Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cumartesi, Nisan 20, 2024

Kur’an Lafzı Allah’a Ait Değil mi?

“Rabbim birdir ve putlarınızı reddediyorum” dediği için her türlü hakaret ve işkenceye maruz kalan, bütün yollarla susturulmaya çalışılan, yıllarca açlık ve susuzlukla imtihan edilen, doğduğu şehirden hicrete zorlanan, hicret ettiği yerde de rahat bırakılmayan bir elçiye kendini ve sahipsiz arkadaşlarını korumak için savaş iznini vermek mi daha ahlâkî, vermemek mi? Böyle bir sürece müdahil ve taraf olmayan bir Allah, hangi sürece müdahil olacaktır?

Kelamcılar vahiy, nübüvvet ve vahyin mahiyetine dair konulardan haberdardırlar. Bu konular ve tartışmalar yeni de değildir. İslam tarihinde birçok felsefî ve kelâmî konular gibi vahye dair konular da tartışılmıştır. Ancak İslam, vahiy merkezli olduğu için vahiyle ilgili ileri sürülen her iddia, bu veya şu şekilde dinin mahiyetini de ilgilendirmektedir.

Akademik camia ve medya, birkaç gündür vahiyle ilgili gündeme taşınan bir iddiayı konuşmaktadır.

İddiaya göre Kur’ân’ın manası Allah’a ait olmakla birlikte onun lafzı, Hz. Peygamber’e aittir. Bu konu etrafında tartışmalar, açıklamalar ve reddiyeler sürüp gitmektedir.

Artık kamuoyu tarafından bilindiği için ismini vermemizde bir mahzur yoktur. Konunun bu denli gündeme taşınmasına neden olan Prof. Dr. Mustafa Öztürk hocamızdır.

Konuya girmeden önce iki önemli hususa dikkat çekmek istiyorum: Birincisi, buradaki amacımız kesinlikle “tekfir”, “ötekileştirme” veya herhangi bir insanı “linç” etmek değildir. Bu durum insânî, ahlâkî ve akademik de değildir. Herkes istediği şeye “özgürce” inanmalı ve inandığı şeyleri de “özgürce” ifade edebilmelidir. Bu ortam sağlanmadan ilim, bilim, felsefe ve hikmet adına bir milim ileri gidemeyiz.

İkincisi ise özgürce ortaya atılan bir iddia, özgürce ele alınabilmeli ve tartışılabilmelidir. Bu açıdan ortaya atılan bir iddiaya ilişkin yapılan yorumların tamamını “linç”, “tezvirat” veya “saldırı” olarak değerlendirmeyi de “ahlâkî” görmediğimi ifade etmek isterim.

Birkaç haftadır akademik camiamız, vahiy/Kur’an’ın mahiyetine dair bir tartışma icra etmektedir. Özellikle sosyal medyada Kur’an lafzının Allah’a ait olup olmadığı, ona ait olması takdirde nasıl bir sorunun ortaya çıkacağı, ait olmadığı takdirde ise hangi problemlerlerle karşı karşıya kalınacağı hararetle tartışılmaktadır.

İlk başlarda bu konuda hiçbir şey yazmamaya karar vermiştim. Ancak tartışmanın dozu yükselince bir kelamcı olarak bu konuda bir değerlendirme yapmayı uygun gördüm.

Sayın Öztürk, bazı argümanlara dayanarak Kur’an lafzının Hz. Peygamber’e ait olduğunu ifade etmektedir. Ona göre Allah, Hz. Peygamber’e “mana”, “külli kaide” ve “ilkeleri” indirmiştir. Hz. Peygamber de siyasi, sosyolojik ve politik durumları dikkate alarak onları lafızlara dökmüştür. Aksi takdirde Allah, birebir “cihat” ve “kıtal”ı emretmiş olacaktır. Bu da Allah’ın ahlakı ile uyuşmamaktadır. Aynı zamanda gelenekte de buna dair Süyuti (ö. 911/1505) ve Zerkeşi’den (ö. 794/1392) nakiller yapmakta ve bazı ayetlerin lafızlarından da delil getirmektedir.

Burada ilk önce ileri sürülen argümanları inceleyeceğiz ve daha sonra Kur’an lafzının Allah’a ait olmaması durumunda hangi dini, tarihi ve akli sorunların ortaya çıkacağını ele alacağız.

A) Argümanlar

Sayın Öztürk, kitabında konuya dair birçok argüman ileri sürmekte veya hiçbir eleştiri ve yorum yapmadan başkasından aktarmaktadır. Bu da akademik olarak onun, söz konusu argümanlara imza attığı anlamına gelmektedir.

Çünkü Mustafa Öztürk, katılmadığı, onaylamadığı ve beğenmediği hiçbir görüşü kolay kolay yorumsuz bırakmaz. Belki bu da onun takdir edilecek taraflarından biridir. Ancak en son Karar’da çıkan yazısında konuya dair argümanlarını kısaca ve özetle ifade etmiştir. (http://www.karar.com/yazarlar/mustafa-ozturk/kuran-vahyinin-inzal-keyfiyetine-dair-gorus-tercihim-8675)

Biz hem bu yazı hem de kitabındaki diğer argümanları esas alarak kısaca konuyu tahlil etmeye çalışacağız. Daha iyi anlaşılması için bazen açıklayıcı cümleler kullanabiliriz. Fakat burada ifade edilen argümanların tamamı bu veya şu şekilde onun ilgili yazı ve kitaplarında mevcuttur.

1) Mustafa Öztürk’e göre Kur’an lafzı Allah’a ait olduğu takdirde Allah’ın doğrudan savaş, cihat ve kıtalı emretmiş olması gerekecektir. Oysa Allah, ahlaki olarak bundan münezzehtir. Peki, bu durumda “kıtal” içerikli
فَإِذَا أُنزِلَتْ سُورَةٌ مُّحْكَمَةٌ وَذُكِرَ فِيهَا الْقِتَالُ ۙ رَأَيْتَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ يَنظُرُونَ إِلَيْكَ نَظَرَ الْمَغْشِيِّ عَلَيْهِ مِنَ الْمَوْتِ ۖ
“İman etmiş olanlar; Keşke cihat hakkında bir sure indirilmiş olsaydı derler. Ama hükmü açık bir sure indirilip de ona savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Onlara yakışan da budur” (Muhammed, 20) ayetinin lafzı, Allah’a mı yoksa Hz. Peygamber’e mi aittir?

Kime ait olursa olsun bu ayette kıtal içerikli bir hükmün “inzal”inden söz ediliyor. Dolayısıyla Allah, ister mana ile olsun ister lafızla olsun kıtal ile ilgili hükümleri inzal edebilir. Bu durumda cihat, savaş ve kıtal ile ilgili ayetler de inzala dâhildir.

Buradaki ayetin lafzına bakılacak olursa bunun sadece “külli kaide” veya “genel ilkeler”le değil doğrudan ve lafzen olması söz konusudur. Çünkü ayette yer alan وذكر “ifade edilirse, zikredilirse” kelimesi geçmektedir. Bu da doğrudan lafzı ifade etmektedir. Aksi takdirde diğer bazı ayetlerde olduğu gibi /استنبط/تفقّه “anlaşıldı/istinbat edildi” (Tevbe, 122; Nisa, 83) denilecekti.

Allah’ın ahlakiliği konusuna gelince bu konunun felsefi ve kelâmî boyutlarına girecek değiliz. Ancak Allah’ın ahlakiliği merkeze konularak herhangi bir ayet veya ayetlerin lafızlarının Peygamber’e ait olup olmadığı tespit edilecekse söz konusu ahlaki normları kim belirleyecektir?

Mesela Mutezile’ye göre Allah’ın her şeyi kendine izafe etmesi ahlâkî mi? Eş’ârîlere göre Allah’ın bazı şeyleri diğer varlıklara izafe etmesi ahlâkî mi? Veya İbn Ârabî’ye göre Allah’ın, zatı dışında başka varlıklardan söz etmesi ahlâkî mi?

Kimin ahlak anlayışı merkeze konularak Allah’ın ahlakı belirlenecektir? Kant mı? Descartes mı? Ehl-i Sünnet mi? Mutezile mi? Sühreverdi mi? İbn Ârabî mi? Bu durumda ifade edilen külli kaideler veya Allah’a ait bir mana ortada kalır mı merak ediyorum. Her şeyden öte bu yaklaşımda Allah ahlaklı; Hz. Peygamber ise ahlaksız olmuyor mu? Allah için ahlâkî olmayan bir şey Peygamber için nasıl ahlâkî
olur?

Ayrıca sadece “rabbim birdir ve putlarınızı reddediyorum” dediği için her türlü hakaret ve işkenceye maruz kalan, bütün yollarla susturulmaya çalışılan, yıllarca açlık ve susuzlukla imtihan edilen, akla ve hayale gelmeyen iftira ve hakaretlere muhatap olan, doğduğu şehirden hicrete zorlanan, hicret ettiği yerde de rahat bırakılmayan bir elçiye, kendini ve sahipsiz arkadaşlarını korumak için savaş iznini vermek mi daha ahlâkî vermemek mi? Böyle bir sürece müdahil ve taraf olmayan bir Allah, hangi sürece müdahil olacaktır? Buna müdahil olmayan bir Tanrı’nın adalet ve hikmetinden (ahlâkiliği) söz edilebilir mi? 

2) Hocamız, bazı ayetlerin lafızlarıyla da istidlal etmektedir. Bunlardan biri de “o (Kur’an) daha önceki kitaplarda vardır” mealindeki ayetlerdir. (Bkz. Alâ, 19; Şuara, 196) Bu delilden anlaşıldığına göre Kur’an’ın lafzı Allah’a ait olsaydı, Kur’an lafzının daha önceki kitaplarda geçmiş olması gerekirdi. Oysa bunu ifade eden veya kabul eden hiç kimse yoktur.

Bundan dolayı Kur’an sadece manası ile inmiştir ve önceki kitaplarda mevcut olanın da onun mana ve külli kaideleri olduğu ileri sürülmektedir. İlk önce bu istidlal yönteminin devir/kısır döngü olduğunu ifade etmek isterim. Çünkü Kur’an lafzının Allah’a ait olmadığını ispat etmek için lafızdan delil getirilemez.

Bu istidlal, Kur’an’ın hak olduğunu ispat etmek için Kur’an’dan delil getirmeye benzemektedir. Bu konuda ancak onun merkeze koyduğu “külli kaide” veya “manadan” delil getirilebilir. Biz de daha sonra bazı lafızlarla istidlal ediyoruz.

Ancak lafızlardan daha çok bizim asıl dayanağımız “mana” ile diğer “tarihi” ve “akli” delillerdir. Bu nedenle kısır döngüye düşmekten kurtuluyoruz. Aynı zamanda Kur’ân lafzını ilâhî kabul ettiğimizden ötürü bizim açımızdan onunla istidlal etmenin bir mahzuru yoktur.

Ayrıca söz konusu ayetlerde doğrudan Kur’an lafzı geçmemektedir. Onun yerine ya zamir (Şuara, 196) ya da ismi işaret (Alâ, 19) geçmektedir. Mezkûr zamir ve ismi işareti, Kur’an dışında diğer şeylere raci/dönebileceğine dair yorumlar da vardır.

Diyelim ki zamir ve ismi işaret, Kur’an’ın manasına raci ise Kur’an’ın bütün manasının daha önceki kitaplarda geçtiği ileri sürülebilir mi? Bu durumda daha önceki semavi kitaplarda Bedir, Uhut, Hüneyn, Hicret, Mekke, Medine, evlilik, boşanma ve mirasla ilgili hükümlerin aynısını veya onları ihtiva edecek mana ve külli kaideleri aramak gerekir.

Söz konusu kitaplarda yer alan “külli kaide” ve “manalar” bunları kapsamıyorsa o zaman neyi kapsamaktadır? Aslında bu istidlal, sürekli karşı çıkılan ve eleştirilen “lafızcılığın” zirvesidir. Hatta lafızcılığın ötesinde onlarca yorum arasından sadece bir yorumun mutlaklaştırılması, son derece önemli ve hassas bir konunun onun üzerine inşa edilmesini ifade etmektedir. Bununla birlikte Kur’an’ın mana ve külli ilkelerinin diğer semavi kitaplarda geçmiş olması, onun lafzının Allah’a ait olmasına mani midir? Neden böyle bir tezat olsun?

3) Kur’an’ın yedi harf üzere nazil olduğunu ifade eden hadislerdir. Hadislerin lafzından yola çıkarak Kur’an’ın mahiyetine dair bir temellendirme yapmak, Öztürk’ün yıllardır takip ettiği “Kur’an” merkezli anlayış ile uyuşmamaktadır.

Ayrıca kıraatler ile ilgili birçok hadis başında أنزل/نزل “nazil olmuştur/indirilmiştir” ifadeleri yer almaktadır. Dolayısıyla Hz. Peygamber, yedi harfi yine inzala dayandırıyor ve edilgen kalıbı kullanıyor. Aksi takdirde أنزلت /كوّنت “ben indirdim veya ben oluşturdum” demesi gerekirdi. Farklı kıraatlara dair hadisleri vereceğiz. Böylece Hz. Peygamber’in söz konusu farklılığı kime izafe ettiği anlaşılacaktır.

a) Hz. Ömer’in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasulullah (s.a.v) hayatta iken Hişam b. Hâkim’in Furkan Suresi’ni okuduğunu işittim. Hişam bu sureyi, Hz. Peygamber’in bana okutmadığı bir şekilde okuyordu. Fakat selam verinceye kadar sabrettim. Selam verince yakasından tutup ‘Bu sureyi sana bu şekilde kim okuttu” dedim. Hişam, “Resulullah okuttu” dedi. ‘Yalan söylüyorsun, çünkü Peygamber bana bu sureyi senin okuduğundan başka bir şekilde okuttu’ dedim. Ondan sonra yakasından tutarak Peygamber’in huzuruna götürdüm. Bunun ‘Furkan Suresi’ni bana okuttuğunuzdan başka bir şekilde okuduğunu işittim’ dedim. Peygamber bana, “Hişam’ın yakasını bırak” buyurdu. Ona da “Ey Hişam, oku” diye emretti. O da kendisinden duyduğum şekilde okudu. Bunun üzerine Peygamber, “Bu sure böyle indirildi” dedi. Bundan sonra da bana “Ey Ömer, oku” diye emretti. Ben de onun vaktiyle bana okuttuğu gibi okudum. Bana da “Bu sure böyle indirildi. Bu Kur’an, yedi harf üzerine nazil olmuştur. Bunlardan hangisi kolayınıza gelirse onu okuyun,” buyurdu (Buhari, Fedailu’l Kur’an, 5, 27; Müslim, Salatü’l-Müsafirin, 270; Ebu Davud, Vitir, 22).

b) İbn Abbas’tan Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: Cibril bana bir harf üzere okuttu. Artırması için müracaat ettim. Tekrar tekrar aynı müracaatı yapıyordum, o da her seferinde artırıyordu. Nihayet yedi harf’e kadar çıktı.” (Buhari, Feddailu’l Kur’an, 5; Müslim, Salatu’l Müsafirin, 272).

Bu hadiste görüldüğü gibi kıraat farklılıklarında Hz. Peygamber’in hiçbir rolünün olmadığını, arttırmak için talepte bulunduğu açıkça anlaşılmaktadır.

c) “Kur’an yedi harf üzere indirildi” (İbn Hanbel, Müsned, III, Hd, 7995; Taberi, Camiu’l Beyan, I, 25)

d) Hz. Ömer rivayetinde, bir kimseyi, kendisinin Peygamber’den işitmediği şekilde okumakta olduğunu duymuş, onu Peygamber’e götürmüş, “Ya Rasulallah, bu, ayeti şöyle şöyle okuyor” demiş ve buna karşılık Rasulullah da “Kur’an yedi harf üzere indirildi. Onun hepsi şafidir ve kâfidir.” (Taberi, Camiu’l Beyan, I, 27).

Bu ve benzeri hadisler, bir araya getirildiği zaman farklı kıraat konusunun da temelde “nüzula” dayandığı anlaşılmaktadır. Çünkü bu hadislere göre Allah’ın emrettiği farklı okumaların bizzat Allah tarafından indirildiği açıkça yer almaktadır.

Bu arada farklı kıraatler, Peygamber’e ait olsa bile kıraat gibi tamamen lehçe ve şive ile ilgili olan bir husustan yola çıkarak Kur’an’ın tamamına hükmetmek deveyi pireye kıyas etmekten hiçbir farkı yoktur. Bunun akademik, ilmi ve akli zemini oldukça zayıftır.

e) Kur’an’da vahyin, Peygamber’in kalbine indirildiği ifade edilmektedir. Buradan yola çıkarak onun mana olarak indiği sonucuna varılmak istenmektedir. Ancak böyle bir sonuca nasıl gidiliyor anlamış değilim. Çünkü kalbe veya idrake sadece manalar değil lafızlar da indirilebilir. Aksi takdirde insanın zihin, idrak ve kalbinde ezbere hiçbir lafzın olmaması gerekirdi.

f) Böyle bir yaklaşımın gelenekte var olup olmadığı konusuna gelince bunun Mutezile, Mâtüridi, Selefî ve Eş’ârî ilim ve düşünce geleneğinde olmadığını, dolayısıyla İslam tarihi boyunca Batınîler dışından bunu ifade eden bir kelamcı veya müfessirin olmadığını rahatlıkla ifade edebilirim. (Bkz. Zerkanî, Menâhilü’l-’irfân fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, Dârü’l-kitâbi’l-Ârabî, I, 43-46) 

Süyuti ve Zerkeşi, üç görüşü aktarırken söz konusu gelenekten herhangi bir âlim veya ekolü belirtmemektedirler. (Bkz. Süyûtî, el-İtkan fî ‘ulûmi’l-Kur’an, Dımaşk 2002, I, 139; Zerkeşî, el-Burhan fî Ulûmi’l-Kur’ân, Dârü’l-hadis, Kahire 2006, 160, 161)

İslam düşüncesinde gerek kelam gerekse fıkıhta en fazla başvurulan yöntemlerden biri de sebr ve taksimdir. Bu yöntemde muhtemel şıklar elendikten sonra doğru ve haklı olana ulaşılmaktadır. Özellikle felsefe ve kelamda bu yöntem çokça uygulanmaktadır. Zerkanî, Kur’an vahyi konusunda mana ile aktarmaya yetersiz ve (karşılığı olmayan) aklî bir ihtimal olarak söz eder. (Bkz. Zerkanî, Menâhilü’l-’irfân fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, Dârü’l-kitâbi’l-Ârabî, I, 44)      

İlk dönem Ehl-i Sünnet âlimleri, bırakın Kur’an lafzının “Peygamber” tarafından oluşturulmasını, onun, “Allah” tarafından oluşturulmasını bile reddetmişlerdir. Çünkü onlara göre Kur’an, Allah tarafından bile yaratılmayan kadim bir sıfattır. Daha sonra yine Allah’a ait “kelâm-ı nefsî” ve “kelâm-ı lafzî” ayrımı yapılmıştır.

Mutezile, Kur’an’ın hadis olduğunu kabul etmekle birlikte onun oluşumunda beşerî hiçbir etki veya katkıyı kabul etmemektedir. Kabul etmiş olsalardı, ilkeleri ile uyuşmayan Kur’an ayetlerini tevil etmek yerine “Peygamber’in lafzıdır” der geçerlerdi. Kanaatimce Süyûtî ve Zerkeşî, sebr ve taksim yönteminin bir gereği olarak olabilecek ihtimal veya geçerliliği olmayan şıklardan söz ederken sanki böyle bir görüşün mezkûr gelenekte ileri sürüldüğünü çağrışmaktadırlar. Bu çağrışımın bile doğru olmadığını düşünüyorum. Çünkü günümüze ulaşan bütün tefsir ve kelam külliyatında doğrudan bu düşünceyi ileri süren Mutezili, Eş’ârî, Mâtüridî, Caferî ve selefî bir âlim bilinmemektedir.

Aynı zamanda Süyûti ve Zerkeşî’nin de bu düşüncede olmadıkları kesindir. İtkan’da konunun serdedildiği yerin devamına bakıldığı zaman Süyûtî’nin görüşü anlaşılacaktır. Bu konuda Zerkeşî’ye ait ilgili eserin ilk sayfasına bakılması yeterlidir.

Her şeyden önemlisi nakille ilgili bir konuda iki önemli âlimin bir pasajını merkeze koyarak bütün İslam külliyatını mahkûm etmek yerine bütün İslam külliyatını esas alarak onların ne demek istediğini tashih daha ilmî ve ahlâkî olmaz mı?

Gerçekten İslam düşünce tarihinde isim vererek gelenek içerisinde “filan âlim” böyle düşünmüştür diyebilir miyiz? Böyle bir düşünce olsa bile ona dayanarak bir yaklaşım savunulacaksa bazı Hanbeli âlimlere göre elimizde kâğıt üzerinde yazılmış Kur’an bile kadimdir. Bu görüşe dayanarak bunu ileri sürmenin haklı bir boyutu var mıdır?

g) Bu meyanda ileri sürülen kanıtlardan biri de Ebû Hanife’nin “kendi dilinde ibadeti” caiz görmesidir. Tabii bu konudaki rivayetler hakkında yetkin değilim. Ancak “kendi dilinde ibadet” ile “lafzın peygamber tarafından oluşturulması” arasında “zorunlu” bir ilişki yoktur. Kur’an lafzının Allah’a ait olduğunu düşünen âlimlerin neredeyse tamamı, ibadet dışında kendi dilinde dua etmeyi caiz görmüşlerdir.

Dolayısıyla onların bir taraftan lafzın Allah tarafından oluşturulduğu diğer taraftan da kendi dilinde duaya kapı aralayarak çelişkiye düştükleri ileri sürülebilir mi? Elbette yapısal olarak “dua” ve “ibadet” birbirlerinden farklıdır. Ancak “kendi dilinde ibadet”le Kur’an lafzı arasında ilişki kurulacaksa “kendi dilinde dua” ile Kur’an lafzı arasında da kurulabilir.

Ayrıca Ebû Hanife, dönemindeki diğer Ehl-i Sünnet/Mürcie âlimleri gibi Kur’an’ın mahlûk olmadığını düşünmektedir. Onun döneminde daha kelâm-ı nefsî ile kelâm-ı lafzî ayrımı yoktu. Çünkü tarihsel olarak bu ayrımı ilk yapanın İbnü Küllâb (ö. 240/854) olduğu bilinmekte ve onun da Ebû Hanife’den (ö. 150/767) sonra geldiği sabittir. Böylelikle ilk dönem Ehl-i Sünnet/Mürcie âlimleri, aslında Kur’an’ın hem lafız hem mana bakımından kadim olduğunu düşünüyorlardı.

Kur’an’ın Allah tarafından bile yaratılmayan kadim bir sıfat olduğunu kabul eden bir âlim, kendi dilinde ibadete izin vermek suretiyle onun Peygamber tarafından oluşturulduğunu mu düşünmüştür? Burada büyük bir çelişki yok mu?

Ebû Hanife, el-Fıkhü’l-Ekber eserinden Kur’an’ın mahlûk olup olmadığı konusundaki görüşünü aktararak onun, Kur’an lafzı hakkında böyle bir anlayışa sahip olup olmadığı veya olabileceği rahatlıkla anlaşılabilir. Ebu Hanife söz konusu eserde şöyle söylemektedir:

“Allah, sıfatları ve isimleri ile var olmuş ve var olacaktır. Onun isim ve sıfatlarından hiçbiri sonradan olma değildir. O ilmiyle daima bilir, ilim onun ezelde sıfatıdır. O kudretiyle daima kadirdir, kudret onun ezelde sıfatıdır. Kelâm ile konuşur, kelâm onun ezelde sıfatıdır. Yaratması ile daima haliktır, yaratmak onun ezelde sıfatıdır. Fiili ile daima faildir, fiil onun ezelde sıfatıdır. Fail Allah’tır, fiil ise onun ezelde sıfatıdır. Yapılan şey, mahlûktur. Allah’ın fiili ise mahlûk değildir.

Allah’ın ezeldeki sıfatları mahlûk ve sonradan olma değildir. Allah’ın sıfatlarının yaratılmış ve sonradan olduğunu söyleyen yahut tereddüt eden veya şüphe eden kimse Allah’ı inkâr etmiş olur. Kur’ân-ı Kerîm, Allah kelâmı olup, mushaflarda yazılı, kalplerde mahfuz, dil ile okunur ve Hz. Peygamber’e indirilmiştir. Bizim Kur’ân-ı Kerîm’i telaffuzumuz, yazmamız ve okumamız mahlûktur fakat Kur’ân mahlûk değildir.

Allah’ın Kur’ân’da belirttiği Musa ve diğer peygamberlerden, firavn ve İblis’ten naklen verdiği haberlerin hepsi Allah kelâmıdır, onlardan haber vermektedir. Allah’ın kelâmı mahlûk değildir fakat Musa’nın ve diğer yaratılmışların kelâmı mahlûktur. Kur’ân ise Allah’ın kelâmı olup, kadîm ve ezelîdir” (Ebû Hanife, el-Fıkhü’l-Ekber, Şerhü Ali el-Kari, Dârü’l-kütübi’l-Arabiyeti’l-kübra, 20-30).

Belirtmek gerekir ki Ebû Hanife bu metinde de “kelâm-ı nefsî” ve “kelâm-ı lafzî” ayrımını yapmamaktadır. Yapsaydı bile bu ayrımı yapan diğer âlimler gibi her ikisini Allah’a izafe edecekti. O, burada bir bütün olarak ilâhî kelâmı bizim şu anki telaffuz ve yazmamızdan ayırmaktadır. Şu anki telaffuz ve yazımızın mahlûk olduğunu kabul etmeyen neredeyse yoktur. Çünkü telaffuz ve yazma, bize ait hadis bir fiildir.

Dolayısıyla buradaki ifadelerden yola çıkarak Ebû Hanife’nin bırakın Kur’an lafzının Peygamber’e izafe etmesini “kelâm-ı nefsî” ile “kelâm-ı lafzî” ayrımı yaptığı bile söylenemez.

Ayrıca bütün Hanefi külliyatı içerisinde hangi Hanefi âlim, Ebû Hanife’nin bu fetvasından yola çıkarak Kur’an lafzının Peygamber tarafından oluşturulduğunu ifade etmiştir? Onlar olsa olsa buradan yola
çıkarak “kelâm-ı nefsî” ve “kelâm-ı lafzî” ayrımına gitmişlerdir.

Kelâm-ı nefsî, Allah’ın zatına kaim ezeli bir kelamdır. Kelâm-ı lafzî ise zaman ve mekâna göre formu değişen bir kelamdır. Ancak bu değişikliği yapan yine Allah’tır. Başka herhangi birisi değildir. Dolayısıyla nefsî ve lafzî kelamın kaynağı Allah’tır.

Âlimler zaten Allah’a izafe ettikleri kelam sıfatını bu şekilde bir ayrıma tutmuşlardır. Aksi takdirde Allah’ın bir sıfatı olarak ele almaları mümkün değildi. Buna benzer birçok sıfat vardır. Mesela bütün kelamcılara göre cismi yoktan yaratabilme vasfı Allah’ta ya zatla birlikte ya da zattan bağımsız olarak ezeli olarak vardır. Bu kadim bir sıfattır ve değişikliğe maruz kalmaz.

Ancak zamanı ve mekânı geldiğinde Allah’ın farklı şeyleri yoktan yaratması hadistir. Hiç kimse bu ayrımdan yola çıkarak herhangi bir cismin yoktan yaratma niteliğini Allah’tan alıp beşere atfetmemiştir. Dolayısıyla bazı Hanefi âlimlerin Ebû Hanife’nin fetvasından yola çıkarak önce kelâm-ı nefsi ve kelâm-ı lafzi ayrımına ve daha sonra da kelam-ı lafzîyi Peygamber’e izafe etme sonucuna ulaşmamıştır.

B) Kur’an’ın Lafız ve Manası ile İndiğini İfade Eden Naslar:

1) Kur’an lafzının Peygamber’e ait olması halinde aşağıda yer alan ayetler nasıl anlaşılacaktır?

a) Arapça olarak inmesi: Bilindiği gibi Kur’an lafzının Peygamber’e ait olduğunu iddia edenler, onun kelâm-ı nefsî olarak Allah’ın zatında bulunduğunu, mana ve külli kaideler şeklinde Hz. Peygamber veya diğer peygamberlere nazil olduğunu, daha sonra peygamberler tarafından farklı dillere aktarıldığını ileri sürmektedirler.

Buna göre, Peygamber’e nazil olan sadece manalardır. Onun Arapça, İbranice veya Süryanice olması söz konusu değildir. Oysa ilgili ayetler, indirilen Kur’an’ın Arapça olduğunu açıkça ifade etmektedir: “Şüphesiz bu Kur’an, âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir. Onu, senin kalbine uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça ile Rûhulemîn indirmiştir.” (Şuarâ 26/192-195)

“Şüphesiz bu Kur’an sana, hüküm ve hikmet sahibi, hakkıyla bilen Allah tarafından verilmektedir.” (Neml 27/6)

“İşte, sakınsınlar yahut hatırlamalarını sağlasın diye onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda uyarılarımıza tekrar tekrar yer verdik.” (Taha 20/113)

“İşte sana, Ümmülkurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman ve hakkında asla şüphe bulunmayan toplanma gününün dehşetini haber vermen için böyle Arapça bir Kur’an vahyettik” (Şura 42/7).

Bu ayetler, Kur’an’ın sadece mana olarak inmediğini açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü Kur’an’ın mana olarak Peygamber’e nazil olduğunu ileri sürenler, Peygamber’e nazil olan kelâm-ı nefsinin herhangi bir dili olmadığını savunurlar. Kelamcılar da kelâm-ı nefsinin belli bir dili olmadığı kabul ederler. Ancak onlar, Kur’an’da açıkça ifade edildiği kelâm-ı lafzînin de Allah’a ait olduğunu ve onun tarafından nazil olduğunu ittifakla belirtirler.

b) Acele etmemek istenmesi: لَا تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ “(Ey Muhammed!) Onu (vahyi) çarçabuk almak için dilini kımıldatma” (Kıyamet, 16). Bu ayette geçen üç ifade vardır. Üçü de Kur’an’ın lafız olarak indiğini ifade etmekte veya buna delalet etmektedir. Bunlar da “kıpırdatma”, “dil” ve “acele etmek”tir. Çünkü Kur’an mana olarak inseydi Peygamber’in dilini kıpırdatmasının bir anlamı kalmazdı.

Aynı zamanda “acele etmek” yerine Hz. Peygamber’in sabırla onu en güzel şekilde nasıl ifade edebileceğini düşünmesi gerekirdi. Burada geçen zamiri Kur’an’a raci etmek dışında başka bir yol da yoktur. Çünkü aynı içerikte ve açıkça Kur’an lafzının geçtiği başka bir ayet vardır. O da şudur:

وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْآنِ مِن قَبْلِ أَن يُقْضَىٰ إِلَيْكَ وَحْيُهُ

“Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce Kur’an’ı okumakta acele etme” (Taha, 114).

Aynı zamanda ikinci ayette açıkça “Kur’an” ifadesi geçmektedir. Ne Hz. Peygamber döneminde ne de İslam tarihi boyunca hiç kimse Kur’an’ın manasına “Kur’an” dememiştir. Öyle olsaydı günümüzde meale doğrudan Kur’an dememiz gerekirdi.

c) Edilgen kipler: Kur’an’da inzal, tenzil ve tertil gibi Kur’an’ın lafzen indiğini ifade eden veya çağrıştıran ayetler vardır. Bunların önemli bir kısmı “nazil olundu” ve “indirildi” gibi edilgen kiplerle ifade edilmiştir. Lafzın, Hz. Peygamber’e ait olması durumunda edilgen kiplerin kullanılması Allah’a iftira değil mi? Bu da Peygamber’in ahlakına uyar mı?

Ayrıca Hz. Peygamber birden fazla ayette sadece mübelliğ/tebliğ eden olduğunu ifade etmektedir. Bazı mana ve külli kaidelerden kocaman bir eseri inşa eden sadece mübelliğ midir? (Bkz. Araf, 203; Yunus, 15; Neml, 6) Yine Allah “Kur’an sadece beşerin sözüdür” (Müddesir, 25) diyen müşrikleri ağır bir şekilde kınamaktadır. Burada kastedilen beşer Hz. Peygamber’den başkası mıdır? Veya Hz. Peygamber bu ayette ifade edilen “beşer”in kapsamı dışında mıdır?

d) Hifz: Bilindiği gibi Kur’an’ın korunması ile ilgili bir ayet vardır. “Zikri biz indirdik ve onu koruyacak olan da bizleriz.” (Hicr, 9) Kuşkusuz zikirden kasıt Kur’an’dır. Çünkü indirilen odur.

Peki, korunacak olan, Kur’an’ın manaları mı yoksa lafızlar mı? Sadece manaları ise onun manaları zaten diğer semavi kitaplarda da geçmekte ve ana omurgaları ile günümüze kadar gelmiştir. Sadece diğer semavi kitaplarda da değil onun manalarını günümüze taşıyan yüzbinlerce eser vardır.

Dolayısıyla Allah’ın, gayet kolay olan hatta her şekilde korunacak olan külli kaideleri koruma altına almasının çok fazla da bir anlamı yoktur. O zaman burada korunacak olan lafız ve manadır. Bunun da ilahi güvence altında olmasının ne kadar elzem olduğunu anlatmaya gerek yoktur. Korunacak olan zikirden kasıt, Kur’an’ın hem lafzı hem de manası olduğuna göre mezkûr ayette Allah’ın onları indirdiği açıkça ifade edilmektedir.

e) Meşakkatin reddi: Birkaç ayet açıkça Kur’an’ın Hz. Peygamber’e “zorluk” ve “meşakkat” olarak inmediğini ifade etmektedir. Onlardan biri de “(Ey Muhammed!) Biz, Kur’an’ı sana sıkıntı çekesin diye değil, ancak (Allah’ın azabından) korkacaklara bir öğüt (bir uyarı) olsun diye indirdik” (Taha, 2) ayetidir.

Bu da Kur’an’ın lafız ve manadan müteşekkil hazır bir şekilde Peygamber’e inmesini gerektirmektedir. Çünkü Kur’an’ın dil, üslup, belagat ve ifadelerinden anlayan, yeryüzünde hiçbir metnin oluşumu beşer açısından onun kadar ağır ve zor olmadığını anlayacaktır. Zaten onun i’cazı da burada yatmaktadır. Bu konuda Allah şöyle buyurmaktadır:

“Şüphesiz biz sana ağır bir söz vahyedeceğiz.” (Müzemmil, 5)

“Eğer biz, bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, elbette sen onu Allah korkusundan başını eğerek parça parça olmuş görürdün. İşte misaller! Biz onları insanlara düşünsünler diye veriyoruz.” (Haşr, 21)

Allah, bir taraftan Peygamber’in zorlanmadığını ifade etmekte diğer taraftan ise ona “ağır bir söz” ve “dağlara inmesi takdirde parça parça olacak bir metni” tek seferde, hiç kimseye danışmadan, daha sonra hiçbir düzeltme ve ekleme yapmadan, evde, camide, savaşta veya barışta, hatta bazen uykuda bile oluşturma sorumluluğunu yükleyecektir. Bundan daha ağır bir zorluk var mı? Böyle bir zorluk her şeyden önce ifade edilen Allah’ın adaleti, rahmeti, hikmetine (ahlâkiliği) uyar mı?

f) Huruf-ı Mukattaa: Bilindiği üzere Kur’an’ın bazı sürelerinin başında “Huruf-ı Mukattaa” dediğimiz ألم/ص/يس/كهيعص gibi Arap dili açısından anlamları belirgin olmayan harfler vardır. Bu harflerin ne anlama geldiği ve amaçları hususunda birçok görüş bulunmaktadır. Fakat ortada kesin olan bir durum vardır. Bu da şudur:

Ne Hz. Peygamber’le her türlü mücadeleyi yapan müşrikler, Hz. Peygamber’in neden anlaşılmayan hatta onlara göre belki de saçma gelen Huruf-ı Mukattaanın anlamını sorun yapmışlar ne de hemen hemen her konuda Hz. Peygamber’e danışan ve kendisine soru sormaktan çekinmeyen sahabiler de onların anlamlarını sormuşlardır.

Peki, Hz. Peygamber Kur’an lafzını oluştururken neden anlamı bilinmeyen harf ve ifadeleri kullansın? Kullandıktan sonra neden daha sonra itiraz üzerine düzeltmeye gitmesin? İddia edildiği gibi Hz. Peygamber, ihtiyaca binaen farklı kıraatlara başvurduğu halde neden burada bir tashihe gitmemiştir? Aslında neden hiç itiraz gelmemiştir?

Kur’an lafzının Allah’a ait olduğu zaman bu soruların cevabı gayet kolaydır. Çünkü Allah, evren ve insanı yarattığı gibi kelime ve harfleri de istediği zaman ve istediği şekilde yaratabilir.

Bu konuda Âdem’e bütün isimleri öğrettiği gibi inşa edici ve kural koyucudur. Bu durumda kullara düşen sorgulamak değil onun meramını anlamaya gayret etmektir. Ancak lafzın Peygamber tarafından oluşturulduğu iddia edildiği zaman bu soruların cevapları kolay olmayacaktır.

g) Vahyin rehberliği: Allah, vahiy süreci boyunca her konuda Hz. Peygamber’e talimatlar veriyor. İlahi vahiy, nübüvvet süreci boyunca birçok konu ile ilgili Hz. Peygamber’e yol gösteriyor.

Ancak Kur’an lafzını nasıl oluşturacağına dair uzun mu kısa mı, zor mu kolay mı, hiçbir işaret yoktur. Bu denli ağır ve zor bir süreçte Allah’ın Peygamber’ini yalnız bırakması ve ona hiçbir talimat vermemesi tabir caizse ona rehberlik/danışmanlık etmemesi düşünülebilir mi? Bu durum Allah’ın rahmet, adalet, hikmet (ahlakiliği) ile uyuşur mu?

h) Kavl/söz: Allah, Peygamber’e “ağır bir kavl/söz ilka ettiğini” (Müzemmil, 5) ifade etmektedir. Burada Peygamber’e aktarılan doğrudan kavl/söz olduğu açıkça ifade edilmektedir. Dolayısıyla daha sonra lafza dökülecek bir mana veya ilke söz konusu değildir.

Bazı ayetlerde kavl sözün Cebrail’e de izafe edildiği görülmektedir. (Tekvîr, 19-21) Ancak aynı sözün hem Allah’a hem de diğerlerine izafe edildiği zaman Allah’ın asıl, diğerlerinin ise tali olmaları gerekmez mi? Ki bu ayetin devamında Hz. Cebrail’in özellikle “emanet” ve “gaybı bilmemesi” vasıfları neden vurgulanmaktadır? 

C) Sorunlar

Kur’an lafzının Allah’a ait olmadığını iddia etmek çok ciddi soru ve sorunlara yol açmaktadır. Onların bir kısmını şöyle aktarabiliriz:

1) Hz. Peygamber’in Beşeriliği: Hz. Peygamber her ne kadar Allah’tan vahiy almışsa da onun beşer niteliğinden ayrılmadığı kesindir. Sayın Öztürk dâhil olmak üzere ülûhiyet konusunda kaygısı olan birçok ilim ehli, her fırsatta bunun altını çizmektedir.

Kelamcılara göre peygamberler beşer olduklarından dolayı özellikle tebliğ ile ilgili hususlarda “ismet” sıfatına sahip olsalar da bir bütün olarak zille/hatalardan muaf değiller. Kur’an’da bunun birçok örneği vardır.

Kur’an’ın lafzı Hz. Peygamber tarafından oluşturulmuşsa bu denli hatasız ve edebiyatın zirvesi olan bir metin beşer tarafından nasıl oluşturulur? Bunun mantıklı bir açıklaması var mı? Yoksa Kur’an’da hatanın varlığı zaten kabul ediliyor mu?

2) Tahrif: Diğer semavi kitaplardan farklı olarak Kur’an’ın tahrif edilmediği her şeyden önce tarihsel bir vakıadır. Beşer tarafından oluşturulan bir metnin bu şekilde nasıl korunduğuna dair rasyonel bir açıklama var mıdır?

Oysa aynı beşere ait diğer ifadeler (hadisler) değişikliğe uğramıştır. Hatta Kur’an’la neredeyse aynı külli kaide ve anlamları taşıyan birçok hadis mana ile rivayetten dolayı birtakım noksanlıklar ve ziyadelere maruz kalmıştır. Bütün hadis usulü ve külliyatı temelde bununla uğraşmış sahih, hasen, zayıf, mütevatir, meşhur ve aziz gibi zorunlu olarak bir ayıklama ve kategorik bir ayrışma sürecine girmiştir.

3) Tashih: Yeryüzünde insan tarafından oluşturulan hiçbir metin yoktur ki birkaç defa tashih sürecinden geçmesin. Bunu en iyi bilen akademisyenlerdir. Akademik bir metin hazır hale getirilinceye kadar birkaç defa tashih sürecinden geçer. Kur’an, vahiy kâtipleri tarafından kayda alındıktan sonra kıraat farklılıkları bir kenara bırakılacaksa herhangi bir tashih veya farklılığa maruz kalmamıştır.

Kur’an’ın bu anlamda bir tashih sürecinden geçtiğini ifade eden veya aktaran bir metin var mıdır? Şayet varsa nerededir? Kur’an lafzı Hz. Peygamber tarafından oluşturulmuşsa bu durum Hz. Peygamber’i beşer olmaktan çıkarmaktadır. Aslında Kur’an lafzını beşerileştirelim derken farkına varmadan Peygamber’i ilahlaştırmıyor muyuz?

4) İ’caz: Kur’an’ın i’cazı lafızda mı yoksa manada mı? Eğer günümüzde de Kur’an’ı mucize olarak kabul ediyorsak onun i’cazının sadece manada olmadığını kabul etmemiz gerekir. Çünkü Kur’an’da yer alan birçok mana artık bizim için malumdur.

Özellikle ileri sürülen külli kaideler yazılsa birkaç sayfayı aşmayacaktır. Bu durumda Kur’an’ın i’cazı son mu bulmuştur? Aynı zamanda Allah, “bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler Kur’an’ın bir benzerini getiremezler” (İsra, 88) dediği şey Kur’an’ın mana ve külli kaideleri midir?

Kur’an’dan da esinlenerek bunun o zaman gayet rahatlıkla yapılabildiği gibi günümüzde de yapılabilmektedir. Bu durum Kur’an i’cazını ortadan kaldırmıyorsa o zaman Kur’an i’cazının ister “hakiki” olsun ister “sarfe” olsun lafızda olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü birçok kişi Kur’an’da yer alan manaları farklı şekillerde ifade edebilir. Ancak onun lafız ve üslubuna benzer bir lafız veya üslup daha olmadığı aşikârdır.

Durum böyle olunca bir beşer tarafından oluşturulan bir metnin mucize olması, dil, belagat ve edebiyatın zirvesinden olmasının mantıklı bir açıklaması nedir? Aksi takdirde Peygamber ilahlaşmış olamaz mı?

5) Şairlik vasfının reddi: Kur’an, Hz. Peygamber’e yapılan “şairlik” ithamını şiddetle reddetmektedir. Burada önemli bir hususa dikkat çekmek istiyorum. O da şudur: Allah, Kur’an’ın “şiir” olmasını değil Hz. Peygamber’in “şair” olmasını reddetmektedir. Çünkü Kur’an’ın şiir olmadığını herkes biliyordu.

Ancak bununla birlikte Allah, Hz. Peygamber’in şair olma niteliği ve vasfını da reddetmektedir. Bilindiği gibi şairlik bir yetenektir. Hayatında tek bir şiir metni bile oluşturmayan ama yetenek ve ruh açısından şair olan binlerce insan vardır. Dolayısıyla insanlar şiir yazdıkları için şair değil; şair oldukları için şiir dizerler.

Peki, insanlık tarihinin en zirve metnini oluşturan bir beşerden şairlik vasfını reddetmek doğru mu? Bilakis ona أعظم شعراء العالم “dünyanın en büyük şairi” demek gerekmez miydi? Kur’an lafzı Peygamber tarafından oluşturulmuşsa onun “şairlik” vasfının reddedilmesi büyük bir haksızlık değil mi? Aynı zamanda müşriklerin suçlaması son derece doğru ve yerinde olan bir suçlama olmayacak mıydı? Allah bu iddiayı neden şiddetle reddetsin? Yoksa Kur’an yalan söylüyor da müşrikler mi doğru söylüyorlar?

6) Arz: Geçmişte ve günümüzde hadislerin Kur’an’a arz yöntemi vardır. Bunun gerekçesi ise hadislerin gerek sübut gerekse delalet açısından Kur’an’dan bir derece aşağı olmasıdır. Bu durumda hadisleri Kur’an’a arz edilmesi önem kazanmaktadır. Kur’an manasının Allah’a ve lafzının da Peygamber’e ait olması durumunda Kur’an’ın neresinin Peygamber’e ve neresinin Allah’a ait olduğunu ortaya koymak için bir arz yönteminin olması gerekir.

Peki, bu durumda savaş ve cihatla ilgili ayetler, iman ve ahlakla ilgili ayetlere arz edildiği zaman onların Peygamber’e ait olduğu anlaşılacak mıdır? Hangi ayetleri hangi ayetlere arz edeceğiz? Eğer Allah’ın bizzat küfür de işleyeceği bir varlığı yaratıp ona iman etmesini, iman etmediği takdirde onu cehennemde cayır cayır yakmasını ahlâkî buluyorsak makul şartlar ve gerekli durumlarda kital ve cihadı da hayli hayli ahlâkî bulmamız gerekmez mi?

Bilindiği gibi gelenekte Kur’an’ın Kur’an’a arzı da vardır. Ancak orada hangi ayetlerin lafzının Allah’a ve hangisinin Peygamber’e ait olduğunu ispat etmek için değil; kapalı ayetlerin daha açık ayetlerle anlaşılması amacı mevzu bahistir. Dolayısıyla “delalet” açısından bir arz söz konusudur. Sübut açısından bir arz söz konusu olacaksa onun ilkeleri nasıl olacaktır? Bunu belirleyecek olan kimdir?

7) Hitab-ı ilâhî mi hitâb-ı nebevî mi? Hocanın tefsirinin ilk cildi yayınlandığı zaman isminin “İlâh-i Hitâbın Tefsiri” olduğunu görünce doğrusu şaşırmıştım. Hatta bir yorum da yapmayı düşünmüştüm. Ancak son zamanlarda bazı konulara dair artan kutuplaşmadan uzak durmak istedim.

Tabii daha sonra hepimizin gördüğü gibi Kur’an’ın mahiyetine dair tartışmalar gündeme oturdu. Benim şahsen merak ettiğim konu şudur; Kur’an’ın lafzı Allah’a ait olmadığını düşünen birisi, neden tefsirine İlâh-i Hitâb ismini koysun? Elbette hitap sadece lafzi olanı kapsamıyor. Kelamda hitâb-ı nefsî de vardır. Ancak Türkçede hitap dendi mi ilk akla gelen lafızdır. Bu isim en azından Türkçe açısından bir çelişki değil mi? Veya hocaya göre Kur’an’a hitab-ı nebevî diyebilir miyiz? Diyemiyorsak neden?

8) Nübüvvet öncesi hayatı: Hz. Peygamber bu denli yüksek ve ali bir metni oluşturma yeteneğine sahip olsaydı, nübüvvetten önce kırk sene ve 23 senelik nübüvvet süreci boyunca Kur’an dışında bir satır bile oluşturamaz mıydı? Oluşturamamışsa neden? Bunun ilmi bir açıklaması var mı? Kur’an bu duruma bizzat işaret etmektedir:

“Âyetlerimiz kendilerine apaçık birer delil olarak okunduğunda, (öldükten sonra) bize kavuşmayı ummayanlar, ‘Ya (bize) bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir’ dediler.

De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edecek olursam, elbette büyük bir günün azabından korkarım.

De ki: Eğer Allah dileseydi, ben size onu okumazdım, Allah da size onu bildirmezdi. Ben sizin aranızda bundan (Kur’an’ın inişinden) önce (kırk yıllık) bir ömür yaşadım. Hiç düşünmüyor musunuz?” (Yunus, 15-16)

Şayet, burada ileri sürülen bütün soru ve sorunlara cevap niteliğinde bunların “mucize” yoluyla gerçekleştiği ileri sürülürse bu durumda Kur’an lafzının Allah’a ait olduğu kabul edilmiş olacaktır. Çünkü bütün âlimlere göre mucizeyi sadece Allah yaratır. Bunu teyit eden ayetler de vardır. (Ankebut, 50)

Sonuç olarak Kur’an lafzının Peygamber’e ait olduğu düşüncesi, Kur’an lafzı ve vahyin oluşum süreci dikkate alındığında “oldukça zor” ve  “ilmi gerekçelerden yoksun” bir yaklaşımdır.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk camiamızın emektar, zeki, velûd ve değerli akademisyenlerindendir. Camiamıza onlarca ilmi ve akademik kitap ve makale kazandırmıştır.

Kendisinden istifade eden ve etmeye devam eden bir ilim ehli olarak onun her sıkıntıda başvurduğu, epistemolojik düşüncesinin zirvesine koyduğu Kur’an’a dair bu yaklaşımı ileri sürerek bindiği dalı kesmemesini ve sığındığı gemiyi yakmamasını öneririm. 

Daha Fazla

2 Comments

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir