Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Çarşamba, Nisan 24, 2024

Mehmet Görmez Hoca’nın Cübbeli Ahmet ile İmtihanı…

Vaaz ve irşad kürsülerinin bir nevi dedikodu ve polemik mecrası haline dönüştürülmesi, bir nevi tuzun kokması anlamına gelir. Ahlaki yozlaşmanın çaresini, kalbi hastalıkların ilacını elinde bulundurduğunu iddia eden kurumların bizzat bu tür sorunların merkezi haline dönüşmesi ciddi bir tehlikeye işaret eder. Bu çekişmelerin gençlik başta olmak üzere toplumda açtığı yaralar ise üzerinde ayrıca düşünülmesi gereken önemli bir noktadır.

Oldum olası ilahiyatçıların ve din adamlarının din tartışmalarından hoşnut olmamışımdır. İlmi meseleleri sadece ilmi ortamlarda, platformlarda tartışıp çözüme kavuşturmalarını ve daha sonra topluma takdim etmelerini arzu etmişimdir daima. Fakat son yıllarda, özellikle sosyal medya imkânları çoğaldıktan sonra bu tartışmalar garip bir hal aldı. Neredeyse hiç öğretici, düşündürücü bir tartışmaya rastlayamaz olduk.

Rahatsızlığımı artıran noktalardan birisi de bu tartışmalarda kullanılan dil ve üsluptur. Çoğu zaman ilmin nezaketine, İslam’ın nezahetine yakışmayan bu üslup beni gerçekten çok huzursuz ediyor. Ama daha üzücü olanı kendisini ahlak ve edep üzerine bina eden tasavvufun müntesibi olduğunu iddia eden bazı insanların da bu tartışmalara bulaşmış olmasıdır.

Çünkü vaaz ve irşad kürsülerinin bir nevi dedikodu ve polemik mecrası haline dönüştürülmesi, bir nevi tuzun kokması anlamına gelir. Ahlaki yozlaşmanın çaresini, kalbi hastalıkların ilacını elinde bulundurduğunu iddia eden kurumların bizzat bu tür sorunların merkezi haline dönüşmesi ciddi bir tehlikeye işaret eder. Bu çekişmelerin gençlik başta olmak üzere toplumda açtığı yaralar ise üzerinde ayrıca düşünülmesi gereken önemli bir noktadır.

İyi Niyetli Suskunluğunun İstismar Edildiği Açık

İşte bu yazımda, yaklaşık 5–6 yıldır üzülerek takip ettiğim bir tartışmayı, daha doğrusu tek taraflı bir sosyal medya saldırısını değerlendirmek istiyorum. Tek taraflı diyorum çünkü Cübbeli namıyla şöhret bulan bir zat, neredeyse altı yıldır sürekli ve sistemli bir şekilde eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez Hoca’ya saldırıyor. O saldırıyor ama Görmez Hoca da hiçbir saldırısına cevap vermiyor.

Görmez Hoca’yı az–çok tanırım; kitaplarını, makalelerini okudum, konuşmalarını hiç kaçırmam. Suskunluğunun onayladığı anlamına gelmediğini de elbette bilirim. Ama Cübbeli durmadan saldırıyor, sistemli ve pervasızca, Hoca da kendisini savunacak o kadar doneye sahipken istikrarlı bir şekilde susuyor.

Hoca’nın ilmi çerçevede bütün bu ithamlara elbette vereceği cevaplar vardır. Hoca’nın suskunluğu hakkında bulabildiğim tek açıklama şudur: Muhtemeldir ki Hoca, zaten derin bir buhran yaşayan İslami camia içerisinde yeni bir mevzi açmak, yeni bir fitneye meydan vermek istememiştir. Ama Hoca’nın bu iyi niyetli suskunluğunun istismar edildiği de açıktır. Yahut tartışmanın hikmet ve ahlak eksenli yürümemesi, Hoca’yı bu noktaya sürüklemiş olabilir. Çünkü hakikaten iftira ve hakaretleri öyle yenilir yutulur cinsten değil. Bu zatın Hoca’ya yönelik iftira ve ithamlarına birkaç örnek vereyim, o zaman ne dediğim anlaşılır belki.

Bu meselenin bugünlerde yeniden gündemime girmesine vesile olan iftira ile başlayayım. Cübbeli, sosyal medya hesabında yaptığı bir paylaşımda aleni olarak Hoca’yı “sünnet düşmanı” ilan etti. Aylar önce Anadolu Buluşmaları adlı bir kuruluşun düzenlediği bir sempozyum kitapçığındaki Hoca’ya ait bazı cümleleri de buna delil olarak sundu. Ne demişti Hoca peki?

Özetle İslam medeniyetinin zenginliğine vurgu yapıyor ve irşad ve tebliğ faaliyetinde bulunanların bir coğrafyaya giderken oraya kendi kültürlerini taşımak yerine ahlak, adalet, ilim ve hikmet taşımalarını ve o insanlara kaybolmuş kültürlerini keşfetmelerine yardımcı olmalarının daha hayırlı olacağını söylüyordu. Ayrıca kısır tartışmalarımızı, hastalıklarımızı da oraya taşımamamız gerektiğini belirtiyordu.

Bu iyiniyetli ve kardeşçe uyarılardan nasıl bir sünnet düşmanlığı çıkabilirdi ki? Çıkmıyordu da zaten. Sosyal medya hesabındaki bu paylaşımın altına yapılan yorumların yüzde doksanı Cübbeli’ye, “ama kadar da olmaz” cinsindendi. Ama olsun, maksat iftira atmak ve bir algıyı güçlendirmek değil miydi zaten? Cübbeli de bunu yapıyordu nihayetinde. Zaten geriye doğru baktığımda da aşağıdaki örneklerde görüleceği üzere daima bunu yapmıştı. Birkaç tanesini sayayım:

Servis Edilen Dosya

Cübbeli Ahmet, neredeyse tüm hayatını sünnetin ve hadisin anlaşılmasına ve savunmasına hasreden Görmez Hoca’yı, hem de vaaz kürsüsünde, cemaatin önünde sünnet münkiri ilan etti. Hoca cevap vermedi. Hâlbuki Hoca’nın aksini ispat sadedinde söyleyeceği çok şey, göstereceği çok şahit vardı. Aklıma 1990’lı yılların başında Mısırlı gazeteci Ebu Reyye’nin sünnet ve hadise yönelik pek çok saldırı içeren kitabına karşı Görmez Hoca’nın, yakın dostu M. Emin Özafşar ile birlikte sünneti savunmak için dilimize kazandırdığı Muhammed Ebu Şehbe’nin sünneti müdafaa eden iki ciltlik kitabı geldi mesela. “Sünnet inkârcısı” ama aynı zamanda sünnet uzmanı Görmez, sünneti savunmak için iki ciltlik bir sünnet müdafaası kitabını tercüme etmişti.

Cübbeli Ahmet, Görmez Hoca’yı sünnet münkiri ilan ettiği konuşmasını yaparken, önünde Hoca’nın bir makalesi duruyordu. Hem de sünneti savunmak için yazılmış bir makaleydi bu. Daha doğrusu Marmara İlahiyat’ta, büyük hocaların da hazır olduğu bir ilmi toplantıda Hoca’nın yaptığı bir konuşmanın deşifresiydi.

Aslında Cübbeli’nin, Hoca’yı sünnet düşmanı ilan ettiği makale bizzat bir sünnet müdafaasıydı. Ama makalenin tamamını okumadığı açıktı. Konuşmanın/yazının içinden cımbızla çektiği bir cümleden hareketle Hoca’yı sünnet münkiri ilan ediyordu. Daha doğrusu makaleyi ve cımbızlanmış cümleyi de kendisine gönderilen, servis edilen bir dosyadan okuyordu. O dosyayı kimin gönderdiğini, yani operasyonu kimin yönettiğini de gayet iyi biliyordum. Çünkü o saçma sapan iddiaları içeren dosya bana da gelmişti. Benim gibi nicelerine de gönderildiğini biliyorum.

Ankara İlahiyat’ta derslerimize girerken bize sünnet ve hadisi o sevdirmişti hâlbuki. Sünnete itiraz yönelten ve kafamızı karıştıran sorulara daima o cevap veriyordu. Ama şimdi aynı Hocamız sünnet ve hadis münkirliği ile suçlanıyordu. Bu apaçık bir iftira, bir bühtandı. Bu kabul edilebilir bir şey değildi. Ama aklımın almadığı şey Görmez Hoca’nın “hadi oradan, sen beni böyle bir şeyle nasıl suçlarsın, ne haddine” dememesiydi.

Leyla Şahin Davası

Bir gün sosyal medyada Cübbeli’nin bir videosu önüme düştü. Cübbeli yine kürsüdeydi, yine cemaate vaaz ediyordu (şov ve stand–up tarzında vaaz mı deseydim, bilemedim) ve önünde de yine Hoca’nın bir makalesi vardı. Bu kez Hoca’yı başörtüsünü inkâr etmekle suçluyordu. Yine bir makalenin içinden bir cümleyi cımbızlayarak bunu yapıyordu besbelli. İçimden “Hoca bu sefer dayanamaz, usturuplu bir cevap verir buna” dedim. Çünkü Hoca’nın, Cübbeli’nin söz konusu ettiği makaleyi, başörtüsünü savunmak için, hem de 28 Şubat’ın o zor günlerinde kaleme aldığını biliyordum. Aynı şekilde bu makalenin Avrupa Birliği mahkemelerinde Leyla Şahin davası görülürken; karar verecek hakimlere, Hristiyanlıkta, Yahudilikte ve İslam dininde başörtüsünün varlığını ispatlamak için yazdığını da öğrenmiştim.

Aynı makalenin o günlerde, Erzurum İlahiyat’ta “Takva Elbisesi” başlığı altında, başörtüsünü reddeden bir hocaya cevaben kaleme alındığından da haberdardım. Makalenin her satırında, başörtüsü ile ilgili olumsuz pek çok düşünceye cevap verildiğini de biliyordum. İşte o Hocamız, başörtüsünü müdafaa ettiği bir makalesi dayanak gösterilerek başörtüsüne karşı olmakla suçlanıyordu.

“Eğer Hazret–i Peygamber Bu İstismarı Görseydi Bunları Yasaklardı”

17–25 Aralık süreçlerinde FETÖ’cülerin FETÖ’yü, Adnancıların Adnan Oktar’ı mehdi ilan etmeye çalıştıkları bir zaman diliminde Görmez Hoca, Diyanet İşleri Başkanı sıfatıyla NTV’ye çıktı ve bunlara cevap mahiyetinde Mehdilik ile ilgili bir açıklama yaptı. Hoca yayında, Mehdilik meselesinin bir iman esası olmadığını, Kur’an’da bu konuda herhangi bir ayetin bulunmadığını, Buhari ve Müslim’de de ‘Mehdi’nin geleceğine dair sahih bir hadisin yer almadığını ifade etti. Hoca’nın tespitleri ilmi olarak doğruydu. “İslam’da Mehdilik yoktur” da dememişti üstelik.  (Ki 15 Temmuz’dan sonra Görmez Hoca, FETÖ için “sahte Mehdi hareketi” ifadesini kullandığında, Mehdiliğe karşı olanlar, “ne yani, Mehdi’nin sahihi mi varmış” diye suçlayacaklardı. O da ayrı bir mesele.) İşte bu yayın sonrası Cübbeli, yine aynı vaaz kürsüsünde, aynı çirkin üslupla ve tribünlere oynayan aynı şovmen edasıyla Hoca’yı yine hadis münkiri ilan etti.

Günlerden bir gün Lalegül TV’yi izliyorum. Kürsüde yine Cübbeli vardı. –Zaten pek başkasının bu kanalda konuştuğuna da denk gelmedim.– Doğal olarak ve beklendiği üzere konu yine Mehmet Görmez’di. Söze aynen şöyle başladı Cübbeli:

“Bakalım Mehmet Görmez bu sefer neler yumurtlamış. Bakalım Görmez yine ne haltlar karıştırmış.”

Bayağı, ucuz ve zerre kadar iyi niyet emaresi taşımayan bir üslupla… Bu kez Görmez Hoca’ya, Sakal–ı Şerif ile ilgili sorulan bir soruya Habertürk gazetesine verdiği bir cevap üzerinden saldırıyordu. Eleştiri demiyorum, reddiye demiyorum, en ufak bir ahlaki kaygı taşımayan bir saldırı söz konusuydu.

Kulaklarıma inanamadım, bir Müslüman olarak utandım. Bir vaaz kürsüsünde, hem de bu ülkenin Diyanet İşleri Başkanı ile ilgili bu kadar bayağı ve düşük bir dil nasıl kullanılabiliyordu? Başkanlığı geçtik, bir Müslüman ilim adamıyla ilgili bu kadar kindar ve bayağı bir üslup nasıl kullanılabiliyordu, havsalam almıyordu.

Dahası o kadar sarıklı cübbeli insan da bir Müslümanın onuruyla, şahsiyetiyle alay edilirken kahkahalarla gülüyordu. Ama nasıl bir üslup, daha doğrusu üslupsuzluk! Bu adamdaki öfkenin sebebi neydi, nasıl böyle bir kin ve öfke biriktirmişti? Bu Görmez Hoca nefreti nereden kaynaklanıyordu? Diyanet’te şu kadar yıl hizmet etmiş, Mescid–i Aksa’da hutbe okumuş, Diyanet’in imajını düzeltmek için büyük emekler vermiş olan Görmez Hoca neden hedef tahtasına konuluyordu? Akıl alır gibi değildi.

Bunun üzerine önce gazetedeki röportaja baktım. Gazeteci, Sakal–ı Şerif’le ilgili istismarları soruyordu Hoca’ya. O sıralarda da Çeçenistan Devlet Başkanı Kadirov,  sahih olup olmadığına bakmadan, dünyanın her yerinden fahiş paralar ödeyerek Sakal–ı Şerifler topluyordu. Bunun için de ülkesinde büyük büyük toplantılar yapıyor, insanlar da sıraya girerek önce Sakal–ı Şerifleri sonra da başkanın ellerini öpüyorlardı.

Cübbeli Ahmet’in kendisi de Sakal–ı Şerif’in bir tanesini su dolum tesislerine katarak paketliyor, kutsal su gibi Sinan Erdem Spor Salonu’nda milleti toplayıp adeta kutsal törenler yapıyordu. Bunlara karşı da Görmez Hoca, gazeteye sadece şöyle demişti: “Eğer Hazret–i Peygamber bu istismarı görseydi bunları yasaklardı.”

Bu kadar. Aslında durum daha sert bir tepkiyi de hak ediyordu ama Hoca o narin üslubuyla sadece bu kadarını söylemişti. Gayet nazik ve nezih bir şekilde. İşte Lalagül’de bu söz üzerinden Cübbeli, pervasızca ve edep sınırlarının dışına çıkarak Hoca’ya hakaretler ve iftiralar yağdırmaya başladı. İnanılır gibi değildi.

Tabii olay burada bitmedi. Birkaç hafta sonra Cübbeli Ahmet, bu sözlerinden dolayı milletin huzurunda Görmez Hoca’dan özür diledi. Ancak sözlerine koca bir yalanla başladı. Daha doğrusu bir yalanla başladığını sonradan öğrendik.

Dedi ki; “Diyanet İşleri Başkanı beni aradı, bu sözleri bana yakıştıramadığını söyledi. Bundan dolayı da ben kendisinden özür diliyorum. Ama fikirlerine reddiye hakkım bakidir.”

Yalanı da şu idi: Meğer Hoca onu hiç aramamış, Mehmet Talu Hoca kendisine gitmiş ve yaptığının yanlış olduğunu söylemiş. Oradan da Talu Hoca’nın telefonuyla Görmez Hoca’yı aramışlar. Olay bu şekilde gerçekleşmiş ama o, “Görmez, beni aradı” diye yalan söylemekten çekinmemişti.

Aynı röportajda Hoca, DEAŞ terör örgütünü değerlendirirken, “bunların fiten hadisleri olarak bilinen bazı rivayetler üzerine meşruiyetlerini bina ettiklerini ve fiten hadislerinin de sorunlu olduğunu” söylemişti. Hoca’nın bununla, en çok uydurma rivayetin fiten hadisleri arasına karıştırıldığını kastettiğini biliyordum. Derslerde defalarca dinlediğim bir şeydi bu çünkü. Bu derslerinde Süfyani, Kahtani, Yecüc–Mecüc, Dabbetülarz, Mehdi, Mesih gibi kıyamet alametleri arasında ne çok uydurma haberlerin girdiğini söylüyordu her seferinde. Hatta bunu söylerken bize imtihan sorusu olarak yönelttiği Nuaym b. Hammad‘ın Kitabu’l–fiten’ini kastettiğini de tahmin edebiliyordum. Ama kime anlatacaksın ki bunları. Hem anlatmak için karşında dinlemeye hazır bir insan olması gerekmez mi? Bir iyi niyet, anlamak isteyen biri en azından. Ama yoktu işte.  Cübbeli bu sözler üzerine Hoca’yı, “Allah’ı, Peygamberi tanımamak”la suçluyordu. Açık bir şekilde tekfir ediyordu Hoca’yı. Görmez Hoca’nın, Peygamber’in gaybı bilemeyeceğini iddia ettiğini de eklemekten geri durmuyordu.

Profesör Söylüyordu İşte, Yalan mı Konuşacaktı Yani

Ve derken Hoca’nın Diyanet’ten ayrılık zamanı yaklaştı. Artık ciddi ciddi Hoca’nın başkanlıktan ayrılacağı haberleri medyaya düşmeye başlamıştı. Cübbeli bu sefer, yanına sabıkalı bir ortak da alarak saldırılarına devam etti. Türkiye’de yüz binlerce insanı mağdur eden, din istismarı yaparak büyüyen sicili bozuk ve aynı zamanda derin bir yapıya sahip olan İhlas grubunu, önce gerçek ehl–i sünnet bir cemaat olarak ilan etti, sonra da onları yanına alarak Hoca’ya karşı yeni bir cephe açtı.

Yıllarca biriktirdiği bütün yalan ve iftiraları ısıtıp ısıtıp gündeme getiriyor ve en ufak bir vicdan ve adalet kaygısına kapılmadan saldırılarını sürdürüyordu. Bu arada yanına sözüm ona ehl–i sünnetçi (!) bir tarihçi de buldu. O anlamıyordu bu işlerden ama olsun isminin başında “prof” yazıyordu ya, bu yeterdi. Tetikçilik için de biçilmiş kaftandı. Bir o koşuyordu TGRT’ye, bir diğeri koşuyordu Lalegül TV’ye.

Bu kez Kutlu Doğum Haftası üzerinden saldırıyorlardı Hoca’ya. Güya Diyanet 30 yıldır FETÖ’nün doğum gününü Peygamberimizin doğum günü olarak millete yutturuyormuş. Aman Allah’ım, bu ne vahim iddiaydı. Peki, bir kanıtları, ispat mahiyetinde bir belgeleri var mıydı? Yoktu ama koca(!) profesör söylüyordu işte, yalan mı konuşacaktı yani.

Ama hayret, Mehmet Görmez Hoca buna cevap verdi. “Bu doğru değildir, 30 yıldır bunu yapan bir kurumun topluma verecek hiçbir şeyi olmaz. Diyanet bu iddia ve iftirayı kabul ederse FETÖ ile mücadelede inandırıcılığını kaybeder” dedi.

Hoca cevap verdi ama anlaşılan iş işten geçmişti. Çünkü ona kulak veren kimse yoktu. Kendi ifadesiyle “ne boğazlarına kadar bid’at ve hurafeye bulaşanlar” ona kulak vermeye niyetliydi ne de sümük ve tükürük üzerinden Allah Rasulu’nu anlamaya/ anlatmaya kalkışan, bu seviyesizlik düzeyinde Efendimizi diline dolayan Cübbeligiller…

Sonra Görmez Hoca görevinden ayrıldı. Topluma veda etti ve ilmi çalışmalarına geri döndü. Genel olarak Müslümanlar arasında bir hüzün vardı. İnsanlar neden diye soruyorlardı. Maşer–i vicdan rahatsız olmuştu. Fakat Cübbeli’nin öfkesi dinmemişti. Hâlbuki muradına ermişti, artık muzaffer bir eda ile susmasını bekliyordum ama kini çok büyükmüş demek ki bir türlü yüreği soğumuyordu. Ya da ona görev verenler, –artık kimse onlar– vurmaya devam etmesini istiyorlardı. Hoca’nın ayrılış sürecinde, Cübbeli ne dedi biliyor musunuz? “Diyanet’in başına Görmez’dan daha tehlikelisi gelmemiştir” diye bir açıklama yaptı. Kelimesi kelimesine bunu dedi. İnanabiliyor musunuz?

İşin İki Tarafı 

Ben bu tartışmaya, daha doğrusu bitmeyen bu kin ve saldırıya bakınca şunu görüyorum: Bu, bir din gayreti ve hassasiyetiyle yapılıyor olamaz. Çünkü bu saldırıda en ufak bir dini, ahlaki, ilmi kaygı yok. Olsa olsa ya şahsi bir meseleyi dert edinmiştir, bir acısı vardır bir yerlerden. Ya da birilerinden talimat alıyordur. Aynı anda ikisinin olması muhtemel. Bu işin bir tarafı.    

İşin bir başka tarafı da şudur ki onu da söylemesem hakkaniyetli davranmış olmam: Bence Görmez Hoca bütün bunları hak etmişti. Evet, kesinlikle Cübbeli haksızdı bu itham ve iftiralarında ama Hoca da hak ediyordu bunu. Zira Cübbeli yıllarca, İslam tarihinde hiçbir sapkının kullanmaya cesaret edemeyeği bir dil ve üslup ile vaaz kürsülerinden bidat ve hurafelerini yaydı. Saymakla bitmeyecek kadar çok olan bu sapkın üslubuna birkaç örnek vermekle yetineyim: Mesela sözde birinden naklettiği bir menkıbeye sığınarak –haşa– Allah Teâla’yı tuvalet taşı ile konuşturdu. 

Konuyla ilgili aldığı ağır eleştirilere cevap verirken de yine ekranlardan bir ilim adamı (!) edasıyla kaynak gösteriyordu. Ancak büyük bir hevesle verdiği kaynağın müellifi Ebu Temmâm er–Râzî’nin söz konusu rivayetin sonuna düştüğü “bu hadis münkerdir    notunu ya bilerek gizliyor ya da onu anlayabilecek ilmî bir yeterliliğie sahip değildi.

Yine kürsülerden, sakal kesmeyi zinadan ve içkiden daha büyük bir haram olarak anlattı. Şeyhi için “Allah, ete kemiğe büründü, Mahmut diye göründü” dedi.

Mesela, “Bir adam kıyamet gününde amelleri tartıldıktan sonra yaka–paça cehenneme götürülürken, “ben Nakşibendiye’nin Halidiye kolundanım” derse, görevli melekler onu serbest bırakırlar” dedi. Gün geldi, zenadikenin uydurup Allah Rasulu’ne iftira olarak isnat ettikleri sözleri pervasızca nakletti.

Başka bir gün, Allah Rasulu’nu Hayber’de –haşa– merkeple konuşturdu, başka bir gün sümük, bevl ve ğayta üzerinden onu anlatmaya kalkıştı. Cübbeli yalnızca Allah Rasulu’ne yalan söz isnat etmekle yetinmedi, aynı zamanda yalan terlik de isnat etti. Nal–i şerif dediği terlikleri vaaz kürsülerinden pazarladı, ekrandan insanlara satmaya çalıştı. Ama tüm bunlar olup biterken ne Görmez Hoca ne de başında olduğu Diyanet ve Din İşleri Yüksek Kurulu herhangi bir açıklama yapma gereği duydu.

Cübbeli’nin pervasızlığını ve ahlaki kaygı taşımayan saldırılarını anlatırken işin bu tarafını da zikretmenin gerekli olduğunu düşünüyorum.

Bu Olayın Bize Gösterdiği Bir Başka Önemli Husus

Tabii burada Görmez Hoca’nın, Diyanet kurumunu bir tartışmanın içine çekmemek için herhangi bir müdahalede bulunmadığı ve sustuğu açıktır. Genel ilkeler ve külli asıllar üzerinden yaptığı açıklamalarla aslında üzeri örtük bir şekilde bu anlayışla mücadele ettiği de hepimizin malumudur.

Bunun yanında Hoca’nın yur içinde ve yurtdışında yoğun çabaları vardı. Diyanet’in mutedil bir İslam anlayışının sesi olması için gecesini gündüzüne kattığına şahit olduk hep beraber. Düzeltilecek o kadar yanlış, el atılacak o kadar çok sorun vardı ki muhtemelen bunu öncelikli bir mesele olarak görmemiştir. Yeni bir cephe açmak istememiştir belki de.  Dolayısıyla bu eleştirileri hak etti derken, ona biraz haksızlık ettiğimin de farkındayım. Amacım sadece Cübbeli’nin sapkınlığının boyutuna işaret etmektir. Zira Cübbeli fenomeni, malumat yığınına sahip olup sahih bir usule ve müstakim bir üsluba sahip olmayan insanların, dine faydalı olayım derken nasıl zarar verdiklerini göstermesi bakımından üzerinde çalışılması gereken önemli bir örnektir.

Bu olayın bize gösterdiği bir başka önemli husus da tasavvufa ilim, usul ve edep eşlik etmediğinde, onun nasıl yıkıcı ve ifsad edici bir noktaya evrileceğidir. Hâlbuki tasavvuf mahza edeptir. Edebi olmayanın tasavvuftan da bir behresinin olmadığı gün gibi ortadadır.

Bir başka önemli nokta da şudur: Cübbelinin eleştirilerine sadece Görmez Hoca maruz kalmıyor tabii. Onun bu yıkıcı ve sert hakaretlerine maruz kalanların tamamının masum olduklarını da söyleyecek değilim. Ama Cübbeli’de usul ve üslup olmayınca diğerleri de hikmetsiz yöntemlerle bir taassup üretiyor ve böylece hikmetten uzak, ifrat ve tefrit olarak adlandırabileceğimiz iki zıt kutup oluşuyor. Bundan da en çok İslam ve Müslümanlar zarar görüyor maalesef.

Son olarak da şunu ifade etmek isterim:

İslam’da tartışmanın, eleştirinin bir ahlakı vardır. Müslümanlar, aralarındaki tartışmalarda bu ahlaki hassasiyeti asla elden bırakmamalıdır. Hatta sadece kendi aralarında değil gayrimüslimlerle tartışmada bile bu kriteri daima göz önünde bulundurmaları emredilmiştir. Kavl–i leyyini, hikmeti ve mev’ize–i haseneyi öğütlüyor Rabbimiz. Burada sadece Firavun’a gönderilen Hazret–i Musa’ya Allah Teâla’nın verdiği emirleri hatırlatmakla yetineyim.

Dolayısıyla mü’minlerin hem davet üsluplarında hem de ihtilaflarında daima bir seviyenin gözetilmesi gerekmektedir. Ama maalesef sosyal medyanın yaygınlaşması ve vaaz kürsülerinin bir mevziye dönüşmesi neticesinde bu ilkelere dikkat edilmediğini üzülerek görüyorum. Cübbeli’nin Görmez Hoca’ya yönelik haksız eleştirilerinde de bu ilkelere zerrece itibar edilmediği ortadadır. Vesselam.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir