Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Nisan 25, 2024

İdam Cezaevinde Olmaz, Meydanda Olur

Çocukluk yıllarıma ait bir hâtıradır. Babamdan dört yaş büyük olan rahmetli amcam, bir gün rahmetli babamla annemin de bulunduğu bir ortamda, yıllar öncesinde İzmir’de şâhit olduğu bir idâm merâsimini ayrıntılarıyla anlatmıştı bize. Ondan bunu sadece bir kez dinledim. Ölümünden kısa bir süre önce kendisinden bu hâdiseyi tekrar anlatmasını istediğimde ise; “Haldun, hâtırlatma o dehşetli manzarayı bana!” demişti. Bunu söylerken şâhit olduklarını hâtır ve hayâlinden uzak tutmaya çalışan bir ifâde hâkimdi çehresine.
Benzer şeyleri babam ve babamdan dört yaş büyük olan halasının kızından da duyardım zaman zaman. Otuzlu yıllarda bu cezâların infâzı, baba ocağım olan Bergama’da, İstiklâl Meydânı’nda olurmuş. Cezânın sabaha doğru infâz olunduğunu fakat cesedin öğleden sonraya kadar sehpânın üzerinde boynundaki yaftayla beraber asılı durduğunu, sabahleyin okula giderken rûhları bedenlerinden ayrılmış idâm mahkûmlarının yağlı urganda sallanan kadavralarını gördüklerini kaç kez dinlemiştim kendilerinden.
İnfâzlar 1965 yılına kadar çoğunlukla gündüz vakitlerinde ve halkın izleyebilmesi için de şehirlerin büyük meydânlarında gerçekleştirilmiştir. İstanbul’da bu iş için tercîh edilen mekân Sultanahmet, Ankara’da ise Samanpazarı’dır. Fakat İnfâz Kanûnu’nda yapılan değişiklikle o yıldan sonra bütün idâmlar, cezâevi avlularında güneş doğmadan önce gizli olarak yapılmıştır. İnfâzlara yalnızca infâzdan sorumlu savcı, infâz memûrları, dînî telkînde bulunmakla görevli imâm ve bir de gardiyanlar nezâret etmiştir. O târihten sonra, bu işle vazîfeli resmî zevât hâricinde, infâz olunan hükümlerin yegâne şâhidi hapishânelerin soğuk duvarları olmuştur.
1984 senesinden sonra ise idâm cezâsı hukuken olmasa da fiilen kalktı. Mahkemeler tarafından verilen ölüm cezâlarının hiçbiri meclîs tarafından onaylanmadığı için uygulanmadı. 2004 yılında yapılan düzenleme ile de ölüm cezâsıyla ilgili tüm maddeler anayasadan çıkarılarak idâm tamamıyla hukuk sistemimizin dışına çıkarıldı. Bunun bir cezâ olmadığı, suçluları ıslâh etmeye dönük bir vâsfının bulunmadığı vurgulandı ısrârla.
Son günlerde ise idâm cezâsı, bir süredir artış gösteren çocuk cinâyetleri ve terörle ilgili suçlara ilişkin olarak yeniden toplumun gündemine oturmuş durumda. Kamuoyu bilhâssa çocuk tacîz ve cinâyetleriyle ilgili olarak idâm cezâsının geri gelmesini istiyor. Biz de aynı kanâatteyiz. Hiç şüphesiz ölüm cezâsı, mevcûd cezâlar içerisinde en caydırıcı olanı. Ayrıca Kur’ân’ın da bir emri olan kısâs hükmünün icrâsı, toplum vicdânının tatmîn ve tesellîsi açısından da şart. Fakat burada kesinlikle göz ardı edilmemesi gereken çok önemli bir husûs var: Cezânın nasıl ve ne şekilde tatbîk olunacağı.
Öncelikle şu çok iyi bilinmeli ki idâm; maktûlün kanını yerde bırakmamaya, ailesinin mağdûriyyetini bir nebze de olsa ortadan kaldırmaya yani vicdânları rahatlatmaya yönelik tesellî maksatlı bir cezâ değil yalnızca. Sadece mağdûr edilmiş, ciğerpâresini kaybetmiş bir ailenin hakkını teslîm etmeye dönük bir yaptırım değil o. Aynı zamanda benzer hâdiselerin önüne geçmek için de alınmış en şedîd tedbîr, en amansız bir gözdağı o.
Yüce kitâbımızda; “Ey akıl sahipleri! Kısâsta sizin için hayât vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.” denirken de bu kastediliyor zâten. Yani suçlunun cezâlandırılmasıyla, benzer suçların işlenmesine dönük niyet aşamasındaki bir yığın teşebbüsün akim kalacağına işâret ediliyor. Bir fâilin cezâlandırılmasıyla hem yeni fâillerin ortaya çıkmasının önüne geçiliyor hem de yeni mağdûrların. Yani cezâ, istikbâlde olması muhtemel birçok yeni hâdiseyi önleyeceği için her iki taraf açısından da koruyucu bir kalkan özelliğine sahip. Cezâ, potansiyel olarak öldürme fiilini işlemeye yatkın kişiyi manevî yönden eğitip terbiye edemese de korkutmakta, sakındırmakta ve dolaylı olarak onu da korumaktadır bir şekilde.
İnsan ırkı içinde sayısı az da olsa suç işlemeye meyilli, potansiyel olarak bu işe eğilimli bir zümre vardır dâimâ. Bu bir realitedir. Bunların eğitilmeleri kolay olmadığı gibi bazı hâlde de imkânsızdır. Bunların çoğunda utanma ve ar duygusu da yoktur. Kontrol edemedikleri başkalarına zarar verme dürtüsünü, varlıklarına dönük ciddî bir tehdîd olmadığını gördükleri anda devreye sokacak ve çevrelerine zarar vereceklerdir.
İdâm topluma mesaj veren bir cezâ. Mesajın adresine ulaşabilmesi, hedefi on ikiden vurabilmesi içinse cezânın yeniden ihdâs edilmesi kadar, uygulanma biçimi de önemli. İdâm, duvarların arkasında, halka kapalı mekânlarda olamaz. Kesinlikle açık alanlarda, geniş meydânlarda, halkın gözleri önünde olmak zorundadır. Hattâ günümüzde bazı infâzlar, devletin resmi televizyonundan da naklen yayınlanmalıdır. Cezâ alenen herkesin önünde uygulanmazsa gücünü kaybeder, caydırıcılığını büyük ölçüde yitirir. Topluma ve özellikle de suça meyilli kişilere mesajını gerektiği şekilde ulaştıramaz.
O meydânlar, siyâsî mitinglerin düzenlenip rûhların ateşlendiği, rock gruplarının sahne alıp pop starların alkışlandığı, kısacası çoşkulu kalabalıkların heyecânlarını bütün çıplaklığıyla sergiledikleri yerler olmamalı sadece. Kitlelerin nefislerini terbiye ettiği, suça eğilimli insanların cesâretlerinin kırıldığı yerler de olmalı aynı zamanda. Gerektiğinde o meydânlar, suçluların en ağır cezâlara çarptırıldığı bir ibret meşheri görevini de yerine getirebilmeli.
Yaşanan acılardan sonra, bugün artık toplum ölüm cezâsını yeniden tartışmaya açtı. Büyük ihtimâlle idâm yeniden anayasamıza ve cezâ hukukumuza girecek. Fakat cezânın geri gelmesi kadar şekil şartları da önemli. Eğer cezânın toplumsal mesajını görmez ve idâm cezâsını 1965’ten sonra olduğu gibi yine duvarların arkasına hapsedersek arzu ettiğimiz netîceyi alamayız.

Mahmut Haldun Sönmezer

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir