Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Nisan 18, 2024

“Yapılan Eleştiri Değil, Sakil Şekilde Tezvirat ve Tekfir Propagandası”

Prof. Dr. Mustafa Öztürk’ten Yörünge’ye Açıklamalar: 

“Yapılan Eleştiri Değil, Sakil Şekilde Tezvirat ve Tekfir Propagandası”

Cemaatler, dinî alanda mutlak nüfuz ve iktidar istiyorlar. İlahiyat fakültelerini özellikle Ankara İlahiyat Fakültesi’nin kuruluş hikâyesi üzerinden değerlendirerek bunları laik rejime hizmet eden kurumlar olarak görüyorlar. Bu sebeple bir taraftan kendilerini ilahiyat fakültelerine karşı alternatif dinî merciiler olarak takdim ederken bir taraftan da sistematik şekilde öğrenci ve öğretim elemanı yetiştirerek bu fakülteler üzerinde vesayet kurmayı hedefliyorlar.

Nerede bir diğerini dinleyen, anlamaya çalışan? Var da biz mi göremiyoruz? Bu hengâmede Oryantaliste ne hacet! Tahammülsüz zihniyetler olarak birbirimizi haklıyoruz. Adeta haddi aşmada yarışıyoruz. Olması gereken bu değil ama tedavülde olan da bundan başka bir şey değil. Yöntem arayışları bizi asıl maksattan uzaklaştırıyor gibi. Son günlerdeki tartışmalar özellikle bir isim üzerinde temerküz ettiriliyor. Kayıtsız kalamadık ve sadra şifa niyetiyle sorularımızı Prof. Dr. Mustafa Öztürk’e yönlendirdik.

17-25 Aralık Sürecinde Tanık Olunan İlahiyatçı Suskunluğu

Müslüman Türkiye toplumunun genelinde İlahiyatçılara karşı soğuk bir yaklaşım var. Özellikle İslami cemaatler diye tabir ettiğimiz gelenekle irtibatlı Müslüman gruplardan ilahiyatçılara, dinî endişelerden dolayı sert eleştiriler geliyor. Hatta bu kesimin bazı temsilcileri, İlahiyat fakültelerinin kapatılması gerektiğini dahi savunuyorlar. Sizce İslâmî cemaatler gerçekte ne istiyor?

Türkiye’deki örgütlü dinî yapılar ve gruplarla öteden beri yıldızı hiç barışmamış biri olarak bu sorunuza belki çok sağduyulu bir cevap veremeyebilirim. Ama yine de gözlem ve tespite dayalı şahsî kanaatime göre cemaatler, dinî alanda mutlak nüfuz ve iktidar istiyorlar. Yine bu grup ve cemaatler ilahiyat fakültelerini özellikle Ankara İlahiyat Fakültesi’nin kuruluş hikâyesi üzerinden değerlendirerek bunları laik rejime hizmet eden kurumlar olarak görüyorlar. Bu sebeple bir taraftan kendilerini ilahiyat fakültelerine karşı alternatif dinî merciiler olarak takdim ederken bir taraftan da sistematik şekilde öğrenci ve öğretim elemanı yetiştirerek bu fakülteler üzerinde vesayet kurmayı hedefliyorlar.

Birçok ilahiyatçı akademisyenin toplumsal taban olarak Cumhuriyet tarihinin özellikle Tek Parti döneminde aşağılanan, kimi zaman da sıkı takibata uğrayan dindar-muhafazakâr kesime mensup olması ve aynı zamanda Cumhuriyet’in ilk yıllarında dinî alana uygulanan tazyik neticesinde kayıt dışı yapılanmalar şeklinde vücut bulup hayatiyetlerini uzun yıllar boyunca bu minvalde sürdürme mücadelesi veren dinî grup ve cemaatlerle çok sıkı bir bağının bulunması, ilahiyat akademyasında “din içinde din” ya da “dine karşı din” diye ifade edilebilecek çatışma ve ayrışma zeminleri oluşturmuştur. Bu olgunun çarpıcı tezahürlerini, belli bir dinî grup ve cemaate mensubiyeti bulunan ilahiyatçı akademisyenler ile ilahiyat öğrencilerinde gözlemlemek mümkündür.

Bu durum kimi zaman resmi ilahiyat çatısı altında cemaat, tarikat menşeli asıl kimlik ve aidiyetini gizleme, temekkün şartı oluştuğunda ya da yeterli güç tedariki hâsıl olduğunda ise kendi cemaatinin çıkarlarına hizmet etme şeklinde dışa vurmuştur. Yine aynı durum çok kere de ilahiyatçı akademisyenin kendi cemaatinden bağımsız hareket etmemesi, kendi adına görüş bildirmemesi ve hep cemaat hiyerarşisindeki üst mercilerden gelecek talimatlar uyarınca tutum ve davranış tarzını belirlemesi gibi sonuçlar doğurmuştur ki 17-25 Aralık sürecinde tanık olunan ilahiyatçı suskunluğu, bir yönüyle cemaat ve tarikat menşeli bu alt kimlikler ve mensubiyetlerle diğer bir yönüyle de Tek Parti döneminden beri sık sık uygulanmış olan dinî alana baskı politikasının kalıcı yan etkilerinden biri olan ürkeklik, korkaklık ve özgüvensizlik travmasıyla alakalı bir husustur.

Var Olma Hakkı “Lütfedilmesi”nin Ardındaki Siyasi Mülahaza

Cumhuriyet döneminde din eğitimi vermek üzere ikame edilen ilahiyat fakülteleri (daha öncesinde Yüksek İslam enstitüleri) Cumhuriyet öncesindeki dinî eğitim veren medrese ve tekkeler ile karşılaştırıldığında ortaya çıkan tabloyu özetleyebilir misiniz?

Cumhuriyet dönemindeki ilahiyat fakülteleri ile Osmanlı tecrübesindeki medreseler ve tekkeleri birbiriyle mukayese etmek anakronizme düşmek olur. Kanımca bu kurumları kendi tarihsel şartları içerisinde değerlendirmek daha isabetli. Osmanlı’nın çöküş sürecinde medreselerin sözgelimi Fatih ve Kanuni dönemlerindeki gibi canlı, dinamik bir işlev görmediği, bu yüzden de İttihatçılar döneminde medreseleri ıslah cihetine gidildiği, Islâh-ı Medâris Komisyonu oluşturulup çeşitli nizamnâmeler düzenlendiği malumdur. Ancak medreseler ve tekkelerle ilgili problem, salt bu kurumların bünyesinden neş’et eden bir problem olmaktan öte, Osmanlı Devleti’nin genel inhitat ve inkıraz probleminin söz konusu kurumlara yansımasıdır. Başka bir ifadeyle Osmanlı Devleti son derece güçlü ve dimdik halde ayakta iken medreseler ve tekkeler çökmüş değildir. Mesele, bileşik kaplar misali gibidir.

Cumhuriyet dönemindeki ilahiyat fakülteleri ve Yüksek İslam enstitülerine gelince, Ankara İlahiyat Fakültesi, İslâmî çevrelerde laik Cumhuriyet rejiminin kurucu ilkeleriyle ilişkili bir proje olarak değerlendirilir. Bu değerlendirme, diğer ilahiyat fakülteleri için de az çok geçerlidir. Malumunuz, Ankara İlahiyat Fakültesi’nin kurulmasından on yıl sonra 1959’da İstanbul’da, ilk Yüksek İslam Enstitüsü kurulmuştur. Felsefe, sosyal bilim ve teoloji ağırlıklı ilahiyat geleneğinin ürettiği eleştirel ve yeniliğe açık din anlayışına karşı Yüksek İslam enstitüleri geleneksel İslâmî ilimlerin ve yeniliklere karşı kuşkucu din anlayışının temsilciliğini üstlenecek şekilde yapılandırılmıştır.

1924’ten bu yana siyasi merkezin din ve ilahiyat alanına birçok kez doğrudan müdahalede bulunmuş olmasının da etkisiyle Türkiye’de ilahiyat ilmî ve toplumsal bir gereklilik olarak değil, siyasi bir lütuf olarak algılanmakta, haliyle ilahiyatçılar da -Ömer Özsoy hocanın tespitiyle- toplumun ihtiyacına cevap veren saygın bir kadro, bir ilim ordusu olarak değil, tabir caizse sığıntı veya besleme olarak konumlandırılmaktadır. Daha da vahimi, bu algı biçiminin çoğu ilahiyatçının bilinçaltını da kuşatan bir kültür haline gelmiş olmasıdır.

Cumhuriyet Türkiyesi’ndeki diğer birçok fakültenin aksine İlahiyat’ın gerek kurum gerek program ve müfredat açısından çok değişken olması ve bu yönüyle sık sık tartışma gündemine oturması, esas itibarıyla rejimin din konusundaki bilindik refleksleri ve din-siyaset ilişkisinin müzminleşmiş gerginlikleriyle çok yakından irtibatlı bir meseledir. Cumhuriyet döneminde ilahiyatlar ve ilahiyatçılara var olma hakkı “lütfedilmesi”nin ardındaki siyasi mülahaza güncel politik önceliklere bağlı olarak değişse de bu algı hep aynı kalmakta ve ilahiyat fakültelerini “lütuf sahibi”nin her türlü müdahalesine açık hâle getirmektedir.

“Mevcut Durum Pek İç Açıcı Değil”

İlahiyatçılara karşı çıkan kişi veya gruplara baktığımızda aynı kişilerin imam-hatip okullarından da çok hoşnut olmadıklarını görüyoruz. Diğer taraftan, imam-hatip okullarının ve ilahiyat fakültelerinin ortak yönlerinden birisi de devlet kontrolü ve müsaadesi ile eğitim yaptıkları gerçeğidir. Bu durum hesaba katıldığında imam-hatip ve ilahiyatçılara karşı çıkanların esas karşı çıktıkları şey din eğitiminin devletten izinli olması mıdır?

Başka bir sorunuza cevaben söylediğim gibi, dindar çevreler ve bilhassa cemaatler din eğitimi veren devlet kurumlarına hayli mesafeliler. Bu mesafeli tutumun arka planında Cumhuriyet’in kurucu ilkelerine ve laiklik prensibine karşı çıkılması veya en azından ciddi rezervler konulması gibi bir tavırdan söz edilebilir. Ancak FETÖ örneğinde de gördük ki Türkiye’de sözüm ona gayri resmî din eğitimi-öğretimi veren yapılar her türlü istismar ve manipülasyona açıktır. Bu yüzden, dindar çevrelerde imam-hatip okullarına ve ilahiyat fakültelerine ne kadar karşı çıkılırsa çıkılsın, din ve dinî eğitim bu ülkede gayr-i resmi mahfillere terk edilemeyecek kadar önemli bir meseledir. Tüm sorunlarına ve eksik taraflarına rağmen en güvenilir dinî eğitim-öğretim kurumları imam-hatip ve ilahiyat fakülteleri gibi devlet kurumlarıdır.

Genel olarak ideal din eğitimi nasıl olmalıdır? Bugünkü din eğitiminin (imam-hatipler ve ilahiyat fakülteleri) aksayan yönlerini detaylara inmeden ortaya koyabilir misiniz?

İmam-hatip okullarının geçmiş yıllardaki mesela, bizim imam-hatip sıralarında oturduğumuz 1970-1980’li yıllardaki canlılık ve dinamikliğini kaybettiği kanaatindeyim. Ayrıca o yıllardaki imam-hatip müfredatının ve bu okuldan mezun olan öğrencideki müktesebatın bugünle kıyaslanamayacak kadar üst düzeyde olduğunu belirtmeliyim. Bugün din alanında yetkin bir konuma sahip olmanın sadece temel İslâmî ilimleri tahsille mümkün olmadığı gün gibi aşikârdır. Gerek “new age dini” diye tabir edilen yeni akımlar gerek ateizm, deizm ve agnostisizm gibi düşünceler karşısında İslam dininin yetkinliğini ve insanlığa çok güzel şeyler vaat ettiğini ortaya koyabilmek için özellikle ilahiyat fakültelerinde felsefe, sosyoloji, antropoloji gibi derslere çok daha fazla ehemmiyet verilmelidir. Bunun yanında, geleneksel İslâmî ilimlerle ilgili müktesebatın da Ehl-i rey ekolü çizgisinde talim/taallüm edilmesi gerekir. Ancak mevcut durum pek iç açıcı değildir.

“Kur’an Müslümanlığı Kavramlaştırılmasına Sıcak Bakmıyorum”

Sayın Hocam, bu genel sorulardan sonra şahsınız ile ilgili sorularımı yöneltmek istiyorum: Malumunuz ümmetin 300 yıllık sorunları var. Sizi, bu sorunları çözmek için biteviye bir gayret içinde görüyoruz. Nereye varmak istiyorsunuz? Yapmak istediğiniz nedir? Kur’an’da durum-değer ayetlerinin tasnifini nasıl ve neye göre yapıyorsunuz? Kur’an Müslümanlığı kavramlaştırılması doğru mudur? Kur’an-Sünnet ilişkisi hakkında ne düşünürsünüz?

İslam düşüncesinin genel ve derin bir kriz içinde olduğunu düşünüyorum. Buna bağlı olarak dinin modern Müslüman toplumların hayatlarında hak ettiği yeri ve değeri bulmadığını gözlemliyorum. Dahası, dinî alanda geleneğin fetişleştirildiğini ve içinde yaşadığımız çağ ile doğru olduğuna inandığımız dinî düşünce ve kabullerin çok kere birbiri ile kesişmediğini görüyorum. Bu yüzden, ortaya koyduğum tüm ilmi ve fikri çabanın dine gerçek hayatta sahici bir anlam ve değer bulmasıyla ilgili olduğunu belirtmek istiyorum. Durum-değer ayetlerinin tasnifini kendi pratik hayatınızdan hareketle kendinizin de pekâlâ yapabileceğiniz kanaati taşıyorum. Öte yandan, Kur’an Müslümanlığı kavramlaştırılmasına hiç sıcak bakmadığımı, zira İslam dininin temelde Kur’an, Sünnet ve sahabe neslince temsil edilen kurucu ümmet şeklindeki sacayağından oluştuğuna inanıyorum. Kur’an-Sünnet ilişkisini et-tırnak ilişkisi gibi görüyorum. Ancak burada Sünnet derken hadis-rivayet malzemesinden çok daha kapsamlı olarak Hz. Peygamber’in rehberliğini kastediyorum. Bu vesileyle hepimizin İslam ve Müslümanlıkla ilgili köken bağının öncelikle Hz. Peygamber’e iman yani ona itimada dayandığını belirtmek isterim.

Sahabenin Kur’an anlayışı ile günümüz Müslümanlarının Kur’an anlayışı arasında sizin tespit ettiğiniz farklılıklar nelerdir? Kur’an’a metin veya hitap olarak yaklaşmak Kur’an anlayışımızı etkiler mi?

Sahabe ya da kurucu ümmet Kur’an’ı Hz. Peygamber’in rehberliğinden bağımsız olarak algılamamış, dolayısıyla Kur’an konusunda bugün bizim karşı karşıya olduğumuz türden anlama ve açıklama sorunu yaşamamışlardır. Başka bir ifadeyle sahabe Kur’an’ı kendilerinin bizzat hazır bulundukları bir vasatta Hz. Peygamber’in dilinden dökülen ve yine onun tarafından fiilî olarak tebyin ve tefsir edilen bir ilâhî hitap olarak kavramışlar. Dolayısıyla Kur’an ile Sünnet arasında kategorik bir ayrımda bulunma ihtiyacı duymamışlardır. Günümüz Müslümanları Kur’an’ı, salt metin olarak algılamakta ve bu minvalde anlayıp yorumlamaya çalışmaktadır. Oysa Kur’an kendi nüzul bağlamındaki ilk ve özgün anlamlarına kayıtsız kalınarak salt metin olarak yorumlandığında her türlü te’vil istismarına açık hale gelir. Çünkü metin suskun olup yorumcunun insafına kalmış bir şeydir. Burada yorumcunun manipülasyon alanını mümkün mertebe daraltmak ve aynı zamanda murad-ı ilâhîyi daha iyi anlamak için Kur’an’ı, Hz. Peygamber ve sahabe tecrübesi dikkate alınarak yorumlamak gerekir. Bana göre İslam aslında Kur’an, Sünnet ve sahabe ya da kurucu ümmet demektir.

“Söz Konusu Propagandayı Tezgâhlayan” Çevrelerin Amacı

Vahiy anlayışınızı merak ederek soruyorum. Tarihselcilik ve evrenselcilik sizin için ne ifade ediyor? Sorunlara çözüm üreteyim derken önerilerinizin toplumda çokça tartışılmasını çözüm yerine sorun üretmek olarak görenler var. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Görüşlerinizin ve farklı fikirlerinizin sağlamasını yapabiliyor musunuz?

Kur’an ve tefsir alanındaki fikir ve önerilerimi “sorun çözeyim derken sorun üretmek” gibi görenler, böyle düşünmekte serbesttir. Çünkü ilmî mahfillerde yazılıp çizilen ve belli bir ilmî altyapı donanımına sahip olan insanların merak edip okuduğu eserlerimden kasıtlı olarak bazı pasajların kesilip bin bir tezvirat eşliğinde ortalığa saçılması, benim suçum değil. Ben bugün tartışma konusu olan fikirlerimin hemen hiçbirini ne Kanal 24’teki “Sözden Öte” programında ne televizyon ekranında halkın sinir uçlarına dokunacak şekilde dile getirmiş değilim. Lakin bir sempozyum veya çalıştayda halkın bildikleriyle sınırlı çerçevede görüş beyan edecek de değilim. Bu özel ilmî ortamlarda dillendirilen görüşlerin sosyal medya mecralarında dolaşıma sokulması ve halkın genel dinî bilgi düzeyini de dikkate alarak kışkırtıcı bir propaganda yapılması sonuçta, “Sorun çözeyim derken sorun üretiyor” algısına yol açmaktadır ve söz konusu propagandayı tezgâhlayan çevreler de tam olarak böyle bir algının oluşmasını amaçlıyorlar.

Savunduğum fikirleri tuluat cinsinden fikirler olarak serdetmiyorum. Yıllar boyu zihnimde dönüp dolaşıp olgunlaştıktan sonra dile getiriyorum. Bunun yanında görüşlerin sağlamasını yapma şartını da herkesten önce kendim için gerekli görüyorum. Bugüne değin savunduğum fikirlerin kâhir ekseriyetinin sağlamasını yaptım diyebilirim. Ancak Kur’an vahyinin mahiyeti gibi gaybî konularda sağlama yapmanın mümkün olmadığını söylemeliyim.

Vahiy her şeyden önce mutlak imana taalluk eden bir meseledir. Hz. Peygamber’e Allah’ın Kur’an’ı vahyettiği bilgi ve ispatla değil, iman yani itimatla ilgilidir. Kur’an’ın ilâhî bir kelam olduğuna ya iman edersiniz ya da inkâr edersiniz. Biz buna kesin iman eden kimselerdeniz; ancak vahyin, Hz. Peygamber’e intikal şekli hususunda İslâmî gelenekte de mevcut olan görüş ve kanaatler üzerinde düşünüp belli bir görüşü tercih etmek gibi bir imkâna da sahibiz. Tercih ettiğimiz görüş “şâz” olabilir; isabetli olabileceği gibi isabetsiz de olabilir; fakat özellikle birçok teolojik ve felsefi problemin daha ikna edici bir şekilde çözümlenebilmesine katkıda bulunduğunu düşünmemiz söz konusu olduğunda, İslâmî gelenek içerisinde şâz kabul edilen bir görüşü de tercih edebiliriz.

Hedef kitleniz kimlerdir? Alanınız olan tefsir sahasında kendinize örnek aldığınız müfessir var mıdır? Tefsir anlayışınızda geleneğin yeri nedir? Günümüz Müslümanlarının tefsir anlayışındaki temel yanlışlarına değinir misiniz?

Tefsir çalışmamda belli bir hedef kitlem yok diyebilirim. Yani Kur’an tefsirini yazarken özellikle belli bir kitlenin istek ve beklentilerini karşılamak gibi spesifik bir amaç gözetmediğimi açıkça belirtmeliyim. Tefsir ilmi, Kur’an’daki ilk ve aslî manayı tespite yönelik olduğundan, özellikle tarih, rivayet ve dil eksenli bir faaliyettir; hâliyle tefsir alanında telif edilen bir eserin rivayet malzemesinden ve dilbilimsel tahlillerden bağımsız olması söz konusu değildir.

Tefsir faaliyetinin her şeyden çok gelenekteki ilmî müktesebata dayanması gerekir. Bu yüzden, temelde gelenek ve klasik İslâmî kaynaklara dayalı tefsir çalışmamın ilmî bir eser hüviyetinde olmasına azami ihtimam gösteriyorum. Dolayısıyla bu husus dikkate alındığında, her ne kadar belli bir hedef kitlem yok demiş olsam da eserin öncelikle ve özellikle ilim çevresine hitap ettiğini söylemem gerekir.

Erken dönemlerdeki müfessirlerden Taberî ve Câmiu’l-Beyân adlı tefsiri benim için son derece özel ve önemli bir kaynaktır. Hatta diyebilirim ki Taberî’nin tefsiri kaynak eser olması bakımından bir numaradır. Klasik dönemlerde Zemahşerî’nin el-Keşşâf’ı ile Kurtubî’nin el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân adlı Kur’an tefsirleri de çok değerli kaynaklar arasında yer alır. Son dönemde ise Tunuslu müfessir Muhammed Tâhir İbn Âşûr’un et-Tahrîr ve’t-Tenvîr adlı tefsirine apayrı bir değer veriyorum ve tefsir çalışmamda da bu eseri sürekli el altında tutuyorum. İbn Âşûr’un tefsiri gibi ilmî bir eser ortaya çıksın diye tüm çabamı sarf ediyorum. Cenâb-ı Hak çalışmamı tamamına erdirmeyi nasip eder mi, bilmiyorum. Ama ömür vefa ettikçe, sağlığım elverdikçe elde avuçta kalan tüm enerjimi bu esere harcamak istiyorum.

Günümüz Müslümanlarının tefsir anlayışlarındaki temel yanlışlardan biri, Kur’an’ın Hz. Peygamber ve sahabenin tecrübe ettikleri vasatta ne söylediğini genellikle göz ardı etmeleri, dolayısıyla Kur’an’daki ilk ve aslî manayı dikkate almadan yorum üretmeleridir. Bu yaklaşım, Kur’an mesajını günümüz dünyasına taşıma gayreti açısından bakıldığında, değerlidir; fakat Kur’an’ı hiç konuşmadığı konularda konuşturmak gibi riskler içermesinden dolayı da hayli problemlidir. Tefsirde ilk olarak Kur’an’ın kendi nüzul ortamındaki ilk ve aslî ortaya konulmalıdır. Bu anlamı ortaya çıkarmak tefsir ilminin temel amacıdır. İlk ve aslî anlam, pergelin sabit ayağı olarak algılanmalı ve güncel yorumlar bir bakıma röper noktası mesabesindeki bu ilk anlam dikkate alınarak yapılmalıdır.

“Beş-Altı Konuklu Tartışma Programları Faydadan Çok Zarar Üretiyor”

İlahiyatçılar arasında medyada çokça görünüyorsunuz. Bunu bazıları farklı fikirleri ortaya koymanıza bağlıyorlar. Kişisel fikirlerinizin eleştirilmesine nasıl tahammül ediyorsunuz? Kıssa, cihat, kadının mirastaki payı, hırsızların cezalandırılması gibi konulardaki düşüncelerinizi birer cümle ile alabilir miyiz?

Medyada sık görünmek gibi bir çabam yok; bugüne kadar televizyon kanallarından davet geldiğinde, bu davetlere icabet ediyordum. Fakat özellikle en son katıldığım televizyon programlarında birçok ciddi mesele tam bir kakofoni içerisinde heder oldu gitti. Bu durum öncelikle İslam’a, sonra temsil ettiğimiz kurumlara ve dolayısıyla şahsımıza zarar veriyor. Artık şunu anladım ki beş-altı konuklu tartışma programları faydadan çok zarar üretiyor. Bu sebeple, tartışmacı kalabalığı içerisinde yer almak istemiyorum ve dolayısıyla beş-altı konuklu tartışma programlarına artık iştirak etmiyorum. Şayet bir televizyon kanalı bizi tek konuk olarak davet ederse bu davete icabet ederim. Aksi takdirde televizyon programlarına katılmayı düşünmüyorum.

Fikir ve görüşlerime yönelik eleştiriler ilmî ciddiyet ve samimiyet dâhilinde olduğu sürece tahammül gibi bir sorunun mevcudiyeti söz konusu değildir. Özellikle ilmî nitelikli ve yapıcı eleştirileri memnuniyetle karşılarım; fakat bu ülkede çoğunlukla eleştiri değil, çok sakil şekilde müthiş bir tezvirat ve tekfir propagandası yapılıyor. Üstelik sosyal medya mecralarında Ehl-i Sünnet’i müdafaa gayretiyle kendilerini gösterenler, hedef tahtasına koydukları kimselere çok galiz hakaretler ve küfürler yağdırıyor. Bu durum, söz konusu kitlenin insani ve ahlaki açıdan hem çok problemli hem de çok tehlikeli bir olduğuna işaret ediyor. Kısacası, ilmî ve insaflı eleştiriyle uzaktan yakından alakası bulunmayan tezvirat ve tekfir kampanyalarına tahammül etmekte çok zorlanıyorum.

Kur’an kıssalarından söz açıldığı zaman genellikle “tarihî gerçeklik” tartışması akla geliyor. Ben, Kur’an’da tarihî kıssaların yanı sıra temsilî ve Zemahşerî’nin ifadesiyle tahyilî kıssaların da yer aldığına kaniyim. Kur’an kıssalarında muhatapların tarihle ilgili meraklarını gidermek veya tarih bilgisi vermek gibi bir amaç gözetilmediği, bilakis pek çok kıssanın gerek öğüt/ibret gerek Hz. Peygamber ve müminlere teşcii ve tesliye, yani yüreklendirme ve moral destek verme gibi gayelere hizmet ettiği kanaatindeyim.

Cihad, Allah yolunda elden gelen çabanın ortaya konulması demektir. Bu anlamda cihad ibadetle olur, ilim ve fikirle olur, emr-i bi’l-marufla olur ve şartlar oluştuğunda kıtâl/savaş yoluyla da olur. Kadının mirastaki payı ve hırsızın elinin kesilmesi gibi konularda lafızcı değil, maksatçı yaklaşımı esas almak, yani Kur’an’ın bu konularla ilgili hükümlerinde gözetilen maksatlar üzerine zarûrât-ı hamse çerçevesinde kafa yormak ve makasıd temelli olarak içtihatta bulunmak taraftarıyım. Çünkü bu tür konularla ilgili şer’î hükümler ontolojiyle değil, dinamik ve değişken sosyolojiyle alakalıdır.

Tefsir yazmakla meşgul olduğunuzu biliyoruz. Okuyucularımıza önerdiğiniz meal ve tefsir var mıdır?

Malum, bir meal çalışmam var; tefsir çalışmanın ilk cildi de yayımlandı. Şu an itibariyle ikinci cildi tamamlamakla meşgulüm. “En iyi meal ve tefsir bana aittir” demem mümkün değil. Bununla birlikte her iki çalışmaya da çok yoğun bir emek sarf ettiğimi söyleyebilirim. Okuyuculara İbn Âşûr’un et-Tahrîr ve’t-Tenvîr adlı tefsirini öneririm; fakat bu eser henüz Arapçadan Türkçeye çevrilmemiştir. Dolayısıyla Arap diline vâkıf olmayanların bu eserden istifadesi mümkün değildir. Türkçe tefsirler arasında Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’an Dili’ni tavsiye edebilirim. Ancak bu eserin dili sadeleştirilmemiş hâliyle pek çok okuyucu tarafından zor anlaşılır niteliktedir. Sadeleştirilmiş hâli ise Yazır’ın eseri olmaktan çıkmış gibidir.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir