Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Çarşamba, Nisan 24, 2024

Kur’an’ın Mahiyeti Konusundaki Görüşler

Kur’an’ın Allah’tan insana intikali ve mahiyeti konusunda İslam düşüncesinde dört temel görüş bulunmaktadır:

1.Ahmed b. Hanbel’in görüşü: Kur’an, Allah’ın kelamıdır, mahiyeti konusunda konuşmak doğru değildir. Ancak onun bazı taraftarları, Mu’tezile’ye yönelik aşırı retçi tavırları yüzünden okunan, dinlenen ve ezberlenen Kur’an lafızlarının dahi yaratılmamış olduğunu iddia etme aşırılığına düşmüşlerdir. (Ahmed b. Hanbel, er-Red ale’z-zenâdıka ve’l-Cehmiyye (Ali Sâmi en-Neşşâr, Ammar Cem’î et-Tâlibî, Akâidü’s-Selef), İskenderiyye 1971, s. 77-78; Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 383).

2.Mu’tezile’nin görüşü:Kur’an lafız ve mana olarak yaratılmış ve Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygamber’e indirilmiştir. Onlar, yaratıldığı yerin Levh-i Mahfuz, Cebrail veya Hz. Peygamber olduğu konusunda ihtilaf etmişler. Ancak ağırlıklı görüşleri, Kur’an’ın lafız ve mana olarak Levh-i Mahfuzda yaratıldığı ve elimizde bulunan Kur’an’ın, orada bulunan Kur’an’ın ifadesi olduğu şeklindedir.

Onlara göre okuduğumuz, yazdığımız ve dinlediğimiz Kur’an, Allah’ın kelamıdır ve fiilidir yani Allah’ın yaratmasıyla meydana gelmiştir. Bunun ötesinde ne Ehl-i Sünnetin söylediği gibi Allah’ın bir kelam sıfatı vardır ne de Kur’an’ın ezeliliği söz konusudur. Görülüyor ki Mu’tezile lafız-mana ayrımına değil, sadece Kur’an’ın yaratılmasına odaklanmıştır. (Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Tebsıratü’l-edille, I, 385)

3.Ehl-i Sünnet kelam mezhepleri olan Eş’arîler ve Matürîdîlerin görüşü: Allah’ın kelamı olan Kur’an yaratılmamıştır. Ancak lafız-mana bütünlüğü içinde yaratılıp Cebril’e verilen ve oradan Hz. Peygamber’e gelen okuduğumuz, dinlediğimiz ve ezberlediğimiz Kur’an yaratılmıştır.

Arapça olarak yaratılmış olan bu Kur’an, Allah’ın ezeli kelamına delalet etmektedir. Matüridîler bu  ikili durumu, kelam-ı nefsî ve kelam-ı lafzî diye tasnif etmişlerdir.  Kelam-ı nefsî, yaratılmamış olan Allah’ın kelamı; kelam-ı lafzî ise Cebrail’e intikal ettiği andan itibaren yaratılmışlık vasfı kazanmış kelamdır.

Eş’ariler ise bunu, yaratılmış varlıklarda bulunan kelam hâdistir ve Allah’ın ezelî kelamına delalet eder şeklinde formüle etmişlerdir.

Bu kategoriyi Kerramiler, hikâye ve mahki isimlendirmesiyle ifadelendirmişlerdir.

İlk Ehl-i Sünnet kelamcıları olan İmam-ı A’zam Ebû Hanife ve İbn Küllab el-Basrî’nin bu görüşlerin oluşmasında ve şekillenmesinde katkısı büyüktür.  (bkz. Ebü’l-Muîn en-Nesefî,Tebsıratü’l-edille, I, 368-369, 383-384; Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal, nşr. Abdulemir Ali Mehnâ, Ali Hasan Fâgur, Beyrut 1410/1990, I, 108).

4.Karmatî ve İsmailî diye de isimlendirilen Batınîlerin görüşü:Kur’an bir tasavvur ve hayal olarak Hz. Peygamber’in zihnine/kalbine indirilmiş, Hz. Peygamber de kendi lisanı ile bu manayı ifade etmiş yani lafza dökmüştür. (bkz. Matüridî, Te’vilatü Ehli’s-Sunne, nşr. Fatıma Yusuf el-Hıyemi, Beyrut 142572004, III, 121, 541) Batınîlerin bu görüşünü, son zamanlarda bazı çağdaş araştırmacıların da dile getirdiği görülmektedir.

 Batınî Anlayışa Yönelik Kısa Değerlendirme

Batınîlerin Kur’an’ın manası Allah’a, lafzı Hz. Peygamber’e ait şeklindeki anlayışa gitmelerinde, klasik felsefeden mülhem âlem ve insan anlayışının etkisi büyüktür. Onlara göre âlem ay altı ve ay üstü şeklinde iki kategoriye ayrılır.

Ay üstü âlem, cisim ve cismanî olandan arınmış, oluş ve bozuluş kanunlarına tabi olmayan ruhaniyet ve sermediyet âlemidir.

Ay altı âlem ise tam tersine oluş ve bozuluş kanunlarına tabi cisim ve cismanî unsurlardan oluşur.

İnsanın bedeni oluş ve bozuluşa tabi cisim,  insanın nefsi/ruhu ise oluş ve bozuluşa tabi olmayan ay üstü âleme ait ruhani varlıktır ve oradan bilgi alabilme kabiliyetine sahiptir. Son akıl olan ve suretler veren akl-ı faal ile ittisal eden yani birleşen nefis/ruh, yetkinliğe erişir ve hakikat bilgisine sahip olur. Batınîler felsefeden mülhem aklı, kalem-i a’la veya Cebrail; nefsi ise levh-i mahfuz olarak isimlendirmektedirler.

Batınîlere göre Kur’an, ruhaniyet alanı olan ay üstü âlemden gelmiştir. Orada cismanî yani maddenin özelliği sayılan seslerden ve şekillerden oluşan araz kabilinden lafızların bulunması söz konusu değildir. Öyleyse Kur’an mana olarak ruhanî âlemden yine ruhanî olan Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygamber’in ay üstü âleme ait ruhuna gelmiş, onun cismani tarafını teşkil eden ve bedeninin konuşma aracı olan ağız ve diliyle lafza dökülmüştür.

Ehl-i Sünnet anlayışına göre ise âlem, Allah’ın dışındaki her şeyi ifade eden bir yapının adıdır ve cevher, araz ve onların terkibi olan cisimlerden oluşmuştur. Dünya, ahiret, melek, cin, şeytan ve gök cisimlerinin tamamı âlemin unsurlarıdır. Bu, cisimlerin kimisi latif görünmez, kimisi de kesif görünebilir.

Dolayısıyla bütün âlem cisimlerden müteşekkildir. Yeniden dirilmeden itibaren Ahiret hayatı da cismanî olarak gerçekleşecek ve devam edecektir. Ay üstü âlemin ruhani olması diye bir şey söz konusu değildir. Melekler de görünmeyen cism-i latif varlıklardır.

İmam Matüridî, “Onlar cisimlerdir ama görünmezler” (Matüridî, Te’vilât Ehli’s-Sünne 1425/2004, IV, 560) diyerek meleklerin cisim olduğunu açıkça ifade etmiştir. Meleklerin cisim olduğunun göstergesi, Cebrail’in cisim olan insan suretine bürünebilmesidir. Dolayısıyla Batınîlerin âlem anlayışı Ehl-i Sünnetin anlayışı ile taban tabana zıttır.

Öte yandan nasıl ki insan, ruh ve beden birlikteliğiyle bir anlam ifade ediyorsa kelime de mana ve lafız birlikteliği ile bir anlam ifade eder. Tek başına ruhun ve tek başına bedenin insan kabul edilmesi söz konusu olmadığı gibi, kelime de sadece lafza veya manaya indirgenemez. Lafızlar mana için bir kalıptır. Kalıp bozulduğu veya değiştirildiği takdirde mananın bütünlüğü ve ölçüsü kaybolur.

Batınîler sanki tam da bunun gerçekleşmesini istemektedirler. Böylece lafızdan kopardıkları manayı istedikleri gibi kalıba sokma imkânına kavuşmaktadırlar. Diğer bir deyişle istedikleri kelimeye çıkarlarına ve durumlarına uygun bir anlam yükleyebilmektedirler.

Nitekim tarih boyunca Batınîlerde görülen en önemli haslet, yerine ve zamanına göre kelimelere anlam yükleyerek insanların kafalarını karıştırmak olmuştur. Takiyye tam da bu işlemin adıdır yani istediği manayı istediği kalıba yükleyerek, kimini gizleyerek kimini açığa çıkartarak planlarını yürütmeleridir. Böylece onlar kendi kafalarına göre ikiyüzlülük de yapmamış olmaktadırlar. Hâlbuki yaptıkları tam da ikiyüzlülüktür.

Son zamanlarda kutuplaşmaya yol açan İlahî kelamın dilsel mahiyeti üzerinden bir tartışma başladığı ve yürüdüğü görülmektedir. Tarihte kalmış, ümmetin çoğunluğunun görüşüne mazhar olmamış şaz birtakım görüşleri, bilgisi ve ilgisi olmayan halka taşımak bir aşırılık olduğu gibi, bu tartışma üzerinden bir tekfir propagandası başlatmak yani görüşleri ve yazdıkları üzerinden kişileri küfürle itham etmek de benzer bir karşı aşırılık gibi görünüyor.

Meseleye Ehl-i Sünnt ve’l-Cemaat topluluğunun “Ehl-i Kıble tekfir edilemez” ilkesi çerçevesinde yaklaşmanın daha isabetli, orta yolu tutan ve kucaklayan bir tavır olacağında şüphe yoktur. Kaldı ki Kur’an’ın mahiyetiyle ilgili tarihte yapılmış tartışmalarda hiçbir tarafın kazanç sağlamadığı görülen bir gerçektir.

Yüzyıllarca süren bu tartışma, İslam dünyasında kutuplaşma ve parçalanmadan başka bir işlev görmemiştir. Bu gibi tartışmaların tek yararlı tarafı, ilim meclislerinde ve akademik ortamlarda fikir egzersizi veya beyin fırtınası şeklinde yapılmasıdır.

Bu konuları, ilahiyat fakültelerindeki derslerde öğrencilerle müzakere edilmesi de bu çerçeveden değerlendirilmelidir. Çünkü öğrenci bu gibi meseleleri öğrenmek ve bunlar üzerinden müzakere gücü kazanmak üzere oraya gelmiştir. Ancak bu gibi müzakereler asla dışarıya taşınmamalıdır.

Sözgelimi bir tıp öğrencisinin kadavra üzerinde yaptığı işlemleri, dışarıya taşıyıp sağlıklı insanlar üzerinde denemeye kalkışması veya yaptığı işlemleri ilgisi olmayan insanlara aktarması ne kadar zararlı ve gereksizse bu gibi tartışmaların ilim meclisi dışına yani bu konularla bilgisi ve ilgisi olmayan insanlara taşınması da aynı şekilde zararlı ve gereksizdir.

Hasıl-ı kelam, ataların dediği gibi her taş yerinde ağırdır ve yine ilim geleneğimizin benimsediği gibi insanlara akılları, bilgileri ve ilgileri ölçüşünde hitap edilmelidir.

 

Prof.Dr.Cağfer Karadaş

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir