Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Nisan 26, 2024

Kimlikçi Siyaset ve Toplum

İster dinî ister seküler karakterli olsun bugüne kadar Türkiye’de mevcut olan yapı ve organizasyonlar çoğunlukla kişiliği bastırılmış insan yığınları üzerinden kendilerine yayılma sahası bulmuştur. Siyasal ve sosyal düzen bu damardan beslendiği için de kimlik giydirme operasyonları daima revaçta olmuş, insanımızın kişiliği ve toplumsal karakterimiz kimlikçi siyasetin ağırlığı altında ezilmiştir.

Bir toplumda ferdiyetin gelişebilmesi için kişiliğe, kişinin içinde yaşadığı sosyal çevreyle uyumlu bir bütün oluşturabilmesi içinse kimliğe ihtiyaç vardır. İnsanlar cemiyet içerisinde birbirlerini ancak birtakım nispetler üzerinden tanırlar. Kimlik, muhataplar nezdinde fark yaratıp tefrik edilebilmek açısından elzemdir. Örneği pek fazla görülmese de insan, kimliğini değiştirebilir. Fakat kimlik kendi içerisinde bir değişime tâbi değildir.

Kişilik, gelişme istidadına sahip olan; kimlikse değişmeyip sabit olan bir unsurdur. Kısacası kimlik statik, kişilik ise dinamiktir. Eğer statik olan, dinamik olanı enterne etmeye kalkarsa insanoğlundaki gelişme ve ilerleme imkânı zayıflar. Potansiyel, atıl hâle gelir. İnsanoğlu varlığının anlamını kaybederek mutsuzlaşır. Zira kendi benliğindeki özneyi geliştirmek yerine statik bir yapıya angaje olmuştur. Hâlbuki cemiyet, bu iki unsur birbiriyle dengeli bir ilişki düzeni kurarak kimlik kişiliğin varlık alanını bloke etmediğinde sağlam ve sağlıklı bir yapıya kavuşabilir.

Kimlik ile kişilik arasında sağlıklı bir denge kurulabilmesinin ilk şartı ise oturmuş bir kişiliğe sahip olmadan sosyal bir kimliğe talip olmamaktır. Toplumsal handikaplarımızdan biri de genç insanımızın henüz kişilik gelişiminin ilk evrelerinde hatta çoğu defa sürecin başında iken bir kimliğe angaje hâle gelmesidir. Daha yolun başında bir kimlikle özdeşleşmek, kişilik gelişiminin sağlıklı bir seyir takip edememesinin en önemli sebebidir. Bu hata sadece, benliklerine etiket vurmak için insanları çatıları altına davet eden kurumların değil; doğuracağı olumsuzlukları düşünmeden genç nesillerin de yaptığı gönüllü bir tercihtir.

Yeni yetişen nesillerde fazlaca görülen bu eğilim aynı zamanda bir kolaycılığın da sonucudur. Zira kişilik eğitimi, belli bir kimliği kuşanmaya ve onun nimetlerinden nemalanmaya nispetle bir hayli zordur. Kimlik edinmekse daha zahmetsiz bir kazanımdır. Zamanımızda insanlar, bir defterin üzerine etiket yapıştırırcasına kimlik sahibi oluyorlar. Henüz kişiliği gelişmeden isminin üzerine bir grup ya da cemaatin kaşesini vurduran şahıs, içine girdiği ortamda sorgulamayan, anlamaya çalışmayan, sadece kendisine öğretilmiş gerçeğe(!) körü körüne bağlı kalmaya ve onu azami ölçülerde savunmaya formatlanmış bir piyon işlevini üstlenmektedir.

Bir insanı kendiniz ya da bağlı bulunduğunuz dünya görüşü adına kazanmak istiyorsanız ona benliğine oturup oturmayacağı belli olmayan konfeksiyon bir kimlik giydirirsiniz. Fakat onu, önce kendisine sonra da cemiyete kazandırmak niyetine sahipseniz varlığındaki potansiyelle buluşturarak öncelikle kişiliğini geliştirmesine yardımcı olursunuz. İster dinî ister seküler karakterli olsun bugüne kadar Türkiye’de mevcut olan yapı ve organizasyonlar çoğunlukla kişiliği bastırılmış insan yığınları üzerinden kendilerine yayılma sahası bulmuştur. Siyasal ve sosyal düzen bu damardan beslendiği için de kimlik giydirme operasyonları daima revaçta olmuş, insanımızın kişiliği ve toplumsal karakterimiz kimlikçi siyasetin ağırlığı altında ezilmiştir.

Kişilik sahibi olmadan belli bir kimliğe bağlanan kitlelerin bu tavrı, onlara o kimliği izafe eden yapılar tarafından da adeta teşvik edilmektedir. Kişilik sahibi insanı ikna edip yönlendirmek daha zor ve çetrefil bir iş iken kişiliği gelişmeden kendisine belli bir kimlik giydirilmiş insanı idare etmek daha zahmetsiz ve kolaydır. Zira devingen bir unsur olan kişilik sürekli olarak değişeceği için varlık, kendini devamlı olarak yenileyecek; bunun neticesinde üzerine giydiği sabit bir unsur olan kimliği de kişiliğinde ortaya çıkan tahavvül ve inkişaflara göre sürekli bir şekilde sorgulayacaktır. Siyasi ve sosyal içerikli teşkilâtlarsa bunu kaldırabilecek bir esnekliğe sahip değildir.

Yol Ayrımı

Türkiye’deki birçok siyasal ve sosyal grup adeta kimlik üretim merkezi gibi çalışmaktadır. Bir firmanın ürettiği malın üzerine kendi kaşesini vurması gibi bu örgütler de üyelerinin benliğine kendi kimliklerini basmaktadır. Sanayi toplumunun seri üretim mantığı, tek tip birey yetiştirmeyi hedefleyen Tevhîd-i Tedrisat düzeniyle önce eğitim hayatımıza girmiş, daha sonra da siyasi partilere, dinî gruplara ve daha bir yığın sosyal aidiyeti ön plana çıkaran yapıya nüfuz etmiştir.

Bir fabrika işçisi sürekli dönmekte olan üretim çarkının içinde nasıl seri imalât yapıyorsa politik kuruluşlar, dinî cemaatler, tarikatlar ve daha bir yığın sosyal grup da bugün bundan farklı bir misyon yerine getirmemektedir. Bu sebeple siyasi parti, cemaat ve sosyal gruplar; bünyelerine dâhil ettikleri insanların kişiliklerinden ziyade kimliklerini öne çıkarmaktadır. Mensuplarının ne kadar kaliteli insanlar olup ne ölçüde doğru ve isabetli değerlendirme yaptıkları değil, ne kadar sadık oldukları onları ilgilendirmektedir.

Açıktan ifade edilmese de kayıtsız ve şartsız sadâkat beklenmektedir. Yerine göre haklı tenkitler bile hoş karşılanmamakta, eleştirinin dozajı arttığında ise tenkit sahipleri haklılıklarına bakılmaksızın döneklik ve ihanetle suçlanabilmektedir. İnsanın şahsiyetinden vazgeçmesi değil de üzerine bastığı zemini sorgulaması dönekliğin miyarı olmaktadır.

Yol ayrımına gelen şahıs, mensubu olduğu hareketi terk edemediğinde ise çoğu kere susmayı yeğlemektedir. İçinde yer aldığı hiyerarşik yapı vicdanen kabul etmediği birtakım tasarruflar da bulunsa bile onu eleştirir bir pozisyon alamamaktadır. Bu tutumu sorgulandığında ise ya gördüğü yanlışı görmezden gelmekte ya da tevil yoluna sapmaktadır. Ta ki zırva tevile imkân tanımayıncaya kadar. Kimlikçi siyasetin olumsuzluklarından biri de mensuplarının tepki ve reaksiyonlarını kontrol altına alan bir fonksiyon icra etmesidir.

Siyasi parti ve cemaatler, mensuplarına sürü psikolojisi mantığıyla yaklaşmaktadırlar. Genel kabullere iltifat etmeyen, hayatı ve hâdiseleri kendi ufuk çizgilerinden değerlendiren bağımsız şahsiyet sahipleri ise bu yapıların içinde fazla rağbet görmezler. Bugün hangi siyasi parti liderinin ya da hangi cemaat başkanının yakın çevresinde onu kıyasıya eleştirebilen, şahsiyet sahipleri vardır? Liderin yakınında konumlanabilmenin şartı, sürü psikolojisi mantığına aykırı düşmemektir. Müstakil kişilikler ya hareketin merkezine hep belli bir uzaklıkta tutulurlar ya da kısa sürede tasfiye edilirler.

“Sen Benim Kim Olduğumu Biliyor musun?”

Türkiye’de siyasetin marjından merkezine doğru emin adımlarla yürümenin en kestirme yolu, ferdiyet haklarından vazgeçme pahasına da olsa kimlikçi siyasete sıkı sıkıya sarılmaktır. Siyaset, cemaat, tarikat vesair sosyal gruplar hep bu insan tipinden beslenirler.

Erkenden sahip olunan baskın kimliğin tahrip edici etkilerinden biri de kişinin varlığında mevcut olan muhalif özneyi yeterince geliştirememesi olmaktadır. Kişiye prova edilmeden giydirilen bu kimlik onu; hayatı, olayları ve yeri geldiğinde kendi tercihlerini dahi sorgulayabilen analizci-sentezci bir mantıktan yoksun bırakmaktadır. Kişi gerektiğinde çevresinde mevcut hemen her şeyi kritiğe tâbi tutan ve doğru olarak bildiği fikirlerden bile yeri geldiğinde şüphe edebilen ve böylelikle de sürekli olarak kendisini yenileyebilen bir vizyon ve çerçeveye sahip olamamaktadır. Sabit bir unsur olan kimlik, kişinin gelişme potansiyelini de sabitlemekte ve onun yeni açılımlar yapmasını engellemektedir. Herkesin kendine özgü ve özel olan hususi inkişaf alanını daraltmaktadır.

Toplumumuzda makam ve mevkie aşırı derecede önem atfedilmesinin arkasında yatan en önemli sebeplerden biri de yine kimlikçi siyasettir. Kişiliksizleşen birey, belli bir kimlik ve o kimliğin aracı olan makamların arkasına saklanarak varlığını kıymetlendirmeye ve gerektiğinde de yine onun üzerinden şahsiyetinin müdafaasını yapmaya kalkmaktadır.

Kişiliği olması gerektiği biçimde inkişaf edemediği ve insan topluluğu içinde kendisini diğer insanlardan farklılaştırıp kıymet kazandıracak nispeti bir türlü yakalayamadığı için kimlik vasıtasıyla öne çıkıp değer kazanmanın peşine düşmektedir. Sosyal hayatta kendini yeterince ifade edemeyen insan, bu ihtiyacını belli bir kimliğe sığınarak daha doğrusu üzerine yapıştırdığı etiketle gidermeye çalışmaktadır. Kişiliği kıvamını bulmadan belli bir makama oturduğunda ise o makamın gereğini hakkıyla yerine getirememekte ve makamla kişilik arasındaki uçurum, sosyo-psikolojik zeminde ciddî sıkıntılar doğurmaktadır.

Hâk etmeden mevki makam sahibi olmuş insanlarda zaman zaman şâhit olduğumuz “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” hezeyanının altında bile gerçekte sahip olduğu kimlikle anlam kazanmaya çalışan bastırılmış şahsiyetin feryadı yatmaktadır. Ve ekseriyetle bu tipler, kişiliklerinin kimlikleriyle değer kazanacağını sanırlar. Hâlbuki durum tam aksidir, kimlik kişilikle değer kazanır.

Kırmızı Çizgiler

Yukarıdaki kategoriye giren insanlar, şahsiyetlerini koruma çemberine alabilmek için makam ve mevkileri kendilerine paravan yaparlar. Onlar için kimlik, kişiliklerinin koruma duvarıdır. Sağlıklı bir kişiliğe sahip olmayan insanın tek sermayesi, üzerine giydiği emanet ceketten hiçbir farkı olmayan kimliğidir. O kimlik, üzerinden düştüğü anda bütün müktesebatını kaybetmiş demektir. Yegâne sermayesini kaybetmemek için de yapmayacağı şey yoktur.

Toplumumuzda sık görülen insanların makamlarını yitirmekten korkmaları ve onu kaybetmemek için ellerinden gelen her türlü tavizi vermeye razı olmalarının altında yatan sebep de yine kimlikçi siyaset tarafından dizginlenen ve örselenen şahsiyettir.

Asırlar önce Mevlâna “Herkes aynı fikirdeyse hiç kimse yeterince düşünmüyor demektir” demişti. Ufuksuzluğumuzun, dar ve kısır bir fikir atmosferine sıkışıp kalmamızın da sebebi, içine hapsolduğumuz kimliklerdir. Zira bu ülkede her kimlik, birtakım kırmızı çizgilere sahiptir. Bu kırmızı çizgiler yerine göre bir kontrol mekanizması işlevi de görmekte olup kendince zararlı gördüğü fikir ve çözüm önerilerinin üzerine bir çarpı çekmektedir. Kimliğin komut verdiği kişilikler de o fikre karşı ihtiyatlı davranmak ihtiyacını duymakta ve farklı alternatifleri konuşup müzâkere etmeyi dahi tehlikeli görmektedir.

Bu kör ve fasit mantığın devrede olduğu uzun yıllar boyunca ülkemizin en hayati meseleleri hakkında farklı yaklaşımlar sergilenememiş, üzerine sakıncalı damgası vurulan alternatif çözüm önerileri düşünülüp tartışılmadan rafa kaldırılmıştır. Kimlikler bir peşin hüküm mantığı oluşturarak toplumu görüş ve ufuk darlığına mahkûm etmiştir.

Kimliğin kişiliği bastırdığı, ona söz ve hayat hakkı tanımadığı bir vasatta ortaya çıkması kaçınılmaz olan netice budur. Kimlik, kişiliği yönetmeye kalktığında bu durum kişinin hayatında ciddî istikrarsızlıklara yol açmaktadır. İnsanımızda var olan şahsiyet kusurlarının bir kısım sebeplerini de yine burada aramak gerekir. Her hâlükârda kişiliğin, kimliğin önünde olması şarttır. Vicdanı hür ve salim, fikir ve ruh sağlığı yerinde bir toplumun mevcudiyeti açısından bugünkü yapının tersine dönmesi, kişiliğin resesif değil de dominant olması gerekmektedir.

Yıllar önce merhum Cemil Meriç “İzm’ler idrakimize giydirilen deli gömlekleridir” demişti. Gerçekte ise kişiliğe gelişme fırsatı tanımayan, onu horlayan, şahsiyet düşmanı kimliklerin tamamı benliğimize giydirilmiş birer deli gömleğinden farksızdır.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir