Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Mart 28, 2024

“İstikrarı Sağlamak” Abd İşgalinin Kamuflajı Mı?

ABD’nin başından beri Suriye’de varlığı sorun üretiyor. Buna karşın ABD yönetimi bölgede kalmak için asıl gayesi olan İsrail’in güvenliğini sağlamak istediğini sürekli gizleyerek başka gerekçeler ileri sürüyor. Bu konuda ABD Dış İşleri Bakanı Tillerson şöyle diyor:

ABD, Suriye Demokratik Güçleri’nin Suriyelileri DEAŞ’den kurtarmak için yaptığı büyük fedakârlıkları teslim etmekte ve takdirle karşılamaktadır. Ancak cephede elde edilen zaferler Suriye’nin doğu ve kuzeyindeki halkın yerel yönetim ve temsiliyle ilgili meseleye çözüm getirmemektedir. Bütün gruplar ve etnik unsurların seslerini duyurabildiği geçiş dönemine ait siyasi düzenlemeler uluslararası destek görmelidir… Benzer şekilde bu bölgelerde yaşayan Suriyelilerin sesi Cenevre görüşmelerinde ve Suriye’nin geleceğini konu alan daha geniş ölçekteki tartışmada da duyulmalıdır. Kalma nedenlerimizden biri, hayati konumdaki kuzey ve doğu bölgelerinde istikrarı sağlamak, yardımda bulunmak ve müttefiklerimizi, kuzeydoğuda DEAŞ’e karşı savaşarak çok yararlılık göstermiş olan Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) korumaktır”

Konuyu Stratejik Düşünce Merkezine değerlendiren Sinan Tavukçu, uzun bir makale kaleme almış. İşte o yazı:

 Yeni Bir Doktrin Eşiğindeki ABD Suriye’de Ne Yapacak?

ABD dış politikasını doktrinlerle şekillendiren bir devlettir. ABD’nin dış politika değişikliklerini anlamak bakımından, dünyada değişen olayları ve bu gelişmelere uygun olarak ABD’nin doktrin rötuşlarını takip etmek gerekmektedir. ABD’nin Suriye iç savaşı sırasında izlediği birbirine zıt politika değişikliklerini ve ABD başkanı Donald Trump’un Suriye’den çekilme açıklamalarını bu yöntemle anlamak mümkün olacaktır.

ABD’nin Ortadoğu’ya uzak yılları
1823 yılından itibaren kıtasında yalnızlık politikası izleyen ve Avrupa’yı Amerika kıtasından uzak tutarak bütün bir Amerikan kıtasını kendi hâkimiyeti altına almaya yönelen ABD bu politikayı, Başkan James Monroe tarafından ifade edilen “Monreo Doktrini” ne bağlı olarak yürütüyordu. James Monroe doktrini şöyle açıklamıştı: “ABD’nin, Avrupa devletlerinin sorunları ile hiçbir ilgisi yoktur ve bu sorunlara karışmayacaktır. Fakat buna karşılık, Avrupa devletleri de Amerika Kıtalarının sorunlarına karışamaz. Avrupa devletlerinin kendi sistemlerini Amerikan yarımküresine sokmak için yapacakları her teşebbüsü ABD kendi barış ve güvenliğine yöneltilmiş hareket sayacaktır.” ABD, İkinci Dünya Savaşı bitimine kadar Monreo Doktirini’ne az çok sadık kalmıştır.
Nitekim, Birinci Dünya Savaşı devam ederken ABD üç yıl boyunca tarafsızlık politikası izledi. Ancak, İtilaf devletlerine el altından yardım götüren ticaret gemilerine Almanya’nın saldırması üzerine 6 Nisan 1917 günü Almanya’ya savaş ilan etti. Savaş ilanı, sadece Almanya’ya karşı idi ve Osmanlı Devleti dâhil Almanya’nın diğer müttefikleri savaş ilanından hariç tutulmuştu. Savaşta 116 bin asker kaybı veren ABD, savaşın galibi Avrupa devletlerinin manda tekliflerinden uzak durdu. Buna İngiltere’nin Anadolu’da bir Amerikan mandası kurulması teklifi de dâhildir.
ABD Monreo Doktrini’ni terk ediyor
İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’yı Alman işgalinden kurtaran ABD, Monreo doktrinini terk ederek, bütün bir dünyada söz sahibi olmaya yöneldi. Savaştan sonra, iki kutuplu bir dünya düzeni oluşmuştu. ABD’nin nüfuzu altında bulundurduğu ülkeler “Hür Dünya/Batı Bloku”, Sovyet hâkimiyeti altındakiler “Demirperde Ülkeleri/Doğu Bloku” olarak adlandırılmıştı. SSCB’nin 1991 yılında dağılmasına kadar devam eden iki kutuplu dünya düzeni soğuk savaş dönemi olarak literatürde yerini aldı.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’da kendi patronajında bir düzen kuran İngiltere, İkinci Dünya Savaşı’ndan bitkin çıkmış ve liderliğini sürdüremez hale gelmişti. Dünya liderliğini devralması, komünist tehdide karşı hür dünyayı koruması ve özelde Türkiye ve Yunanistan’ı desteklemesi gerektiğine ABD’yi ikna eden İngiltere, Ortadoğu liderliği mirasını 1947 yılında ABD’ye devretti. Moskova’nın 19 Mart 1945 tarihinde Ankara’ya verdiği ve 1925 Türk-Sovyet Saldırmazlık Anlaşması’nı uzatmayacağını ifade ettiği notadan sonra yoğun bir komünist tehdit hissetmeye başlayan Türkiye zaten ABD himâyesine hazır hale gelmişti.
Komünizme karşı hür dünyanın koruyucusu rolünü üstlenen ABD, bu yeni politikasını “Truman Doktrini” ile biçimlendirdi. ABD Başkanı Harry Truman tarafından 1947 yılında hazırlanan ve kendi adı verilen doktrine göre, ABD’nin komünizme karşı silahlı mücadele veren ve komünist ülkelerin baskısı altında bulunan devletlere mali ve askeri yardım yapması ilke olarak benimsendi.  Kongre, Türkiye’ye 100 milyon, Yunanistan’a ise 300 milyon dolar yardım yapılmasına izin verdi, doktrin gereği ABD, Yunanistan ve Türkiye’nin savunmasını üstlendi. Truman Doktrini ile Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’ya adım atan ABD, diğer ülkeler için yeni doktrinine dâhil olmayı, Marshall yardımları ile etkin ve cazip hale getirdi.
Bu doktrinin tamamlayıcısı olarak, 12 Batılı ülkenin (ABD, İngiltere, Fransa, Kanada, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, İtalya, Danimarka, Norveç, Portekiz ve İzlanda) katılımı ile, SSCB’nin yayılmacılığına karşı koymak üzere, 4 Nisan 1949’da Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) kuruldu. İlerleyen yıllarda örgüte yeni üyelerde katıldı. Türkiye, 18 Şubat 1952’de NATO’ya üye oldu.

Truman Doktrini’ne Ortadoğu’dan tepkiler

ABD himâyesindeki Batı Bloku’nda yer alan Türkiye, 1948’de kurulan İsrail devletini 1949’da resmen tanıyan ilk Müslüman devlet oldu.  23 Haziran 1954 tarihinde imzaladığı “Askerî Tesisler Anlaşması (Military Facilities Agreement)” ile, kendi topraklarında Amerikalıların uygun görecekleri yerlere, Ortadoğu‘da yapacağı operasyonlarda kullanmak üzere üs kurma yetkisi verdi. Truman Doktrini ile ortaya çıkan keskin kutuplaşma dolayısıyla, Türkiye’nin Rusya, Ürdün, Mısır ve Suriye ile ilişkileri ciddi anlamda bozuldu ve dış ilişkilerine ABD politikaları yön vermeye başladı.

1950’li yıllarda, Batı manda ve işgalinden özgürleşen Arap dünyasında etkili bir milliyetçilik, sosyalizm ve SSCB’ye sempati rüzgarları esiyordu.  Mısır’da 1952’de krallığı yıkarak yönetimi devralan Hür Subaylar, Arap milliyetçiliğiyle iç içe olan bir Arap sosyalizmi fikrine yakındılar.  Bölgede, Sosyalizm ve SSCB etkisini kırmak üzere, 24 Şubat 1955’te, Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında bir güvenlik ve savunma örgütü olan “Bağdat Paktı” kuruldu. O tarihte kendisini tanıyan tek İslâm ülkesi olan Türkiye’nin diğer İslâm ülkeleri ile işbirliği İsrail’i rahatsız etti, İsrail ile Türkiye arasında diplomatik krize sebep oldu. 1955 yazından itibaren, Türkiye ile İsrail arasındaki diplomatik ilişkiler en alt düzeye indirildi, büyükelçi çekildi ve ilişkiler maslahatgüzar düzeyinde sürdürüldü. 1990’da Tel-Aviv’deki diplomasi temsilciliği yeniden büyükelçilik düzeyine yükseltilene kadar bu durum devam etti.

Komünist yayılmacılığa karşı kurulan NATO’ya mukabele etmek üzere, 14 Mayıs 1955’te Varşova’da, sekiz sosyalist ülkenin katılımıyla Varşova Paktı kuruldu. Paktı imzalayan ülkeler Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Doğu Almanya, Macaristan, Polonya, Romanya ve SSCB’ydi.  Paktın amacı, NATO güçlerine karşı üye ülkelerin birbirine destek olması, herhangi bir Varşova üyesi olan ülkeye saldırı gerçekleşmesi durumda diğer üyelerin yardımda bulunmayı taahhüd etmesiydi.

ABD’nin bölgede güç kazanması, ABD müttefiki ülkeler tarafından Bağdat Paktı’nın kurulması ve nihayet 1956’da İngiliz, Fransız ve İsrail kuvvetlerinin Mısır’ı işgale kalkmasıyla Ortadoğu halkları arasında Batı aleyhtarlığı gittikçe yükseldi ve (Tek bir Arap milleti oluşturmayı, bütün bir Arap dünyasını lâiklik temelinde sosyalist esaslara göre yönetmeyi hedefleyen) Baasçılık hareketi popülerleşti. SSCB’nin bölgedeki etkinliği ve kendisine duyulan sempati daha da yükseldi.

Eisenhower Doktrini

ABD bu gelişmeler karşısında, başkan Eisenhower’ın Kongre’den taleplerini ihtiva eden ve “Eisenhower Doktrini”  adı verilen yeni bir doktrini hayata geçirdi. 9 Ocak 1957’de Kongre’nin onayı ile yürürlüğe giren bu doktrinin amacı; Ortadoğu ülkelerine askeri, ekonomik yardımlar sağlamak, yardım edilen dost ülkelere komünist bloktan bir saldırı gelmesi halinde silahlı kuvvetleri devreye sokmaktı. Bu amaç için her yıl 200 milyon dolar harcama yetkisi verildi

Eisenhower Doktrini, Kuzey Afrika’dan İçasya’ya kadar devletleri iki kutba böldü. Türkiye, Yunanistan, Irak, Lübnan, Tunus, Libya, Afganistan, Fas, Pakistan, İsrail ABD doktrinine olumlu cevap vermiş, Suudi Arabistan önce olumsuz bir tepki vermesine rağmen daha sonra tutumunu doktrine destek yönünde değiştirmişti. Ürdün, Mısır, Suriye ise doktrini reddetti.

Baas Rejimlerinin ortaya çıkması

Batı Manda ve işgalinden kurtulan Arap dünyasında bir Arap Birliği kurma fikri hep var oldu. 1945 yılında Mısır, Irak, Suriye, Lübnan, Suudi Arabistan ve Ürdün tarafından Arap Ligi/Arap Birliği kuruldu. Birlik zamanla yeni üyeler kabul ederek (Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Cibuti, Fas, Filistin, Katar, Komorlar, Kuveyt, Libya, Moritanya, Somali, Sudan, Tunus, Umman ve Yemen) 22 üyeli bölgesel bir işbirliği teşkilatına dönüştü. Ama hiçbir zaman etkili bir güç olamadı.

Arap Birliği kurma fikri “PanArabizm” ideolojisine vücud verdi ve ortak bir Arap devleti kurma ideali ilk defa 1958 yılında Suriye ile Mısır’ın birleşerek “Birleşik Arap Cumhuriyeti” adı altında yeni bir devlet oluşturmaları ile hayata geçirildi. Ancak, geçen üç yıl içerisinde Mısır devlet başkanı Cemal Abdünnasır’ın birleşik devletin tek hâkimi olma girişimine tepki gösteren, içlerinde Hafız Esed’in de bulunduğu bir grup Baas kadrosu 27 Eylül 1961’de darbeyle iktidarı ele geçirdiler ve ertesi gün Suriye’nin Birleşik Arap Cumhuriyeti’nden çekildiğini açıkladılar.

Baas Partisi, 1963’te birer ay arayla, Irak (8 Şubat) ve Suriye’de (8 Mart) askeri darbe yoluyla iktidara el koydu. Ancak, Baasçılık yavaş yavaş ulus-üstü kimlik özelliği taşıyan PanArabizm’den Irak ve Suriye Arap milliyetçiliğine dönüşmeye başladı. Baas Partisi 1966’da resmen ikiye bölünerek Suriye ve Irak kollarına ayrıldı. 1970’de Suriye’de Hafız Esed, 1979’da Irak’ta Saddam Hüseyin, parti içinde darbe gerçekleştirerek ülkelerini yöneten tek diktatör haline geldiler ve bundan sonra bölgedeki pek çok savaş ve işgalin müsebbibi oldular.

Batı sömürgeciliğinden kurtulan ve bağımsızlığını ilan eden diğer İslâm ülkelerinde de sosyalizm ve Doğu blokuna yakınlaşma eğilimleri ortaya çıktı. Tunus 1956’da Fransız işgalinden kurtulduktan sonra 1960’lı yıllarda sosyalist düzene geçti. Fransız işgali altındaki Cezayir 1962’de bağımsızlığına kavuştu ve Devlet başkanlığına getirilen Ahmed b. Bellâ sosyalist bir çizgi izlemeye başladı. Libya’da Muammer el-Kaddâfî, 1969’da bir darbeyle iktidarı ele geçirdi ve yine sosyalist bir çizgide yürümeye başladı. Sudan ve Güney Yemen’de de sosyalist-komünist hareketler ortaya çıktı. Güney Yemen’de İngiliz işgal kuvvetlerinin 1967’de ülkeyi terk etmesinden sonra Marksist bir rejim idareyi eline geçirdi.

“Birleşik Arap Cumhuriyeti” nin başarısız olmasından sonra, Arap dünyasındaki bölünmüşlüğü ortadan kaldırmak için Libya-Birleşik Mağrib (1969), Libya-Mısır-Sudan (1970), Libya-Suriye (1971) ve Libya-Mısır (1973) arasındaki birleşme ve ittifak çabaları oldu, ama bu teşebbüslerde başarılı olamadı.

Altı Gün Savaşı ve PanArabizm’in tamamen çöküşü

1967’de Mısır’ın öncülüğünde diğer Arap devletleri (Suriye, Ürdün, Irak, Kuveyt), askeri bir ittifak oluşturarak, İsrail işgaline askeri müdahale ile son vermeyi kararlaştırdılar ve ülkelerinde olağanüstü hâl ilan ettiler. Daha atik davranan İsrail, 5 Haziran’da savaş uçaklarının ani baskını ile Mısır hava kuvvetlerinin beşte üçünü yok edip, Mısır’ın elinde bulunan Gazze ve Sina yarımadasını ele geçirdi. Altı gün süren savaşın sonunda başta Kudüs olmak üzere Filistin topraklarının büyük kısmı, ayrıca Ürdün ve Suriye’nin (Golan dâhil) topraklarının bir kısmı İsrail tarafından işgal edildi. Bu savaşın ayıp ve utancı karşısında PanArabizm fikri tamamen çöktü.

1969 yılında, İsrail işgali altındaki Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın yakılmasına tepki olarak Müslüman devletlerin hak ve menfaatlerini korumayı, üye devletler arasında İslâm dayanışmasını geliştirmeyi amaçlayan İslâm Konferansı Örgütü (şimdiki adı ile İslâm İşbirliği Teşkilatı) kuruldu. Çöken PanArabizm’in yerini İslâm Birliği ideali almış oldu.

Nixon Doktrini (Detant Politikası)

ABD Başkanı Nixon 18 Şubat 1970’de Kongreye gönderdiği raporda; uluslararası ilişkilerde II. Dünya savaşı sonrası dönemin artık sona ermiş olduğunu, ABD’nin yeni bir dış politikaya geçmesi gerektiğini, ABD’nin özgür ulusların savunulması ile ilgili bütün kararları, bütün planları ve programları yalnız başına yürütmek durumunda olmadığını, yükün bir kısmını ABD’nin dost ve müttefiklerinin üstlenmesi gerektiğini ifade etti.“Nixon Doktrini” (Detant Politikası) olarak adlandırılan bu yeni politikayla, çatışma bölgelerine ABD’nin doğrudan askeri müdahalelerde bulunmayacağı, müttefiklerine askeri ve ekonomik yardımla yetineceği açıklanmıştı.

Arap Dünyasında ABD-İsrail lehine parçalanma

1975 yılına gelindiğinde, Enver Sedat yönetimindeki Mısır’ın ABD’yle yakınlaşması ve Sovyetler’le ilişkileri kesmesi Ortadoğu’daki dengeleri ciddi şekilde sarstı. Bunu, 1978 yılında Mısır’ın, ABD başkanı Jimmy Carter’ın gözetiminde, İsrail ile Camp David Barış Anlaşması’nı imzalaması takip etti. Bir Arap ülkesinin ilk kez İsrail’i resmen tanıması Arap dünyasında infiâl yarattı, Arap ülkeleri tepki olarak SSCB’yle yakınlaştılar.

Filistin davasındaki Araplar arasındaki bu büyük parçalanmayı, 1994 yılında Ürdün’ün İsrail’le yakınlaşması takip etti. ABD başkanı Bill Clinton’in desteği ile 26 Ekim 1994 tarihinde Ürdün’ün İsrail’le imzaladığı barış anlaşması, İsrail’in güvenliği için Ürdün yönetimine gerekli tedbirleri alma ve İsrail aleyhine propaganda yapılmasına dahi engel olma yükümlülüğünü getirmişti.

1979 İran Devrimi Ortadoğu’yu sarsıyor

ABD’nin Ortadoğu ve İçasya’ya yönelik politikalarını hayata geçirme ve sürdürmede en büyük müttefiki Bağdat Paktı üyesi de olan İran’dı. ABD 1970’li yıllarda, Basra Körfezi’ni bir İran Körfezi haline getirmek istiyor ve sürekli silahlandırıyordu. ABD’nin büyük desteğine sahip bulunan Şah Rıza Pehlevi’nin 1979 yılında Ayetullah Humeyni tarafından devrilmesinden sonra Ortadoğu’daki bütün dengeler alt üst oldu. ABD’nin müttefiki olan ülke, hasım haline dönüşmüştü. 4 Kasım 1979 günü İran’da Humeyni taraftarı olan öğrencilerin Tahran’daki ABD elçiliğini basıp, elçilikte bulunan 63 kişiyi rehin almaları ile başlayan süreç, ABD’de başkan değiştirmeye sebep olmuş, Jimmy Carter’ın yerine İran’la gizli pazarlık yürüten Ronald Reagan başkanlık seçimini kazanmıştı.

İran Devrimi henüz devlet olma aşamasındayken kendisini Irak ile savaşın içinde buldu. 22 Eylül 1980’de sınır ihtilaflarını gerekçe gösteren Irak devlet başkanı Saddam Hüseyin’in İran topraklarına saldırmasıyla, 8 yıl sürecek İran-Irak savaşı başladı. Yaklaşık bir milyon kişinin ölümüne, iki milyon kişinin yaralanmasına, 150 milyar dolar ekonomik zarara, yüz binlerce kişinin esir düşmesine, on binlerce kişinin kaybolmasına neden olan ve galibi de bulunmayan bu savaş, her iki ülkede de ağır yıkımlara yol açtı. Savaş sırasında bütün Arap dünyası Irak’ın yanında yer alırken Hafız Esed yönetimindeki Suriye, Araplığın önüne mezhebi geçiren politikasıyla, tavrını İran’dan yana koydu ve savaş boyunca hem siyasi hem de askeri olarak destekledi.

Carter Doktrini ve 1979 sonrası Ortadoğu

1979 yılında Rusya’nın Afganistan’ı işgal etmesi ve aynı yıl İran’da meydana gelen Ayetullah Humeyni öncülüğündeki devrim, 1970 yılında ilan edilen Nixon Doktrini’ni ABD bakımından sona erdirdi.

ABD başkanı Jimmy Carter, 1980 de kongrede yapmış olduğu konuşmasında; Basra Körfezinin denetimini ele geçirmek amacıyla herhangi bir yabancı güç tarafından yapılacak müdahalelerin ABD’nin hayati çıkarlarına bir saldırı olarak dikkate alınacağını ve böyle bir saldırıya askeri güç de dâhil olmak üzere gerekli her türlü araçla müdahale edileceğini açıkladı. Bu yeni ABD politikası “Carter Doktrini” olarak literatürde yerini aldı.

Dünya petrol rezervlerinin %70’inin, doğal gaz rezervlerinin %35’inin bulunduğu bu bölge ABD ve Batı ekonomisinin can damarı olarak kabul ediliyordu. ABD, yeni Orta Doğu politikasının bir parçası olarak Hızlı İntikal Gücü (RDF-Rapid Deployment Force) kurdu ve müttefik bölge ülkelerinde askeri üsler oluşturup, yığınaklar yapmaya başladı. Bu yapılanmada, İsrail’in güvenliğinin sağlanması da önemli bir faktördü.

1.Körfez savaşı ve ABD’nin askeri müdahalesi

İran savaşından yığılmış borçla çıkan Saddam Hüseyin, bir çıkış yolu olarak, tarihi olarak Irak’a ait olduğunu iddia ettiği zengin petrol kaynaklarına sahip Kuveyt’i 2 Ağustos 1990’da Irak’a ilhâk etti. ABD tepki olarak, Irak’tan yapılacak petrol ithalatına 14 yıl sürecek ambargo koydu ve 17 Ağustos 1991’de Irak’a savaş açtı. Böylece ABD askerleri, savaşmak üzere Ortadoğu topraklarına girmiş oldu.

27 Şubat’ta Irak Kuveyt’ten çıkarıldı, ambargo nedeniyle takatsiz hale düştü. 8 yıllık savaş yorgunu İran’ında yıpratılmasıyla ABD, Orta Doğu’da özellikle petrol kaynağı olan Basra Körfezi’nde tam ve tartışmasız bir kontrol kurmuş oldu. ABD’nin Ortadoğu’ya askeri müdahalesi, bölge halklarında Amerikan karşıtlığını artırdı ve Batı hayranlığından İslâmi kodlara dönüşü hızlandırdı.

Bu savaşın sona ermesinden yaklaşık 6 ay sonra SSCB’nin dağılması ile dünya tümü ile yeni bir yapılanma dönemine girecekti.

Sovyetlerin dağılması ve ABD’nin tek süper güç olarak kalması

1922`de kurulan Sovyetler Birliği, ikinci dünya savaşından sonra iki kutuplu dünyanın süper gücünden ikincisi olmuştu.

1985 yılında devlet başkanı olan Mihail Gorbaçov’un Glastnost (Açıklık) ve Perestoroyka (Devletin yeniden yapılandırılması) uygulamalarının sonucu olarak SSCB 1991 yılında dağıldı. SSCB’nin dağılmasında, Afgan mücahitlerin Sovyet işgaline karşı başarılı direnişi ve kağıttan kaplan olduğu ortaya çıkan Kızılordu’nun 1988 yılında Afganistan’dan çekilmek zorunda kalmasının etkisi büyük olmuştu. 1990 yılında Demokratik Alman Cumhuriyeti ve Federal Alman Cumhuriyeti’nin birleşmesi, Baltık ülkeleri Litvanya, Letonya, Estonya’nın bağımsızlıklarını ilan etmelerinin ardından Gürcistan, Ermenistan, Moldova, Ukrayna, Beyaz Rusya, Azerbaycan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan ve Kazakistan’ında bağımsızlıklarını ilan etmeleri SSCB’nin sonunu getirmişti.

1 Temmuz 1991’de NATO’ya karşı kurulan Varşova paktı bitirildi. Varşova Paktı üyesi Estonya, Letonya, Romanya, Litvanya, Slovenya, Slovakya, Hırvatistan, Arnavutluk) NATO üyesi oldular.

SSCB’nin dağılmasında sonra NATO’nun düşman rengi kırmızıdan yeşile döndü. NATO literatüründe “kırmızı” renk “komünizm”i, yeşil ise “İslâm”ı simgeliyordu. NATO’nun İskoçya’nın Turnberry kentinde toplanan (7-8 Haziran 1990) NATO Zirvesi’nde ev sahibi İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher “Sovyetler Birliği yıkılmıştır, karşımızda düşman kalmamıştır. Ama düşmansız bir ideoloji yaşayamaz. Yeni bir düşman bulmamız lazım. Düşman aramaya ise gerek yok; yeni düşmanımız İslâm’dır” sözleriyle yeni düşmanı tanımlamıştı.

SSCB’nin dağılmasında sonra kurulan Rusya Federasyonu (RF) krizlerle boğuşmaya başladı ve uluslararası ilişkilerde belirleyici rolünü kaybetti. Artık soğuk savaş dönemi bitmiş, ABD tek süper güç olarak küresel düzenin patronu olmuştu. Devlet başkanı Yeltsin’in 1999 yılında FSB (istihbarat) Başkanı Vladimir Putin’i Başbakan olarak atamasına kadar Rusya kaos içinde savruldu.

11 Eylül Saldırısı ve Bush Doktrini

11 Eylül 2001 tarihinde, ABD’nin New York kentinde bulunan Dünya Ticaret Merkezi’nin teröristlerin kaçırdığı yolcu uçakları tarafından saldırıya uğraması sonucu üç bine yakın insan hayatını kaybetmişti.

ABD, saldırıdan sorumlu tuttuğu El Kaide ve Taliban’ı yok etmek gerekçesiyle, 7 Ekim 2001’de “Kalıcı Özgürlük Operasyonu” (Operation Enduring Freedom) adıyla Afganistan’ı işgal etti. ABD işgalini meşrulaştırmak için BM Güvenlik konseyinden 14 Kasım 2001 tarihinde 1378 sayılı kararı çıkarttı ve başkan George W. Bush ABD liderliğinde NATO kuvvetlerinin işgalinin amacını “haçlı savaşını başlatıyoruz” sözleriyle açıkladı.

Pek çok analist, 11 Eylül saldırılarının işleniş biçimindeki garipliklere işaret ederek, bunun tek hegemonik güç olarak kalmak isteyen ve mağduriyetin sağladığı meşruiyetle, dünyanın her yerini işgal etme hakkını elinde tutmak üzere, ABD tarafından kurgulandığını iddia ediyordu.

2002 yılından itibaren ABD’nin BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) olarak adlandırılan yeni dünya düzeni konuşulmaya başlandı. Bu proje, Fas’tan Çin’e kadar bütün bir coğrafyanın –ki bu coğrafya İslâm coğrafyasıdır– siyasi ve ekonomik olarak yeniden yapılandırılmasını, mevcut devletlerin parçalanarak, mikro-devletlere bölünmesini öngörüyordu. ABD, kısa vadede Avrasya’yı kontrol etmeyi, Irak’tan başlayarak Ortadoğu’yu şekillendirmeyi, Körfez bölgesine hâkim olmayı ve uzun vadede tek başına dünya hâkimiyeti kurmayı hedefliyordu.

11 Eylül saldırılarının ardından ABD, bütün bir küreye yaydığı savaşını “Bush Doktrini” ile ifade etti. 20 Eylül 2002 tarihli “Yeni Amerikan Millî Güvenlik Stratejisi”nde ifade edilen doktrin; potansiyel tehdit oluşturduğu, ileride problem çıkarabileceği düşünülen her oluşum ya da ülkeye karşı nerede olursa olsun “ön alıcı saldırı” yapılmasını ve gerekirse düşman devletlerdeki rejimlerin değiştirilmesini kapsıyordu. Tek kutuplu dünyanın lideri ABD’nin başka ülkelerin yardımına ihtiyacı yoktu, iyi güçler ve şer güçler arasında süre giden mücadelede ABD hep iyi tarafı temsil etmekteydi, dolayısıyla bu üstün misyonu dolayısıyla uluslararası hukuka uymak zorunda da değildi.

Irak’ın sahip olduğu kitle imha silahlarıyla bölge ve dünya barışını tehdit ettiğini iddia eden ABD, Birleşik Krallık ve Çok Uluslu Koalisyon Kuvvetleri ile birlikte, 20 Mart 2003’te Irak’ı işgal edip, Saddam Hüseyin yönetimini devirdi. Şii Araplar ve Kürtler ile ittifak halinde federatif Irak Anayasa’sını yürürlüğe soktu ve Sünnileri yönetimden uzaklaştırdı.

Daha sonra, Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olmadığı, işgali gerekçelendirmek üzere CIA raporlarında uydurulduğu ortaya çıktı. İşgal sırasında 1 milyondan fazla kişi hayatını kaybetmişti. Ebu Gureyb Cezaevi örneğinde görüldüğü üzere, binlerce kişi ağır işkencelerden geçirildi, teröre destek verdiği iddiası ile tutuklanan binlerce kişi dünyanın pek çok ülkesindeki cezaevlerinde sorgu ve işkenceye tabi tutuldu. Bu uygulamalar, bütün dünyada anti Amerikancılığın yükselmesine, Irak’ta İŞİD’in doğmasına ve taban bulmasına sebep oldu.

Başkan Barack Obama döneminde ABD, işgal ettiği Afganistan ve Irak’ta, kendisinin işgaline yardımcı olan İran’a bu ülkelerin yönetiminin kontrolünü bıraktı. Bu durum İran’da şii hilali hayalini tahrik etti ve 2011’de başlayan Arap Baharı ile birlikte, İran Suriye ve Yemen’de de nüfuz ve kontrolünü artırdı.

Sert geçen “Arap Baharı”

17 Aralık 2010’da Tunus’ta bir seyyar satıcının kendisini yakması ile Tunus’ta başlayan yönetim karşıtı protesto hareketleri peş peşe bütün Arap ülkelerine yayıldı. Despot yönetimlere karşı başlatılan ve “Arap Baharı” adı verilen bu halk hareketi kısa zamanda Tunus, Mısır, Libya, Moritanya, Sudan, Bahreyn, Ürdün, Yemen, Cezayir, Suriye gibi ülkeleri etkiledi.  Tunus başkanı Bin Ali 14 Ocak’ta ülkeyi terk etti. 14 Ocak’ta Ürdün’de, 17 Ocak’ta Moritanya, Sudan ve Umman’da, 25 Ocak’ta Mısır’da ve Lübnan’da gösteriler başladı. 3 Şubat’ta Yemen’de, 14 Şubat’ta Bahreyn’de, 15 Şubat’ta Libya’da, 22 Şubat’ta Cezayir’de, 25 Şubat’ta Ürdün’de ve nihayet 28 Ocak’ta Suriye’de ilk ayaklanmalar başladı.

Mısır’da devlet başkanı Hüsnü Mübarek’in 30 yıllık yönetimi 11 Şubat 2011 de istifa etmesiyle son buldu. Yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Muhammed Mursi kazandı. Ancak, 1 Temmuz 2013 Körfez Ülkeleri, ABD ve Batı’nın desteklediği askeri darbe ile cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve seçilmiş İhvan yönetimi devrildi.

Libya’da 42 yıl boyunca ülkeyi yöneten Albay Muammer Kaddafi, halk hareketini silahla bastırmak istedi. Ancak, NATO müdahalesi sonucu iktidarı kaybetti ve öldürüldü, yönetim Ulusal Geçiş Konseyine devredildi. Libya’da seçimler gerçekleşse de istikrar sağlanamadı. Ve halen devam etmekte olan iç savaş başladı.

Bahreyn’deki ayaklanma Suudi yardımı ile bastırıldı.

Yemen protestolarında devlet başkanı Ali Abdullah Salih devrildi, Sünni Cumhurbaşkanı Hadi yönetimindeki hükümet işbaşına geldi. İlerleyen süreçte hükümet güçleri ile İran tarafından yönlendirilen Şii Husiler arasında çatışmalar ve gerilim patlak verdi. ABD tarafından desteklenen Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Ürdün, Sudan, Kuveyt, Mısır, Fas ve Senegal ‘den oluşan askeri koalisyon Yemen Cumhurbaşkanı Hadi’ye destek vermek için “Kararlılık Fırtınası Operasyonu” başlattı. Halen devam etmekte olan Yemen savaşı bir insanlık dramı haline dönüştü.

Suriye İç savaşı ve yalpalayan ABD politikası

Arap Baharı’nın etkisiyle Suriye’de ilk gösteriler 28 Ocak 2011’de başladı. Demokratik reformların yapılmasını, siyasi tutukluların salıverilmesini, insan haklarının tanınmasını, olağanüstü halin kaldırılmasını ve yolsuzlukla mücadele edilmesini talep eden gösteriler bütün ülkeye yayıldı. Rejim taleplere şiddetle karşılık verdi. Mayıs ayının sonuna gelindiğinde 1000’den fazla sivil ve 150’den fazla asker ve polis hayatını kaybetmişti.

Rejimin gösterilere şiddetle karşılık vermesi üzerine ABD konuyu BM’ye taşıdı. Nisan 2011’den itibaren BM Güvenlik Konseyi’ne götürülen Suriye hükümetini kınama kararları Rusya ve Çin tarafından veto edildi. Barack Obama, Ağustos 2011’de Esad’ın gitmesi gerektiğini açıkladı, ABD Şubat 2012’de Suriye’deki diplomatlarını geri çekti. Aynı yıl Cenevre’de Suriye’de barış için müzâkere masası kuruldu.

2011 yılının Ağustos ayında rejime muhalif güçler tarafından Suriye Ulusal Konseyi (SUK) oluşturuldu. Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan Suriye’de rejim muhaliflerini desteklerken, Suriye rejiminin arkasında İran ve Rusya bulunuyordu. Eylül ayında muhalif Özgür Suriye Ordusu ile Suriye Ordusu arasında çatışmalar başladı. İran Devrim Muhafızları ve onların yönettiği Lübnan Hizbullah’ı başta olmak üzere, Irak, Afganistan, Yemen ve Afrika’dan getirilen binlerce Şii milis de muhaliflere karşı Rejim ordusuyla birlikte savaşmaya başladı. Savaşan Şii milis gruplar ABD ve Batı tarafından nedense terörist muamelesi görmediler.

BM Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan 16 Mart 2012’de, Suriye’deki savaşın çözümüne yönelik olarak 6 maddelik bir barış planı hazırladı ama rejim tarafından kabul görmedi. 30 Haziran 2012’de iç savaşının sona erdirilmesi için Cenevre’de ilk uluslararası zirve düzenlendi. Zirvede, Suriye rejimini ve muhalifleri kapsayan bir geçiş hükümeti oluşturulması ve reform taleplerinin yerine getirilmesine yönelik kararlar alındı. Bu sırada ABD, geçiş hükümetinde Esad’ın olmaması gerektiğini savunuyordu. Rejim, Rusya ve İran’ın olumsuz yaklaşımı ile zirve başarılı olmadı. Daha sonra yapılan Cenevre zirvelerinde de bir başarılı elde edilemedi.

Haziran 2012’de bir Türk savaş uçağının Suriye tarafından düşürülmesi ve Mayıs 2013’te Reyhanlı’da gerçekleştirilen bombalı eylemle birlikte Suriye iç savaşı Türkiye’nin güvenliğini iyice tehdit eder hale geldi.

21 Ağustos 2013’te rejimin, Şam’ın Guta bölgesindeki sivillere karşı kimyasal silah kullanması sonucu, çoğu çocuk 1.400 kişi can verdi. Barack Obama, Suriye yönetiminin kimyasal silah kullanmasını “aşılmaması gereken kırmızı çizgi” olarak gördüklerini söylemesine rağmen, BM Güvenlik Konseyi üyesi Rusya’nın Esed’i himâyesi ile bu vahşi saldırı dünya gündeminden düşürüldü. ABD ve Batı için insanların öldürülmesinin önlenmesinden ziyade, öldürürken kimyasal silah kullanılmaması daha öncelikli idi.

ABD, Eylül 2013 itibariyle “demokrasi yanlısı, ılımlı muhaliflere” silah yardımında bulunmaya başladı. Ancak, muhalifleri eğitip donatma faaliyetinden istediği sonucu alamayınca bu desteğini kesti.

2013 yılında, El Nusra ve IŞİD’in Suriye iç savaşında etkinliğinin ve alan hâkimiyetinin artmasıyla, dış güçlerin Suriye savaşına bakışı ve tarafları değişmeye başladı, genel olarak “Esed gitsin” söylemi terk edildi. Rejimle halkın savaşına sebep olan, Suriye’de rejimin demokratikleşmesi ve insan haklarının korunması talepleri ve buna Rejimin katliam ve sürgünlerle karşılık vermesi artık konuşulmaz oldu.

Aynı zamanda birbiriyle otorite mücadelesi de yapmakta olan El Nusra ve IŞİD 2014 yılında ayrıştılar. El Nusra İdlib’te kalırken, İŞİD Rakka, Deyrizor gibi Irak sınırına yakın kesimlerde hâkimiyet kurdu, liderleri Ebu Bekir el-Bağdadi 29 Haziran 2014’te halifeliği ilan etti. Bu arada, kendisine muhalif diğer Kürtleri sindiren PYD, rejimin anlaşmalı olarak kendisine terk ettiği Suriye’nin kuzeyinde kantonlar (Cezire, Kobani ve Afrin) kurarak siyasi ve askeri hâkimiyetini genişletti.

2014 Eylül’ünde İŞİD’e karşı savaşmak üzere ABD öncülüğünde uluslararası bir koalisyon kuruldu. 22 Eylül’den itibaren Koalisyon Suriye’de IŞİD hedeflerini vurmaya başladı. 2014 Ekim ayında IŞİD, PYD kontrolündeki Kobani’ye saldırdı. İŞİD’e karşı hava saldırıları yapan Koalisyon’un bölgede kullanacağı bir kara gücüne ihtiyacı vardı. Bu ihtiyacını PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD ile karşılamayı tercih eden ABD, Türkiye’nin tepkisini gidermek için yeni müttefikini Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adı altında tanımladı ve PKK’nın Suriye uzantısı PYD’yi bugüne kadar binlerce TIR silah ve mühimmatla destekledi. Türkiye, ABD’nin PYD ile ittifakına sert tepki gösterdi. İŞİD’in bahane olarak kullanıldığını, ABD’nin asıl hedefinin sınırın ötesinde güvenliğini tehdit edecek bir Kürt devleti kurmak olduğunu, buna müsaade etmeyeceğini ilan etti.

Obama başkanlığı döneminde ABD’nin Suriye politikaları zikzaklarla yürütüldü. Askeri güçlerini Ortadoğu’dan Asya-Pasifik bölgesine çekmeyi ve Çin’in yükselişini durdurmayı planlayan Obama, olayları uzaktan izlemeyi tercih eden etkisiz bir politika yürüttü. ABD Suriye’de çözüm için “Esed gitsin reformlar yapılsın” noktasından, “İŞİD’le mücadele için Esed kalabilir” noktasına savruldu ve Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devleti oluşturma hedefine yöneldi.

Gitgide ülkede hâkimiyeti %8’e kadar düşen ve otoritesi Şam civarıyla sınırlı kalan Beşer Esed, Rusya’yı rejim lehine askeri müdahalede bulunmaya çağırdı. Suriye-Rusya askeri ve siyasi işbirliği 1953’lere dayanıyordu, Suriye, 1956-2000 yılları arasında 26 milyar dolarlık Rus silahı satın almış, 13.4 milyar dolarlık ödeyemediği silah borcu Putin tarafından 2005’te silinmişti. Geleneksel Akdeniz’e inme ve sıcak denizlerde söz sahibi olma stratejisi bakımından Suriye’nin kendisine mutlak bağlı şekilde elde tutulması Rusya bakımından hayati önem taşıyordu. Rusya 30 Eylül 2015’te, terörizmle (İŞİD) mücadele gerekçesiyle hava saldırıları başlattı. Bu saldırılar savaşın gidişatının Esad lehine değişmesinde büyük rol oynadı. Rusya’nın desteğiyle Dera, Duma, Humus, Hama ve Halep tamamen rejim tarafından kontrol altına alındı. Terörizmle mücadele iddiası ile Suriye’ye gelen Rus uçaklarının özellikle, İŞİD’in bulunmadığı Türkiye sınırına yakın Türkmendağı civarını bombalaması, Türkmenleri göçe zorlaması ve uçakların sınır ihlalleri sebebiyle 24 Kasım 2015’te bir Rus uçağı TSK tarafından düşürüldü. Türk-Rus ilişkileri krize girdi.

15 Temmuz 2016’da, arkasında ABD ve NATO’nun bulunduğu bilinen bir askeri darbe teşebbüsü yaşandı. Darbe girişiminin Suriye’de ve bölgede Türkiye’yi etkisizleştirme ve uzaklaştırma sonucunu doğuracağı hesaplanmıştı. Bastırılan darbe girişiminden sonra Türk-Rus ilişkileri hızla tamir edildi. 24 Ağustos 2016’da İŞİD ve PYD’ye karşı, TSK tarafından Özgür Suriye Ordusu ile birlikte, ‘Fırat Kalkanı’ Harekâtı başlatıldı. Askeri darbeyle yıkıma uğratılması beklenen Türk Ordusu büyük bir başarı sağladı.

Türkiye, Rusya ve İran işbirliği ile, kısır Cenevre görüşmelerinin alternatifi olarak, 23 Ocak 2017’de Astana Süreci başlatıldı. Üç ülke, Suriye meselesinin askeri yöntemlerle çözülemeyeceği, Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunmasını esas alan bir siyasi çözümün gerekliliği konusunda mutabakata vardı. Üç ülke, Astana ve Soçi görüşmeleri ile Suriye konusunda muhalifler ve Rejimle irtibat halinde, ABD’nin devre dışı bırakıldığı, sonuçları sahaya yansıyan bir insiyatif başlattılar.

Türkiye’nin Suriye’de hasımı durumunda bulunan Rusya ve İran’la sürpriz şekilde işbirliğine girmesi ve Suriye krizinin çözümü için diplomatik atak başlatmaları dünyayı şaşkına çevirdi. ABD ve Batı ülkeleri siyasi olarak etkisizleştirildi. Askeri olarak, Fırat Kalkanı Operasyonu’nun ardından Ocak 2018’de TSK ve Türkiye destekli Özgür Suriye Ordusu tarafından başlatılan Afrin ve Tel Rıf’at’a yönelik operasyonlar başarıyla tamamlandı. Bu operasyonlarda, ABD’nin binlerce TIR silah ve mühimmat vererek eğitip donattığı PYD’nin ciddi bir savaşma kabiliyeti olmadığı ortaya çıktı. Bu ABD için hayal kırıklığı oldu. Çaresiz kalan ABD, mevcut askerlerinin Suriye’den çekilmesi halinde doğacak boşluğu doldurmak üzere Mısır, Suudi Arabistan, BAE ve Ürdün’den oluşacak bir Arap NATO’su oluşturma hayalinin peşine düştü. Halen devam etmekte olan Yemen Savaşı’nı eline yüzüne bulaştıran bu koalisyon nasıl bir başarı gösterecekse?

Türkiye’nin, Suriye yerel unsurlarından toparladığı güçlerle yaklaşık 80 bin kişiye ulaşan (ki pek çok ülke ordusundan sayıca büyük) Özgür Suriye Ordusu teşkili ve bunun bütçeye bir yük getirmeyecek şekilde savaştırılması, ciddi bir ön hazırlık gerektiren böyle bir oluşumu sessizce başarması sebebiyle Türk Devlet aklının stratejik kabiliyeti (gören) gözlerin önüne serildi. ABD, AB, Rusya, İran ve pek çok devlet savaşın başlangıcındaki pozisyonlarına zıt noktalara savrulurken Türkiye istikrarla duruşunu devam ettirdi ve bütün bu devletleri pozisyon değiştirmeye zorladı. Ve bir başka dikkat çekici husus olarak, bugüne kadar Türk Ordusu ve Suriye Ordusu, tabir yerindeyse, birbirlerine tek kurşun atmadılar.

Gelinen noktada, Suriye’de ve bölgede Türkiye’ye rağmen hiçbir şey yapılamayacağı ortaya çıktı.

Trump’ın Suriye’den çekilme kararı ya da yeni doktrin

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 12 Aralık 2018’de, Türkiye’nin birkaç gün içerisinde Fırat’ın doğusuna PYD’ye karşı operasyon başlatılacağını açıkladı. Bu açıklamadan sonra ABD başkanı Trump 19 Aralık 2018’de bir Tweet atarak “Suriye’de IŞİD’i yendik, Trump başkanlığı döneminde orada bulunmamızın tek nedeni oydu” dedi. 22 Aralık’ta “IŞİD büyük oranda yenildi ve Türkiye gibi diğer ülkeler IŞİD’den geri kalan ne varsa onun çaresine bakmalı. Eve dönüyoruz!” mesajı ile Suriye’den çekilme kararını ilan etti. Pentagon PYD’yi silahlandırmaya devam ederken ve bölgede üs, kontrol noktaları kurarken Trump’ın bu açıklaması dünya kamuoyunda şaşkınlık yarattı.

Trump’ın Suriye’den çekilme niyeti yeni değildi, başkan seçilmesi öncesine dayanıyordu. 2015 yılında The Guardian gazetesine verdiği mülakatta, ABD’nin Irak’ta yapmaya çalıştığı gibi aşırı masraflı ve başarısızlığa mahkûm “ulus inşası” projelerinden vazgeçmesi ve çok büyük tehditler olmadıkça yabancı ülkelere asker göndermeye son vermesi gerektiğini söylemişti. Burada başarısız ulus inşasından kasdettiği Irak işgali sonrası kurulan IKBY idi. Trump, benzerini Suriye’de tekrarlama niyeti olmadığını dolaylı olarak ifade ediyordu.

12 Şubat’ta ABD’nin 2019 yılı bütçesine ilişkin açıklamalarda bulunan başkan Trump, “Birkaç ay öncesindeki son hesaplara göre Ortadoğu’da 7 trilyon dolar harcadık. 7 trilyon dolar. Büyük bir hata, ama durum bu. Ve bugün Ortadoğu, oraya pek de akıllıca olmayan bir şekilde 17 yıl önce girdiklerinden daha kötü durumda. Çok üzücü bir durum” sözleriyle, Suriye’den çekilme niyetini ve gerekçesini Amerikan kamuoyuna resmen ilan etmişti. 3 Nisan’da Estonya, Litvanya ve Letonya’dan oluşan Baltık ülkeleri liderleri ile ortak basın toplantısında konuşan Trump, “Suriye’den çıkmak istiyorum. Askerlerimizi yurtlarına geri getirmek istiyorum. Ulusumuzu yeniden yapılandırmak istiyorum. Ortadoğu’ya son 7 yıl içinde 7 trilyon dolar para harcadık, karşılığında hiçbir şey almadık” diye konuşmuştu.

Sonuç

ABD başkanı Trump’ın Suriye’den çekilme açıklaması, başkanın kişisel tasarrufu olarak elbette ki anlaşılamaz. Bu çekilme kararı, 2002 yılında “Yeni Amerikan Millî Güvenlik Stratejisi”nde ilan edilen Bush Doktrini’ninden vazgeçildiğini ve 17 yıllık bu stratejinin devam ettirilemez olduğunu ortaya koymaktadır. Pentagon’da birtakım askerler bu doktrine sadık kalsa da, yaşanan gerçeklik budur.

ABD’nin, Soğuk Savaş döneminin sona ermesi ile kendisini hiç kimsenin yardımına ihtiyaç duymayan dünyanın tek hâkimi, şer odaklarına karşı savaşan iyiliğin temsilcisi olarak ilan eden ve dünyanın neresinde olursa olsun hegemonyasını tehdit eden her devlet ve örgüte karşı “ön alıcı saldırı” yapma, gerektiğinde rejimleri değiştirme, BOP projesi ile bütün bir İslâm Dünyasını yıkıp yeniden inşa etme stratejisi başarısızlığa uğrayarak çökmüştür.

ABD, Bush Doktrini ile ilk olarak işgale başladığı Afganistan’da hiçbir başarı elde edememiştir. Resmi olarak bu savaşta 2 bin 400 askerini kaybettiğini açıklayan ABD, kendisini yok etmek üzere Afganistan’a girdiği Taliban ile halen barış müzakereleri yürütüyor ve halkına izah edebileceği bir çekiliş yolu arıyor. Yine ABD, 2003 yılında CIA tarafından uydurulmuş gerekçelerle işgal ettiği Irak’ta 4.500 askerini kaybetmiş, 2011 yıl sonunda neredeyse kaçarak buradan çekilmiştir. ABD, İşgal ettiği Afganistan ve Irak’tan geriye yıkılmış şehirler, halktan milyonlarca ölü, yaralı ve büyük bir Amerikan nefreti bırakmış, üstelik bu ülkeleri kendisine büyük şeytan diyen İran’ın siyasi ve askeri nüfuzuna terk etmiştir. Bundan cesaret alan İran, Şii hilali oluşturma idealine Suriye ve Yemen’i de katmış, Ortadoğu’da ABD’nin geleneksel müttefiki olan Sünni Arap ülkelerini ABD Şii tehdidi altında bırakarak hayal kırıklığına uğratmıştır. Bu hayal kırıklığına, Suriye’de PKK terör örgütünü stratejik müttefik ilan ederek Türkiye’yi de dâhil etmiştir.

Başkan Trump’ın mesajlarında sıklıkla ifade ettiği; “Bugün Ortadoğu, oraya pek de akıllıca olmayan bir şekilde 17 yıl önce girdiğimizden daha kötü durumda”, “Ortadoğu’ya son 7 yıl içinde 7 trilyon dolar para harcadık, karşılığında hiçbir şey almadık”, “Başarısızlığa mahkûm “ulus inşası” projelerinden vazgeçme ve çok büyük tehditler olmadıkça yabancı ülkelere asker göndermeye son verme”, “IŞİD büyük oranda yenildi ve Türkiye gibi diğer ülkeler IŞİD’den geri kalan ne varsa onun çaresine bakmalı. Eve dönüyoruz!” açıklamaları tam da 17 yıllık Bush Doktrini’ni yerden yere vuran ifadelerdir. Pentagon’un mevcut politikaları savunacak hali de yoktur.

Dünyanın tek kutuplu bir yapılanmadan, bölgesel ittifaklara dayalı çok kutuplu yeni bir dünya düzenine doğru yapılanacağı, eski dünyanın hegemonları güçten düşerken, yeni büyük aktörlerin sahaya çıkacağı görülmektedir.

ABD’nin 2.Dünya Savaşı’ndan sonra siyasi, ekonomik ve askeri kurum ve kuruluşları ile inşa ettiği düzen artık kendisini besleyememektedir. Ekonomik olarak da açmaz içinde bulunan Trump dönemi ABD’si “Önce Amerika” sloganı ile kendi kıtasına çekilme ve güç toparlama derdine düşmüştür.

ABD çekilme kararı ile Türkiye’ye karşı bir oyun mu tezgahlıyor yaklaşımı haklı bir endişe ve temkini yansıtsa da, ABD başkanı Trump’un çekilme kararını tek başına almadığı, bu konuda kendisine sunulan bir CIA raporunun Trump’ı cesaretlendirdiğinden bahsedilmektedir. Söz konusu raporda; ABD’nin Ortadoğu’da, İslâm coğrafyasındaki devletleri zorla veya iktidarlarını koruma vaadiyle elinde tutsa bile, halkları tamamen kaybettiği, kaybedilen bu halkların terörist muamelesiyle itilip kakılmasının ABD düşmanlığını iyice körüklediği, her vatanını, milletini ve bilhassa dinini seven Müslümanın ABD ye karşı potansiyel birer savaşçı haline gelmekte olduğu, ABD’nin sahadan çekilme zamanının geldiği, aksi takdirde dünyanın her bir köşesinde bulunan Müslümanın ABD için potansiyel birer düşman olacağı tespiti yapılmış ve CIA, yönetimi çekilme yönünde uyarmıştır.

Söz konusu raporu okuyan Trump ve yönetim, Pentagon’daki generallerle Suriye ile ilgili bir toplantı yapmış, Trump’ Ortadoğu’da söz sahibi çok yıldızlı generallerine; “Türkiye Suriye’de Fırat’ın doğusuna girip PKK/PYD’yi temizleyeceğini, bitireceğini söylüyor. Erdoğan ve TSK bu konuda çok kararlı. Yönetim olarak bunun önüne de geçemedik. Şimdi bana söyleyin, Türkiye Suriye’ye girer de ABD askeriyle karşılaşırsa veya birkaç ABD askerini yanlışlıkla veya savaşın gereği olarak öldürürse, biz Türkiye ile savaşı göze alabilir miyiz? O coğrafyada ki tek NATO müttefikimizi kaybetmeyi, onunla savaşmayı göze alabilir miyiz” diye sormuş, ancak generaller bu soruya yeterli cevabı veremeyince, başkan Trump “Beyler artık Suriye’den çekiliyoruz” sözleriyle çekilme kararını açıklamıştır.

Suriye iç savaşından bağımsız olarak, ABD’nin Bush Doktrini’ni devam ettirme, dünyanın jandarması rolünü sürdürme, çıkarlarını tehdit ettiğini düşündüğü ülkeleri işgal etme ve halklar arasında yaygınlaşan Amerika nefretini düzeltme ihtimali olmadığını Trump yönetiminin idrak ettiği anlaşılmaktadır.

ABD, adı belki de “Trump Doktrini” olarak bilinecek yeni bir doktrin inşa etmektedir.

 

 

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir