olarak doğarken, Türkistan’da, Orta Asya’da her Türk asker doğar. Yine tarihte Batı’da asker emekli olduktan sonra vatandaşlık hakkı kazanabilirdi. Bu yönüyle orada tarihsel süreçte sivil askerden üstündür. Esasen asker doğmak doğru bir kullanım değil bizler için. Savaşçı demek daha doğru. Çünkü günümüz anlamında asker parası karşılığı bu işi icra eden kişi tanımlamasını kapsar. Sonuç itibariyle her Türk asker doğar demenin kökeninde yaşanılan bütün alanın askeri bölge olması yatar. Ordu mensubu olmak zaten kendi başına payedir. Dolayısıyla en temel anlamıyla ordu-millet mevzuunun kökenindeki ilişki budur.

Batı tarzı ilk Osmanlı ordusunun Nizam-ı Cedid olduğu biliniyor. Bu süreç Türk askeri kültürü ile Batı askeri kültürünün etkileşime giriş noktası gibi algılanıyor. Türk ve Batı tarzı askeri kültürün ilk kesişim noktası gerçekten Nizam-ı Cedid midir?

Eğer Batı’yı bir coğrafya olarak ele alacaksak bu etkileşim çok eskiye dayanır. Bu noktada Atilla’yı bu etkileşimin ilk noktası olarak da görmek mümkün. Bununla birlikte Bizans ordusunda Türk askerlerinin bulunduğunu ve sarayın emniyetini sağlayanlar arasında Türk askerlerin bulunduğunu biliyoruz. Kısaca değinmek gerekirse tarihin çeşitli dönemlerinde Batı ile yolumuz bir şekilde kesişiyor. Ancak özet geçmeye çalıştığım bu süreçlerin büyük bölümünde Batı’ya karşı üstün durumdayız. Örneğin 900’lü yılların başında Avrupa veba, salgın hastalıklar, kötü kanalizasyon sistemi, çöp dolu şehirler, kötü işleyen şifa müesseseleri gibi birçok olumsuz vasıflar taşıyordu. Aynı dönemde ise Doğu’da durumlar farklı gelişiyordu. Tersi yöne bakarsak aynı dönemde Bağdat’ta durum nasıl? Hindistan’dan gelen baharatlar, Çin’den gelen kumaşlar, en güzel çini ve porselen işçilikleri gibi birçok önemli ürünün hayat kattığı zengin bir ticari ortam söz konusu. İlerleyen dönemlerde “military revolution” dedikleri askeri devrimi gerçekleşmesiyle Batı önemli bir hamle yapıyor. Bugünkü gelişmişliklerini ise bu askeri devrime bağlıyorlar. Baktığımız zaman 1914 yılında Osmanlı ve Çin toprakları hariç neredeyse bütün dünya toprakları Batılı devletlerin kontrolü altında. Bu durum ise iddialarını kanıtlar durumda. Aradan geçen bin yıllık süreçte ne oldu da işin rengi tam tersine döndü. İşte bu durumu incelemek tam da antropolojinin çalışma alanı. Bu duruma dair iki yaklaşım var. Birincisi, teknolojik determinizm, ikincisi ise kültürel determinizm. Yani bir görüşe göre Batı’nın günümüz gelişmişliğinin temel sebebi teknolojisini yükseltmesiyle mümkün oldu. İkinci görüşe göre ise kültürel yükselme Batı’nın gelişmişlik sebebinin esas nedeni olarak görülüyor. Ben bu görüşlerde ikisinin ortasının bulunmasından yanayım. Çünkü biri diğerini itekleyen önemli bir itici bir faktör. Sadece silahın gelişmişliği başlı başına toplumsal gelişimi getirmez. Eğer sadece silah yeterli olsaydı avcı toplayıcı toplumlar tarım toplumlarını yok ederlerdi. Yani elinde silah olan değil, biriktiren, kaydeden, hukuk müessesesi geliştiren kültürler kazanıyor. Silahı da bu gelişmişlik için bir enstrüman olarak kullanıyorlar. Lafın Batı ile kesişim odağında bakarsak uzun bir süre onlara karşı üstün bir şekilde geldik, daha sonra onlar kültürel ve teknolojik anlamda yükseldiler. Gelinen noktada ise bu gelişmişliği bizler nasıl sağlarız diye düşündük. Teknolojik determinizm mi yoksa kültürel determinizm mi uygulanması noktasında kafa yoruldu. Sonuç itibariyle bakıldığında teknolojik determinizm yönü ağır basmakla birlikte kültürel determinizm yönlerine de eğilim gösterdik. Modern silahlar ve modern talim uygulamaları başladı. Bunlar gerekiyordu çünkü artık savaşlar 1648 Vestfalya Savaşı’ndaki gibi ilerlemiyordu. 1700’lere geldiğimizde savaşla ilgili kurgu tamamen değişiyor. 1815’e kadar bu dönüşüm devam etti, ikinci ve üçüncü nesil savaşlar ortaya çıktı. Tabi dünyada meydana gelen bu gelişmelerden bağımsız kalmak istemeyen Osmanlı Devleti Batı’ya bu anlamda ulaşmak adına onların izlediği yolu izleme amacı güttü. Buna dair girişimler ise III. Selim döneminde gerçekleşti, ancak giriştiği proje başarılı olamadı. II. Mahmut ise askeri anlamda batılılaşma hususunda daha başarılı adımlar attı. Bu yönüyle derin sancılar yaşadığımız dönem 19. yüzyıla denk geliyor. Prof. Dr. Kemal Beydilli der ki; Fatih ve Kanuni dönemini konuşmak kolay, gelin de II. Mahmut’u konuşalım. Hakikaten dönem içerisinde yaşanan kaos ve buhran insanın içini kavuruyor. Günümüz itibariyle II. Mahmut döneminden sonra geldiğimiz nokta fena değil. Özellikle askeri olarak yediğimiz onca darbeye rağmen hala güçlüyüz.

a.sefa

Peki o dönemden günümüze Türk askeri kültürü ile Batı askeri kültürünün ana hatlarıyla benzeşen ve farklılaşan ne tür durumlar mevcut?

Basit bir örnek vereyim bu konuya. Tüfek Türk askeri kültürü için çok önemlidir diyelim. Peki tüfek Türk askeri kültürü içerisinde önemlidir de Alman askeri kültürü için önemsiz midir? Demek ki bu dediğim şey Türk askeri kültürünün bir özelliği değildir. Genel askeri kültürün önemli bir özelliğidir. O halde Türk ile Almanı, Yunan ile Farsı birbirinden ayıran şey ne? Bu noktada benim için en can alıcı soru şuydu; Türk askeri derken Batı’dan farklı olarak ne söyleyebiliyoruz? Batı kültürü, Yunan-Latin kültüre dayanır, bu iki kültür de sivil kültürdür. Doğu kültüründe ise bu daha farklıdır. Baskın olarak ordu ve silahlı kültür hissedilir. Sivil kültürü bir sur içerisinde yaşayıp güvenliğini bir başkasına teslim etmiş şehirde yaşayan silah taşımayan insan grupları oluştururken, Türklerde bu durum bu şekilde değildir. Sivil denilecek insan yok denilecek derecede azdır. Çünkü herkesin silahı vardır, herkes savaşçıdır, küçük çocuklara çok küçük yaşlarda silah kullanma ve ata binme öğretilir, avlara çıkılır ve her birey güvenliğini kendi sağlar. En temelde Batı ile Türk askeri kültürünün temel farkı şudur: Batı’da yönetim sivildedir, asker sivile bağlıdır. Türklerde ise Osmanlı Devleti de dahil olmak üzere yönetici aynı zamanda da askerdir. Cumhuriyet döneminde devletimiz sivil bir devlete dönüşmüştür. Ancak günümüzde de Anayasa’nın 117. Maddesi gereğince devleti yöneten kişi yani Cumhurbaşkanı askeri komutanın en üzerindeki isimdir.

Antropolog Arnold Gehlen kültürü beş bölüme ayırır. Bunlar; Mısır kültürü, Sümer kültürü, Hint kültürü, Çin kültürü, Anav Kültürü. Gehlen, saydığım ilk dört kültürün kuruluşlarını nehirlerin taşma problemlerini düzenlemeye borçlular der. Fakat içinde Türklerin de bulunduğu Anav kültürü, gelişmişliğini bu konuya borçlu değildir. Yani lafın özü diğer dört kültür su kültürü üzerine gelişirken, Anav kültürü bir kara kültürü olarak gelişti. Bir yanda teknik gelişmişlik ön plana çıkarken diğer tarafta ise organizasyonel yapı gelişti. Kara kültürü seyyar ve mobilize bir yapıya sahip olduğundan taktik ve strateji daha çok gelişim zemini buldu. Türklerin diğer kültürlere göre en önemli özelliği bana göre budur. Yüksek sürat, hafiflik, vur-kaç, darp et ve psikolojik yıpratma taktikleriyle orayı ele geçir. Diğer dört kültürden bu yönüyle hakikaten farklıyız.

Yerli bir doktrin kapsamında ilk defa ortaya koyduğunuz “Dört Yön Doktrini” nedir? Neden böyle bir doktrin oluşturma ihtiyacı hissettiniz?

Öncelikle şunu belirteyim. Bu ifade bir çeviri, alıntı ve intihal değil. “Dört Yön Doktrini” için, benim uzun yıllar üzerinde düşündüğüm hususları sistematik bir düşünce kapsamında ortaya koyduğum bir doktrin diyebiliriz. Bu doktrini ortaya koymadan önceki temel sorunsalım şuydu: Yaklaşık iki bin yıllık mazisi olan ve savaşçı bir karakteri bulunan Türk toplumunun nasıl olur da kendine ait bir savaş doktrini olmaz? Nasıl olur da 1900’lerde Fransızca talimnameyi çevirerek kullanır? Bugün bir askeri teori ve kültür kitabı yazsak Çinli Sun Tzu, Yunan Thukidides vb. isimlere atıf yapmadan konuyu etraflıca ele alamayız. Peki bu anlamda teorik olarak Çinli, Yunan, Alman vb. uluslardan birçok ismi bu kitapta sıralayabilecekken Türk olarak kimi sayabiliriz? Kimseyi sayamayız, çünkü biz bugüne kadar doktrin yazmadık. Bin yıllara sığacak askeri tarih faaliyetleri yaptık ama bir Çin’in Sun Tzu’sı gibi, Yunan’ın Thukidides’i gibi doktrin yazamadık. O kadar ordu millet diyoruz kendimize ancak yazdığımız yerli bir doktrinimiz yok tarihte. Benim bu doktrini ortaya koymadaki en temel dertlerimden biri buydu. Tabi ben burada doktrin diyorum ama Dört Yön Doktrini’nin doktrin halini alabilmesi için, hangi teknolojik araç gereç ile bunun kullanıldığını belirterek bunu tamamlamam lâzım.  O da inşallah başka bir çalışmada.

Atatürk’ün Zabit ve Kumandan ile Hasbihal’de bahsettiği bir husus var. Bir hakem olarak Nuri Bey ile birlikte manevra sahasına alay komutanının yanına gidiyorlar ve diyorlar ki; gece size iki tane emir geldi. Bu emirleri ne yaptınız.(Mustafa Kemal o sıralar binbaşı rütbesine sahip.) Albay da anlamamış bir ifadeyle bakarak birinci emiri henüz tamamlamadığından ikinci emre geçemediğini söylüyor. Orada Atatürk diyor ki; “düşünebiliyor musun bin tane adam bunun emrinde ölüme gidiyor. Halbuki açıp ikinci emri okusa birinci emrin artık iptal olduğunu görecek. Bu rezalete ve sefalete doğru bir gidiştir.”

İşte tam burada şu soru akıllarda oluşuyor; iyi bir asker, lider ve komutan nasıl olunur? Sadece bugünün silahlarını ve bu silahların kullanımını bilerek iyi komutan olunur mu? İşte tam bu soru karşılığında ortaya koyduğumuz “Dört Yön Doktrini”ni dört yönü olan bir koordinat sistemi üzerine kurguladık. Bu koordinat sisteminin bir ucunda geçmiş, bir ucunda bugün bir ucunda gelecek ve son olarak diğer ucunda bütün zamanları kapsayan sosyal kodlar var. Öncelikle dünü bilmezseniz kaybedersiniz. Geçmişi doğru okumak ve bilmek geçmişte yaptığınız hatalara bir daha düşmemenizi sağlar. Alparslan Romen Diyojen’i esir ettiğinde ona tarih okur musunuz? diye soruyor. Diyojen ise tarih okumadığını ve pozitif bilimlere ağırlık verdiklerini dile getiriyor. Alparslan ise bu cevap üzerine; zaten okumadığınız belli oluyor şeklinde karşılık veriyor. Aynı taktikle sizi daha önce de yenmiştik, tarih okusaydın bunu bilirdin diye konuşmasını sürdürüyor. Peki geçmişi bilmek başlı başına yeterli mi? Ya yeni bir şey denenirse? Bunlar da önemli sorular.

Asker bir tarihçi olamayabilir ancak mesleki hafızası gereği geçmişteki tecrübeleri bilmesi gerekir. Bugünü doğru kurgulayabilmesi için bugünün silahlarını, bilimini ve tekniğini iyi bilmesi gerekir. Bununla birlikte üçüncü olarak bir komutanın yönettiği askeri popülasyonun sosyal kodlarını çok iyi bilmesi gerekiyor. Çünkü bu komutan basit bir örnekle iki tipte askerle savaş verecek. Birinci asker tipi Bağdat Caddesi gibi maddi refahı yüksek ve sosyolojik yapısı farklı bir çevreden gelirken bir diğeri Anadolu’nun bir köşesinden gelen, imkansızlıktan ötürü okuma-yazma dahi öğrenemeyen gelebiliyor. İşte bu iki asker tipini aynı amaç uğruna motive etmek komutanın sosyal kodları doğru okuması ve bilmesiyle mümkün olur. Tabi bütün bu saydıklarımız da bir komutanın sahip olması gereken yetkinlikler için yeterli değil. Bir diğer önemli husus da geleceği kurgulayacak Entelektüel Zeka. Muharebe meydanında yeni bir şey söyleyebilmek, farklı bir gelişim göstermek oldukça önemlidir. Bunu gerçekleştirecek Entelektüel-Kültürel Zeka biraz da Allah vergisidir. Entelektüel-Kültürel Zeka adını verdiğim unsuru geliştirmek için Batılıların Counterfactuel dedikleri bir nevi kurgulanmış hayalî senaryoyla oynadıkları harp oyunu var. Biz de bunun benzerini kullanıyoruz. Bu dört husus birleşmezse başarılı bir sistem inşa etmek mümkün olmayabiliyor. Bu sebeple de Atatürk’ün en büyük dertlerinden biri de buydu. Tarihten çıkardığımız derslerle “Dört Yol Doktrini”ni oluşturmaya çalıştım. Bizim de bu konu hakkında dünyada söyleyebilecek sözümüz olsun istedim.

Hocam kıymetli paylaşımlarınızdan ötürü çok teşekkür ederiz.

Rica ederim, umarım faydalı olur.

Röportajı Yapan: Fırat GÜNEŞ/beyaztarih.com

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir