Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Mart 28, 2024

El Lokması Yiyerek Buraya Kadar

Uzakdoğu’nun dinamizmini inkâr etmek mümkün değil ama Güney Kore’nin ekonomi alanındaki mucizevi başarısının tamamını da bu dinamizmle açıklamak mümkün mü acaba? Başka hangi ülkenin halkının yarısı yarım yüzyılda din değiştirmiş? Güney Kore örneğine bakınca “Demek ki ruhunu satan bedenini kurtarıyormuş” demekten alıkoyamıyor kendini insan.

Konuya bir hikâye ile gireyim. Oldukça varlıklı bir adamın çocuğu gündüz vakti kaybolur. İlk arama gayretleri sonuç vermez ve canı yanan baba “Çocuğumu akşama kadar bulana 100 altın vereceğim” der. Birisi, başka hiç kimsenin görmediği bir yerde çocuğu bulur ama “Ne diye 100 altına razı olayım ki? Bu alçak babanın canı biraz daha yanarsa 100 altın olur 200 altın” diye düşünür ve çocuğu babaya teslim etmek yerine kendi evine götürür, yedirir-içirir, temiz bir yatağa da yatırır.

Çocuğu bulan adam sabahı iple çekmektedir. Ne diye? Adam “Çocuğumu bulana 200 altın” desin diye. Lakin çocuğun babası sessizdir. Çocuğu bulan adam, daha fazla dayanamaz ve güvendiği birini “Şöyle çaktırmadan bir sor bakalım, bu adam çocuğunu bulana ne verecekmiş, öğren” diye sıkıca tembihleyerek çocuğun babasına gönderir. Çocuğun babasının cevabını tahmin etmek gerçekten imkânsızdır. “Bu çocuğu bulana artık hiçbir şey vermem. Bu çocuk bana dün akşama kadar lazımdı. Artık kursağına el lokması girmiştir, bu çocuktan hayır çıkmaz.”

“Demek ki  Ruhunu Satan Bedenini Kurtarıyormuş”

Uzakdoğu’nun dinamizmini inkâr etmek mümkün değil ama Güney Kore’nin ekonomi alanındaki mucizevi başarısının tamamını da bu dinamizmle açıklamak mümkün mü acaba? Başka hangi ülkenin halkının yarısı yarım yüzyılda din değiştirmiş? Güney Kore örneğine bakınca “Demek ki ruhunu satan bedenini kurtarıyormuş” demekten alıkoyamıyor kendini insan. Ruha zaten hiç inanmayıp bedene inanan aramızdaki ruhsuzlar da “Her şeyimizle onlardan (Batılı) olalım da onlar da kendilerden olduğumuz için bizi kendi seviyelerine çıkarsınlar” derken hakikaten de “kendilerince haklılar.”

Gelelim Türkiye’ye… “Nemiz kaldı kaybetmediğimiz ki?” diye ne kadar hayıflanırsak hayıflanalım, biz hâlâ onlardan biri olmadık. Bu sebeple de Kore derecesinde de himaye görmedik. Himaye şöyle dursun, ara sıra birileri tarafından istikrarsızlığa sürüklendiğimiz için de kendi gücümüzle varabileceğimiz yerlere de varamadık.

1930’lardaki Birinci Sanayi Programı’nda yer alan Sümerbank ve Etibank gibi kuruluşlar eliyle yaptığımız tekstil ve maden sanayi tesislerini bile Batılı müttefiklerimizin yardımıyla değil de hasmımız Rusya yardımıyla gerçekleştirmedik mi?

İskenderun Demir-Çelik Tesislerini ve Seydişehir Alüminyum Tesislerini de Rusların yardımıyla kurmadık mı? Neden o zaman Rusya tarafında yer almadık da yalvar-yakar NATO’ya girdik?

İlk sanayi hamlelerimizi Rusya’nın yardımıyla yapsak bile bunun tartışılacak bir tarafı yok. Son 150-200 yıldır Rusya yakın düşman, Batı da uzak düşmandır. Çaresiz kalan bir devletin yakın düşmana karşı uzaktakine sığınması kadar tabii bir şey olamaz elbette.

İkinci Dünya Harbi’nden hemen sonra Rusya’nın bizden toprak talebi de eklenince yalvar-yakar NATO’ya girişimizin sorgulanacak bir tarafı kalmaz. NATO’ya girince birçok alanda elimizi verince kolumuzu da kaptırdık ve en kötüsü de çocuklarımızın pek çoğuna el lokması yedirmek zorunda kaldık.

Hangimiz ABD tarafından bağışlanan süt tozundan yapılan sütü okullarda içmedik ki? Üstelik buna hiç ihtiyacımız olmadığı ve çocukların da birçoğunun içtiklerinde kustuğu halde. Hatta daha sonra Cumhurbaşkanı olacak olan bir Genelkurmay Başkanımızın “Donumuzu bile Amerika veriyor” dediği rivayet olunmaktadır.

Bağımlılıktan Kurtulma Tercihini Halkımız Yapmıştır

Batı’ya bağımlı hale gelişimizin muhasebesini yaptıktan sonra bugün artık “Şimdiki aklımız olsaydı NATO’ya girer miydik?” diye soruyorsak eğer, hemen NATO’dan çıkmayı düşünmesek bile, Batı’ya bağımlılıktan azami derecede kurtulmanın yollarını da aramamız gerekir herhalde.

Şu anda bağımlılıktan kurtulmaya çabalayan bir iktidar var ve bu iktidarı da halkımız seçtiğine göre, bu bağımlılıktan kurtulma tercihini de halkımız yapmıştır. Bizim böyle bir tercih yaptığımızı gören Batı da bizi kapısında tekrar zebun etmek için doğrudan silahlı saldırı dışında hemen hemen her şeyi yapmaktadır zaten.

Bu şartlarda ekonomimizi canlı tutmak için yabancı kaynaklardan medet umamayız. Kazandığımızdan daha fazla harcama (cari açık) dönemi bitmiştir artık. Buna “El lokmasına son” da diyebiliriz. Hatta zaman, harcadığımızdan biraz daha fazla kazanarak (cari fazla) 15-20 yıl gibi bir sürede borçları tasfiye etme zamanıdır.

Dışarıya borcu olan firmalarımız hiç borç bulamazlarsa elbette borçlarını tasfiye işini 15-20 yıl gibi bir zamana yaymakta herhalde güçlük çekeceklerdir ama dışarıya borcu olan firmalarımız daha uzunca bir süre dışarıdan borç alabileceklerdir.

Cayır Cayır Yanmanın Yolunu Bulmalıyız

Yıllar süren bağımlı yapınızın bir sonucu da büyük firmaların hemen hepsinin de dışarıyla bir şekilde ilişkili olmaları gerçeğidir. Bu ilişki öyle bir ilişkidir ki dışarıdaki paydaşları, içimizdeki bağımlılarını korumaya mahkûm etmiştir.

Batı bizden umudunu tamamen kestiğinde içimizdeki yavrularının ölmesine de razı olabilirler belki ama Batı bizden umudunu öyle kolay kolay kesemez. Batı bizden umutlu olduğu sürece de içimizdeki yavrularını onlara tekrar tekrar borç vererek destekleyecektir. Önümüzdeki 15-20 yıl içindeki dış kaynak ihtiyacımızın karşılanması bakımından bu bağımlı yapı işimize yarayacak gibi gözükmektedir. Batı bizden umudunu tamamen kesmeyeceği için Batı’nın doğrudan bir askeri saldırısına maruz kalma riskimiz de pek fazla değildir. Batı bize, terör örgütleri yoluyla ve para oyunlarıyla zaten saldırmaktadır ve biz de bu saldırıları göğüslemeyi öğrenmek zorundayız.

Dış kaynak kullanmamak demek kendi yağımızla kavrulmak demektir. Hain bir saldırıda kaybettiğimiz işadamlarımızdan Üzeyir Garih bir zamanlar “Kendi yağımızla kavrulmaya kalkarsak cayır cayır yanarız” demişti. Eh, şimdi kendi yağımızla kavrulma zamanı ve cayır cayır yanmamanın da bir yolunu bulmak zorundayız. İnşallah bir yolunu da bulacağız. Ne yapacağız peki?

Geçim ehli bir ülke olacağız. Yani ayağımızı yorganımıza göre uzatacağız. Bu yorgan yeterince uzun olmadığı için ayağımızı epeyce toplayacağız. İyi de toplanan ayak bir süre sonra ağrır. O halde yorganı uzatmanın da bir yolunu bulacağız. Bu da daha az tüketmek ve daha fazla tasarruf ve yatırım yapmak demektir. Lakin tasarruf oranımız %15 gibi oldukça düşük bir seviyede. Bu oran bizden çok daha hızlı kalkınan Çin’de %50’lerde.

Bu tasarruf seviyesinde yorganımızı uzatmamız çok yavaş olur. Tasarrufları arttırmanın bir yolu, tüketimi vergilendirmek, yatırımları teşvik etmektir. Diğer yolu da daha fazla vergi almaktır. “Ya vatandaş kızar da oylarını bizden esirgerse” kaygısı ağır bastığında kolay yapılacak şeyler değildir bunlar. Tasarruflar ve yatırımlar artmasa bile yapılan yatırımlar daha verimli alanlara yapılabilirse de kalkınma hızlanabilir. O halde yatırımları betondan ziyade metale ve makineye yapacağız.

O zaman soralım: Bu yatırımları yapacak babayiğitler var mı? Yerli marka ile otomobil üretecek beş kadar yatırımcı bulundu ama biz onların babayiğitliklerinden hâlâ emin değiliz. Bu memlekette gerçek babayiğitler ya çıkacak, ya çıkacak!

Ya çıkmazsa ne olur? Üzeyir Garih’in dediği olur: Kendi yağımızla cayır cayır yanarız. “Kul sıkışmayınca Hızır erişmez” derler ya, bu sıkışıklık inşallah bize bir yol bulduracak.

Eh O Zaman Allah Korusun

Bir de herkesin aklına gelen bir soru var: “Ya halkımız el lokmasından mahrumiyetin sıkıntısına dayanamaz da ülkemizi bağımlı yapıya döndürecek bir kadroyu iktidar yaparsa?” Elbette, Allah mahfaza, böyle bir durumla da karşılaşabiliriz.

Aklıma hemen “Kendi düşen ağlamaz” lafı geldi ama hiç de öyle değil. Pişman olduğunda kendi düşen öyle bir ağlar ki hem de nasıl.

Halkımızın böyle bir yanılgıya düştükten sonra pişman olup yeniden daha bağımız bir yapıya taraftar olan kadroları iktidara taşıyacağından şüphe yok ama herhalde epeyce zaman kaybederiz. Böyle bir şeyin olmamasını garanti edemeyiz ama böyle bir şeyin olmaması için hiç değilse dua edebiliriz. Eh o zaman, Allah kurusun.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir