Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cumartesi, Nisan 20, 2024

Tekfir Kültürü

Yüce Allah “Bunun sebebi şudur: Bir toplum kendilerinde bulunan (iyi davranışlar)ı değiştirmedikçe, Allah onlara verdiği bir nimeti değiştirmez ve şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir” buyurur. (Enfal, 53)

Bu ayet, bir taraftan değişim ve dönüşümlerde insanın irade ve ihtiyarını vurgularken diğer taraftan da birey ve toplumların elde ettikleri “kazanımlar” veya yüz yüze kaldıkları “kayıplar”da bizzat kendilerinin sorumlu olduğuna işaret eder.

İlmî, ahlâkî, politik, kültürel ve sosyolojik açılardan İslam âlemini zayıf düşüren, müzakere, düşünce ve uzlaşı geleneğini ortadan kaldıran en büyük sorunlardan biri de “tekfir kültürü” ve “tekfir zihniyeti”dir. Tekfirin sıradanlaştığı ve yaygın kültür haline geldiği toplumlarda ilim, felsefe, hikmet, marifet, uzlaşı, dolayısıyla sağlıklı ve makul bir din de söz konusu olamaz. Gereksiz ve asılsız dayanaklara binaen aynı ortamı, aynı binayı, aynı sınıfı ve hatta aynı odayı paylaşan toplum bireylerinin birbirlerine “kâfir” gözü ile baktıkları ve bu şekilde birbirleriyle muamele ettikleri topraklardan “ümmet”, “toplum” ve “medeniyet” adına hiçbir şey yeşermez.

Burada dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan biri de tekfir kültürünün sadece Müslümanlara veya İslam dünyasına özgü olmadığıdır. Aynı zamanda tekfir sadece “gelenekçi, mutasavvıf ve muhafazar” kesimlere de has değildir. Özünde “ötekileştirmeyi” barındıran tekfir zihniyetini bu şekilde anlamanın eksik ve yanlış olduğu görülmektedir. Çünkü tekfirin biri “dar” (literal) diğeri de “geniş” (kültür) olmak üzere iki farklı anlamının olduğu söylenebilir.

Dar anlamıyla tekfir, Müslüman olduğu bilinen birisi hakkında “İslam’dan çıktı”, “kâfir oldu”, “mürted oldu”, “dinden çıktı” ve “zındıktır” şeklindeki ifadelerle onun İslam’dan veya İslam’ın yaygın din anlayışından ayrıldığını ifade eden yargılardır.

Ancak literal açıdan tekfir olarak isimlendirilmese de ötekileştirme ve yok saymada bilinen ve yaygın tekfir kültüründen eksik bir yanı bulunmayan birden fazla tekfir kültürlerinden söz edilebilir. Bu tekfir kültürlerinin tamamı, “din”, “coğrafya”, “kültür”, “ideoloji”, veya “mezhep”i merkeze koyarak onun dışında kalanların mal, can ve hayat haklarını yok sayarlar. Bunların tamamı farklı açılardan tekfir kültürü ve zihniyetini ifade eder. Bu nedenle tekfiri sadece dar anlamıyla değerlendirmenin eksik, yanlış ve yetersiz olduğu anlaşılmaktadır.

Din merkezli olmayan diğer “ötekileştirme” şekillerinin “dinî tekfir”le aynı karakter ve kodları taşıdığından dolayı hepsini “tekfir” altında toplamak mümkündür. Bütün insan haklarını yok sayan birçok ideoloji ve yaklaşım, sadece “dinî tekfiri” büyük bir tehlike olarak görür. Bununla aslında özünde barındırdığı “ötekileştirme” ve “yok sayma” kabahatini kamufle etmeye çalışır. Bundan dolayı birçok ötekileştirme türünü tekfir adı altında bir araya getirmemizin asıl amacı, hepsinin aynı karakteri taşıdığını ortaya koymaktır. Geniş anlamıyla tekfiri üç başlıkta toplamak mümkündür.

1) Coğrafi ve Kültürel Tekfir

Bu tekfir türünün en yaygın şekli, Batı toplumlarının diğer toplumlara bakışlarında şekillenir. Batı toplumları genelde bütün Doğu özelde ise Orta Doğu/İslam dünyasına “insan” gözü ile bakmamaktadır. Elbette bundan müstesna olan önemli fikir adamları ve fırkalar vardır. Ancak Batı toplumları, genel olarak Batılı olmayanların yerüstü ve yeraltı zenginliklerini ya kendilerine mubah görürler ya da onların talan edilmesine karşı sessiz kalırlar.

Elbette son yüzyıllarda demokrasi ve insan hakları adına Batı’da çok önemli gelişmeler yaşandı. Ancak başta Suriye olmak üzere son iki asırdır Orta Doğu’nun tamamında cereyan eden olaylar Batı’nın sömürgeci ve talancı kültürün hâlâ devam ettiğini en güçlü şekilde teyit eder. Bu açıdan model alınması gereken, Batı’nın Orta Doğu ve Afrika’da yaptığı değil kendi içinde uyguladığı mali, ilmi ve hukuki “disiplin”dir.

Birçok Batılı aydın, düşünür, yazar ve çizer, İslam dünyasındaki radikal gruplarla ilgili çok ciddi çalışmalar yaptılar ve hâlâ yapıyorlar. Cihadist ve radikal grupların bütün dünya için büyük bir tehlike arz ettiğini her platformda dile getirdiler. Bunun çok doğru ve yerinde bir tutum olduğunu belirtmeye gerek yoktur. Çünkü radikalizmin hiçbir türü insanlık, medeniyet ve bilime katkı sağlayamaz. Ancak aynı aydınların önemli bir kısmı, ülkelerinin gayri meşru bir şekilde Afrika ve Orta Doğu’da yaptıklarına karşı sessiz kalmayı tercih ederler.

Peki, toprakları ve zenginlikleri yağmalandığı için işgalcilere “kâfir” gözü ile bakan ve onlara bu şekilde muamele eden “tekfirci” oluyor da onları insan yerine koymayan, can, mal ve topraklarını ellerinden alanlar “tekfirci” olmuyor mu? Onların yaptıkları coğrafi ve kültürel tekfir değil midir? Bu nedenle aynı tepkiyi işgalci ülkelerine vermedikleri sürece onların cihadist gruplar ve tekfirci tutumlardan bir farkı olmadığını belirtmek gerekir.

Bunun gibi bir bütün olarak “Batı”yı kötülemek, onu yok saymak, orada yetişmiş bütün düşünce, felsefe, din, sanat, fikir ve bilim insanlarını azarlamak amacıyla onlara “oryantalist”, “Batılı zındıklar” ve “müsteşrik” demek de coğrafi ve kültürel bir tekfir türüdür.

2) İdeolojik/Mezhebî Tekfir

Bu da genelde bütün dünyanın özelde ise İslam dünyasının yüz yüze kaldığı tekfir türlerinden biridir. Birçok katı ve ideolojik grup kendilerinden olmayan, onlar gibi düşünmeyen ve liderlerine taparcasına saygı göstermeyen birey ve topluluklara “insan” gözü ile bakmamaktadır. Yeri ve zamanı geldiğinde onların temel insani haklarını çiğnemekten de geri durmaz. Ancak onların bu yaptıkları çoğu zaman “modernlik”, “bilimsellik”, “çağdaşlık” ve “insan hakları” kapsamında değerlendiriliyor. Oysa buradaki ötekileştirmenin yaygın tekfir kültüründen bir farkı yoktur.

Bir kesim, din veya mezhebini merkeze koyarak kendilerinden olmayanları ötekileştirerek insan yerine koymadığı gibi diğer kesim de ilahi bir akide gibi sımsıkı sarıldığı ideolojisini merkeze koyarak kendisi gibi düşünmeyenleri insan yerine koymuyor. Bu iki yaklaşımın çıkış noktaları ve referansları farklı olmakla birlikte vardıkları sonuç ve doğurduğu facialar aynıdır. Bazı dinî gruplarda yaygın olan tekfir anlayışını eleştiren bir öğrenci bana “dindarları ortadan kaldırmadan hiçbir ilerleme sağlanamaz” demişti. Peki, bu arkadaşın, kendisini tekfir eden gruplardan bir farkı var mıdır? Bu yaklaşımın da DEAŞ zihniyetinden hiçbir farkı olmadığını bilmek gerekir.

Yakın bir zamanda bir doktor hanım, kendisinden ve arkadaşlarından tedavi olmaya gelen birkaç çarşaflı hanımı sosyal medya hesaplarında paylaşmış, insan hakları ve kadının iffetine yakışmayacak yorumlara yol açmıştı. (http://www.memleket.com.tr/gizli-cekip-paylasti-dis-hekimin…) Bu durum, birçok insan hakları savunucusu tarafından görmezlikten gelindi. Oysa bunun tam tersi bir durum söz konusu olsaydı birçok şahıs veya grup, “insan hakları”ndan dem vurup “DEAŞÇILIK” ve “tekfircilik” suçlamalarını yöneltirdi.

Peki, bu iki durumdan biri neden “DEAŞÇILIK” ve “tekfircilik” oluyor da diğeri neden olmuyor? Bu zihniyetten biri “insan hakları” ve “dünyanın geleceği” için tehlike görüldüğü halde diğeri neden görülmüyor? DEAŞÇILIK ve tekfir, bir zihniyet ve kültür olarak değerlendirildiği zaman aralarında bir fark var mıdır?

İran medyasını yakından takip edenler, selefi radikal gruplarının yaptıkları zülüm, hakaret ve tahribata sürekli dikkat çekildiğini görecektir. İranlı siyasetçi ve devlet adamları, birçok tahribattan onları sorumlu tutarlar. Bu tutumun son derece doğru ve yerinde olduğunu, demokrasi, insan hakları ve toplumsal uzlaşı adına yapılması da gerektiğini ifade etmeye gerek yoktur. Ancak işin ironik tarafı, velayet-i fakihe bağlı olan veya öyle olduğu düşünülen birçok radikal Şiî gruplarının Yemen, Irak ve Suriye’de yaptıkları tahribat görmezlikten geliniyor. Oysa radikal Şiî gruplarının tekfir anlayışı ile DEAŞ’ın tekfir anlayışı arasında bir fark yoktur.

Peki, neden bunlardan biri “cephe-i mukavemet/direniş hattı” olarak değerlendiriliyor diğeri ise “tekfirci” olarak görülüyor. Doğrusu her ikisi de insanlığa, medeniyete, bilime ve huzura hiçbir katkısı olmayan “tekfirci” gruplardır.

3) Dinî Tekfir

Aslında tekfir denildiği zaman ilk akla gelen, hatta literal açıdan akla gelmesi gereken dinî tekfirdir. Dinî tekfirde bir Müslümanın dinden çıktığı ve Müslüman olmadığı kastedilmektedir. Maalesef bu tekfir türü, Hz. Osman’ın şehadetinden sonra ortaya çıkan Haricilerle birlikte Müslüman toplumlarının kanayan yarasıdır. Bu olaydan sonra Ehl-i kıble arasında tekfir ve zındıklık suçlamasının sonu gelmedi. Birçok grup kendisinden olmayan dini grupları rahat bir şekilde tekfir edebildi. Bu sürecin içine siyaset de girince devlet başkanları ve birçok siyasetçi politik muhaliflerini sindirmek ve cezalandırmak için “tekfir” ve “zındıklık” suçlamasını keskin bir kılıç olarak kullanabildi.

Buradaki en önemli husus, ilmi çalışmalar dışında geçmiş hadiseleri sorgulamak yerine günümüzde yapılması gerekenlere odaklanmaktır. Günümüzde yaygın halde gelen dinî tekfire karşı oldukça dikkatli olunmasını gerektiren birkaç önemli husus vardır. Onları mutlaka göz önünde bulundurmak gerekir.

Erkan BAYSAL

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir