Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Çarşamba, Nisan 24, 2024

“Ruhunu Satan Bedenini Kurtarıyormuş”

Konuya bir hikâye ile gireyim. Oldukça varlıklı bir adamın çocuğu gündüz vakti kaybolur. İlk arama gayretleri sonuç vermez ve canı yanan baba “Çocuğumu akşama kadar bulana 100 altın vereceğim” der. Birisi, başka hiç kimsenin görmediği bir yerde çocuğu bulur ama “Ne diye 100 altına razı olayım ki? Bu alçak babanın canı biraz daha yanarsa 100 altın olur 200 altın” diye düşünür ve çocuğu babaya teslim etmek yerine kendi evine götürür, yedirir-içirir, temiz bir yatağa da yatırır. Çocuğu bulan adam sabahı iple çekmektedir. Ne diye? Adam “Çocuğumu bulana 200 altın” desin diye. Lakin çocuğun babası sessizdir. Çocuğu bulan adam, daha fazla dayanamaz ve güvendiği birini “Şöyle çaktırmadan bir sor bakalım, bu adam çocuğunu bulana ne verecekmiş, öğren” diye sıkıca tembihleyerek çocuğun babasına gönderir. Çocuğun babasının cevabını tahmin etmek gerçekten imkânsızdır. “Bu çocuğu bulana artık hiçbir şey vermem. Bu çocuk bana dün akşama kadar lazımdı. Artık kursağına el lokması girmiştir, bu çocuktan hayır çıkmaz.”

Uzakdoğu’nun dinamizmini inkâr etmek mümkün değil ama Güney Kore’nin ekonomi alanındaki mucizevi başarısının tamamını da bu dinamizmle açıklamak mümkün mü acaba? Başka hangi ülkenin halkının yarısı yarım yüzyılda din değiştirmiş? Güney Kore örneğine bakınca “Demek ki ruhunu satan bedenini kurtarıyormuş” demekten alıkoyamıyor kendini insan. Ruha zaten hiç inanmayıp bedene inanan aramızdaki ruhsuzlar da “Her şeyimizle onlardan (Batılı) olalım da onlar da kendilerden olduğumuz için bizi kendi seviyelerine çıkarsınlar” derken hakikaten de “kendilerince haklılar.”

Gelelim Türkiye’ye… “Nemiz kaldı kaybetmediğimiz ki?” diye ne kadar hayıflanırsak hayıflanalım, biz hâlâ onlardan biri olmadık. Bu sebeple de Kore derecesinde de himaye görmedik. Himaye şöyle dursun, ara sıra birileri tarafından istikrarsızlığa sürüklendiğimiz için de kendi gücümüzle varabileceğimiz yerlere de varamadık.

1930’lardaki Birinci Sanayi Programı’nda yer alan Sümerbank ve Etibank gibi kuruluşlar eliyle yaptığımız tekstil ve maden sanayi tesislerini bile Batılı müttefiklerimizin yardımıyla değil de hasmımız Rusya yardımıyla gerçekleştirmedik mi? İskenderun Demir-Çelik Tesislerini ve Seydişehir Alüminyum Tesislerini de Rusların yardımıyla kurmadık mı? Neden o zaman Rusya tarafında yer almadık da yalvar-yakar NATO’ya girdik?

İlk sanayi hamlelerimizi Rusya’nın yardımıyla yapsak bile bunun tartışılacak bir tarafı yok. Son 150-200 yıldır Rusya yakın düşman, Batı da uzak düşmandır. Çaresiz kalan bir devletin yakın düşmana karşı uzaktakine sığınması kadar tabii bir şey olamaz elbette. İkinci Dünya Harbi’nden hemen sonra Rusya’nın bizden toprak talebi de eklenince yalvar-yakar NATO’ya girişimizin sorgulanacak bir tarafı kalmaz. NATO’ya girince birçok alanda elimizi verince kolumuzu da kaptırdık ve en kötüsü de çocuklarımızın pek çoğuna el lokması yedirmek zorunda kaldık.

Hangimiz ABD tarafından bağışlanan süt tozundan yapılan sütü okullarda içmedik ki? Üstelik buna hiç ihtiyacımız olmadığı ve çocukların da birçoğunun içtiklerinde kustuğu halde. Hatta daha sonra Cumhurbaşkanı olacak olan bir Genelkurmay Başkanımızın “Donumuzu bile Amerika veriyor” dediği rivayet olunmaktadır.

Batı’ya bağımlı hale gelişimizin muhasebesini yaptıktan sonra bugün artık “Şimdiki aklımız olsaydı NATO’ya girer miydik?” diye soruyorsak eğer, hemen NATO’dan çıkmayı düşünmesek bile, Batı’ya bağımlılıktan azami derecede kurtulmanın yollarını da aramamız gerekir herhalde. Şu anda bağımlılıktan kurtulmaya çabalayan bir iktidar var ve bu iktidarı da halkımız seçtiğine göre, bu bağımlılıktan kurtulma tercihini de halkımız yapmıştır. Bizim böyle bir tercih yaptığımızı gören Batı da bizi kapısında tekrar zebun etmek için doğrudan silahlı saldırı dışında hemen hemen her şeyi yapmaktadır zaten.

Bu şartlarda ekonomimizi canlı tutmak için yabancı kaynaklardan medet umamayız. Kazandığımızdan daha fazla harcama (cari açık) dönemi bitmiştir artık. Buna “El lokmasına son” da diyebiliriz. Hatta zaman, harcadığımızdan biraz daha fazla kazanarak (cari fazla) 15-20 yıl gibi bir sürede borçları tasfiye etme zamanıdır. Dışarıya borcu olan firmalarımız hiç borç bulamazlarsa elbette borçlarını tasfiye işini 15-20 yıl gibi bir zamana yaymakta herhalde güçlük çekeceklerdir ama dışarıya borcu olan firmalarımız daha uzunca bir süre dışarıdan borç alabileceklerdir.

BEŞİR İYİDİKER

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir