Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Mart 29, 2024

Naaı̇me Bayraktar Hanım’ın Ardından (1908-2018)

Dün aramızdan ayrılan Naime Bayraktar Hanım, 1908 yılında İstanbul’da doğdu. İlkokulda okurken Sultan Vahideddin’i karşıladıklarını söylerdi. Rahmetle anılmasına vesile olsun diye, kendisiyle Mehmed Zâhid Kotku Rh.A. hakkında yapılan bir röportajı ilginize sunuyoruz.

Dün aramızdan ayrılan Naime Bayraktar Hanım, 1908 yılında İstanbul’da doğdu. İlkokulda okurken Sultan Vahideddin’i karşıladıklarını söylerdi. Evlenme çağı gelince Enver Bayraktar ile evlendi. Çocukları olmadı. Karı-koca yirmi yıl (1957-1977 arası) Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’ne hizmet ettiler. Eşi 1977’de vefat etmişti.

Kendisi de dün aramızdan aramızdan ayrıldı.

Allah’tan kendisine ve eşine rahmet diler, cennetiyle ve cemâliyle ikram etmesini niyaz eyleriz.

Rahmetle anılmasına vesile olsun diye, kendisiyle Mehmed Zâhid Kotku Rh.A. hakkında yapılan bir röportajı ilginize sunuyoruz. (Bu röportaj Akra’da yayınlanmıştır.)

SİZE YARDIM EDİLECEK!
Eniştemin vasıtasıyla Mehmed Zâhid Kotku Hoca Efendi’den ders aldım.

Dediler ki:

—Draman’da Hatm-i Hâcegân var!
Emine Hanım yaptırıyordu, çok uyanık bir hâtundu. Koşa koşa onun hizmetine giderdim. Kış kıyamet dinlemezdim, sevap çok diye devam ederdim. Hanım çok bilgili, çok uyanık bir hanımdı. Bana hep dua ederdi:
—Nâimeciğim, Allah senin içini, dışını nur etsin!” derdi.

Naime Bayraktar Hanım anlatıyor:

Bir gün bir rüya gördüm. Gördüğüm rüyada Ay koptu gökyüzünden, bana doğru geldi. Geldi, geldi… “Ay, aman!” dedim, korktum, uyandım. Ertesi gün de ders var. Koşa koşa derse gittim:
“—Hacı Anneciğim, ben böyle böyle bir rüya gördüm. Ay gökyüzünden koptu da, bana doğru geldi.” dedim.
“—Ay kızım, Ay kimdir, bilir misin?” dedi. “Ama sen cahilsin daha, bilemezsin!” dedi. “Sen bizi bırakacaksın da, tekkeye hizmete gireceksin!” dedi.
Sonra anladım, Ay’ın kim olduğunu…

O günlerde Hoca Efendi perşembe günleri hanımlara vaaz ederdi. İki gün sonra camiye vaaz dinlemeye gitmiştim. İçeriden Hoca Efendi bana haber gönderiyor ki:

“—Nâime’ye söyleyin, cüzleri dağıtsın!”

O zaman İskenderpaşa’da değil, Zeyrek’teki Çivici Camii’nde idik. “Hanımlara tembih et, konuşmasınlar! Kur’an bilenlere cüz ver; bilmeyenler, Kelime-i Tevhid çeksinler, İhlâs okusunlar… Sakın ses olmasın!” derdi. Hoca Efendi gelene kadar boş durulmazdı.

İlk defa o gün, cüzleri iade etmek için eve girmiş oldum. Ondan sonra evin temizliği, cemaatin yemek işleri, bulaşık yıkamak gibi çeşitli hizmetlere başlamış oldum.
Bir gün Pakistanlı tebliğciler İskenderpaşa’ya, Hoca Efendi’yi ziyarete geldiler. Vakit akşamdı. Kendilerine yemek vermek icab etti. Evin yemek ve diğer hizmetlerine ben bakıyordum. Hoca Efendi bana:

“—Nâime, Pakistanlı misafirler var, evde yiyecek olarak ne var?” diye sordu.
Ben de:
“—Efendim, evde yalnız bir pide var…” dedim. “—Sen onu bir tirit yap bakalım!” dedi. “—Pekiyi Efendim.” dedim.

Ben hemen yağını, soğanını yaptım. Pideyi doğradım, üzerine döküp ıslattım. Biraz da yoğurt attım üzerine… Sofrayı hazırladım, ortaya koydum.

Kocam geldi, dedi ki:
“—Bak yirmi beş kişi geliyor, ona göre yemek hazırlayın!” dedi. Ben kalbimden, “Bu kadar insan bu pide ile nasıl doyacak?” diyordum. Enver de bana:
“—Sen çekil artık!” dedi.

Camiden çıktılar, birer birer içeri girdiler. Hoca Efendi onları sofraya buyur etti. Ben de kapıyı şöyle araladım, bakıyorum. Efendi Hazretleri, Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r- rahîm dedi, başladı. O yirmi beş kişi yedi, doydu da, geride bize de kaldı. Biz de yedik.

Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri (1897-1980)

Bir gün Hoca Efendi’ye ihtiyar bir hanımla birlikte 13-14 yaşlarında bir kız çocuğu geldi. Hanım Hoca Efendi’ye şöyle dedi:

“—Benim bu kızım akşam tesbih çekerken ertesi gün olacak hadiseleri görüp bana söylüyor.”

Ben de merak edip:

“—Kim bunları sana söylüyor?” dediğimde:
“—Karşıma yeşil sarıklı, yeşil cübbeli, beyaz sakallı bir dede geliyor, o bana bunları söylüyor.” diyor.

Hanım bunları anlattıktan sonra Hoca Efendi kıza şöyle dedi:

“—Kızım, o dede bir daha karşına gelince, gözünü aç ve yerini değiştir.” Sonradan öğrendiğime göre, o kız çocuğunun üzerinden o hal böylece gitmiş.

Mânevî bakımdan yüksek derecede olduğunu zannettiğimiz Aşık Hesnâ diye bir hanım vardı. O sırada Valide Hanım Bursa’da olduğundan Hoca Efendi’nin yanında kalıyorduk.
Hesnâ Hanım ile biz arka odada yattık. Üç Aylardı. Hoca Efendi’ye sahur hazırlamak için kalkmıştık. O da benimle kalkmıştı. Efendi Hazretleri sahurdan sonra abdestini aldı, büyük odada köşesine çekildi. Ben de kendisine:
“—Hesnâ ile biz de şu kenarda oturabilir miyiz?” dedim. O da:
“—Olur.” dedi.

Hoca Efendi kendi alemine daldı. Biz de Hesnâ ile sabah ezanını beklerken, tesbih ile meşgul olmaktaydık. O sırada caminin kıble tarafındaki bahçenin demir kapısı büyük bir gürültü ile açıldı. Büyük bir kalabalığın, tekbir ve zikirlerle caminin kıblesindeki pencerelerden içeri girdiklerini hissettim. Heyecanlandım, fakat hiç sesimi çıkartmadım. Hesnâ da yanımda idi.

Hoca Efendi sabah namazından döndükten sonra kendisine:
“—Efendim bu sabah camiyi namaz vakti galiba cinler, periler bastı.” dedim. O gülerek:
“—Onlar cinler, periler değil, kırklardır.” dedi.

Gene Hesnâ Hanım bir gün eve, bana geldi. Ve o gece bizde kaldı. Sabah namazından sonra, saat sekiz sıralarında evden çıktık. Ben Hoca Efendi’ye hizmete gidecektim.

Bana:
“—Gel şurada Hacı Feyzullah Efendi diye bir zât var, Luna Park’ın yanında; ona okuyarak Hoca Efendi’ye öyle gidelim, zaten uzak da değil.” dedi.

Ben de ona uydum. Beraber ziyaretten sonra Hoca Efendi’ye geldik. Odaya girdim. Hoca Efendi bana gülerek, sitemkâr bir şekilde:
“—Ziyaretiniz mübarek olsun! Kendi Hocanızın kıymetini bilmiyorsunuz da, başkalarından himmet mi bekliyorsunuz?” dedi.

Ben de kendimi müdafaa sadedinde:
“—Efendim benim suçum yok, Hesnâ beni oraya sürükledi.” dedim.
Bu hadise, mürşidlerin kendi terbiyelerindeki talebeleri için çok titiz olduklarını gösteriyor.

Bir vakit Hoca Efendi şöyle buyurmuştu:
“—Bazıları şöyle der: ‘O mürşid iyi, bu mürşid iyiymiş hadi ona gidelim, buna gidelim…’
Sen bir gemiye binmişsin, bir ayağın bir gemide, diğer ayağın diğer gemide… Ne olursun? Denize düşersin. Bir insanın bir babası olur, iki babası olmaz.”

Görüldüğü gibi bir mürşide inanıp bağlanan bir talebenin, feyz aldığı kapıyı bilip, başka kapılarda dolaşmaması tavsiye edilmektedir. Yoksa yolundan kalıp, denizde boğulma tehlikesine düşebilir.

Hoca Efendi’nin talebelerinden Sabriye Hanım diye bir hanım vardı. Beyi lokantacıymış, lokantada müşterilere içki de veriyormuş. Namazı filan da yokmuş.

Sabriye Hanım her gelişinde ağlar, sızlar ve Hoca Efendi Hazretleri’nden beyinin ıslahı için dua beklerdi. Derken Mekke’deki bir akrabası, beyinin rüyasında kendisini hacca davet ediyor.

Beyi de kendisine:
“—Hanım hacca davet edildik, gideceğiz!” diyor.
Hanım şaşırıyor ve Hoca Efendi’ye gelip durumu haber veriyor. Hacca gidip geliyorlar. Hacda, hac sırasında paralarını kaybediyorlar. H. Fahri Bey kendilerine para veriyor. Hac dönüşü içkili lokanta satılıyor. Hacı Efendi’de namaz, oruç mükemmel… Hoca Efendi’den ayrılmıyor.

Derken Hacı Efendi 2-3 sene sonra bir trafik kazasında vefat ediyor. Hanım dul kalıyor. Tekrar hacca gitmek istiyor. Fakat Hoca Efendi yalnız gitmesine izin vermiyor. Ama Sabriye Hanım dinlemeyip otobüsle hacca gitmek istiyor. Ama otobüse binerken düşüyor ve ayağı kırılıyor ve tabii hacca da gidemiyor.

İşte Hocamız’ın iki türlü tasarrufu bu hadisede de gerçekleşmiş oluyor.
Erbaîn’e erkekler girerdi. Şeyhler gelirdi, her sene dört-beş kişi gelirdi. İcâzet alsınlar da yükselsinler isterdi. Tabii kocam da Efendi’nin dizinin dibinde olduğu için, biliyor notları. “Alamadı, alamadı, gittiler…” derdi.

Ben de demek ki, Efendi’nin hizmetine, onun şefkatine yakın olduğum için, bir gün Hoca Efendi’ye:
“—Efendim, ne olur, beni de Erbaîn’e koysanız?” dedim. Halbuki kadın Erbaîn’e girmez. O da bana gülümseyerek baktı: “—Hakîkaten istiyor musun?” dedi.
“—Evet.” dedim.
“—Öyleyse evine git, bir gusül abdesti al! Odanın pencerelerini kapat, oda karanlık olsun, perdeleri açma! Enver de senin odana girmeyecek.” dedi. O zaman keten perdeler yoktu, lâcivert muşamba perdeler vardı.

Sonra ilâve etti:

“Yatak yok… Seccadeni yanına al! Yorganın yarısı altında, yarısı üstünde yatacaksın. Akşamları sade suya pişmiş yeşil mercimek yemeği yiyeceksin. 21 tane üzümle sahur yap, sade mercimekle de orucunu boz! Üç dilim de ekmek yiyeceksin!” dedi.

Ders olarak da:
“—Yatsı namazını kıl, yat! Geceleyin kalk, teheccüd kıl! Sana günde yetmiş bin ism-i celâl (Allah)… Yoruldun mu, kalk kaza namazı kıl! Namazdan yorulunca, otur Kur’an oku! İşrak’a kadar uyku yok. İşrak’tan sonra biraz yatarsın.” diyerek, nasıl erbaîn yapılacağını bana bir güzel tarif etti.

Eve geldim, odayı hazırladım, vazifeye başladım. O gece dersimi yaptıktan sonra, vücudumun kendimde olmadığını zannettim. Yetmiş bin zikir esnasında parmaklarım sür’atten sanki görülmüyordu. Eller tıkır tıkır gidiyor. Bu böyle üç gün devam etti. Bir gece Kur’an okurken, bir ayeti yanlış okumuşum. Bu sırada önüme çanta kadar siyah bir tahta kondu:
“—Nâime, şu ayeti yanlış okudun, onu düzelt!” diye yazıyordu.

Ta evinden, benim odamda yanlış okuduğum Kur’an’ı tashih ediyor. Ben de tashih ettim, düzelttim.

Dördüncü gün akşamı mercimek çorbası ile orucu bozduktan sonra, içimden, “Aman şu oruç bozulunca, bir tavuk yiyeyim!” dedim. Güyâ terbiyeye girdik. Kalbimden saniye gibi, geçti gitti.
Yatsı namazını kılmıştı bizim efendi. Efendi Hazretleri eliyle işaret etmiş, “Sen kal!” diye. Cemaat çıktıktan sonra Efendi’nin önüne geçiyor:
“—Buyurun Efendim!” diyor.
“—Eve giderken Nâime’ye bir tavuk götür ve kendisine söyle, vazifesi bitti.” diyor.
Enver eve geldi, yanıma gelip:
“—Kadıncağız, sen bu dört duvar arasında ne yaptın?” diye sordu.
Önce hatırıma bir şey gelmedi, kendisine bir cevap veremedim. Sonra içimden geçen, tavuk hikâyesini anlattım.
“—Oruç biterse, bir tavuk yiyeyim dedim.”
Onun üzerine:
“—Al şimdi ye tavuğu, görevin de bitmiştir.” dedi.
Maamâfih, ben dersime altı gün daha aynen devam ettim, böylece ona tamamladım. Lâkin bu esnada parmaklarım durdu, vücudda derman kalmadı. Beş bini bile zor tamamlar hale geldim. Eski halim kalmadı. On güne tamamlayınca çıktım.

Hoca Efendi Hazretleri’nin huzuruna gittim. Beni görünce, gülerek:
“—Nâime, bu kadarı da sana yeter!” dedi.
Bir hanım geldi, çeşitli meyva getirdi. Ben de meyvayı Efendi görürse dua eder diye, odasının kapısının dibine koydum. Vâlide Hanım’la beraber biz oturuyoruz.

Efendi baktı şöyle meyvalara, başını iki tarafa salladı: “—Evlâdım, at bunu dışarı!” dedi.
Vâlide de merak etti:
“—Ne var?” dedi.
“—Akrep, çıyan üstü dolu… Bunu hemen buradan çıkart!” dedi.

Halbuki elma armut var, meyva var… Neden yılan çıyan diyor? Haram paradan alındığı için, onu görüyor mânevî olarak. Mübarek de onu dışarı attırdı.

Bizim kardeşlerden birinin oğlu vefat etti. Ankara’dan sür’atle gelirken vefat etti. Evde dolaşıyor, dolaşıyor, uyku yok. Geliyor Hoca Efendi’ye:
“—Efendim, yüreğim yanıyor, uyku yok!” diyor.
Hoca Efendi de:
“—Haydi kızım sen eve git de, ben size misafir geleyim!” diyor.

Eve gidiyor, “Evi bana dolaştırıverin!” diyor. Bütün odalara giriyor, çıkıyor. Onun evi ziyaretinden sonra, o acı kalmıyor.

Meselâ, eve bir misafir geldi, bir şeyler anlatıyor. Öyle bir mübarekti ki, onun anlattığı meseleyi çok iyi bildiği halde, onu kırmamak için bildiğini hissettirmezdi. Onu üzmemek, kırmamak için, sanki yeni duymuş gibi onu dinlerdi. Çok bambaşka bir halleri vardı.
Meczuplardan bir Mustafa vardı.

“—Bak Nâime, ne çok yüz ver, ne de kır onu… Eğer kırarsan, bedduası tutar.” derdi.
Bir gün geldi, kapı açıkmış, paldır küldür içeri girdi. “Benim karnım aç!” dedi. Efendi bana, “Hemen bir şey ver, yedir!” dedi. Verdim, doyuruyorum onu;
“—Benim gömleğim yok!” dedi.
Efendi’nin üç tane gömleği vardı. İkisini yıkadım, ütülediydim. Hoca Efendi: “—O iki taneyi ver!” dedi.
Ütülüydü, temiz temiz getirdim. Aldı meczub, buruşturdu, dizinin altına soktu gömlekleri.
“—Sakın ne yüz ver içeri almak için, ne de kır… Bedduası çok tutar!” derdi.

Bir gün bir hanım geldi bana. Yalvarıyor:
“—Bu kadıncağız çok kitap okuyor, Allah rızası için bunu Efendiye götür, izin alsın!” diyor bana.

Ben gelen hanımı tanımıyorum, fakat getiren hanımı çok iyi tanıyorum. Yalvardı, Allah rızası için diye. O hanımı götürdüm ben. Hanım da çok kitap okumuş. “Eğer mürşid-i kâmil bulursanız izin alın!” diye kitaplarda öyle okumuş. Aldım hanımı götürdüm. Efendi ileride oturuyor. Biz bir kenara oturduk.

“—Ne istiyorsun kızım?” diye sordu.
“—Efendim, ben mürşid-i kâmil arıyorum!” dedi.
Derken ben orada, vücudumdan yukarıdan aşağıya soğuk sular aktı.

“—Kızım, ben o mürşidi bulsam, şu sakalımı onun ayaklarına sürerim!” dedi. Ama benim elim ayağım titremeye başladı.
“—Sen azıcık da istiğfara devam et de, ondan sonra ders vereyim!” dedi, onu gönderdi.

Günlerden pazartesi. Unkapanı’nın da pazarı vardı o gün. Camiden çıktıktan sonra hanım alışverişe gidiyor. Domates almağa gidiyor, Efendi yanında bitiyor… Patlıcan alıyor, Efendi yanında bitiyor… Sebze alıyor, Efendiyi yanında görüyor… Hangi yere uğrasa, onu yanında görüyor.

Ertesi sabah, hanım koşa koşa bana geldi. Diyor ki:

“—Nâime Hanım senin şeyhin niye benim peşimden geldi?..” Bilgisizliğe bakın!
“—E sen mürşid-i kâmil aramadın mıydı şekerim? Sana der mi ki, ben mürşid-i kâmilim diye. Tevâzûya bak, bulsam ayağına sakalımı sürerim diyor.” dedim. “Haydi kalk, Allah sana selâmet versin, sen başka kapıya git!” dedim.

Sene 1970’li yıllar idi. Bir perşembe günü, Hoca Efendi’nin kadınlara verdiği vaaz için camiye iki hanım geldi ve müezzin mahfeline oturdular. Birisi diğerine göre daha asrice bir kıyafette idi. Benden iki cüz istediler. Hoca Efendi’nin gelmesine, takriben 20 dakika vardı.
Daha sonra Hoca Efendi geldi, vaazını verdi. Camiden çıkıp evine giderken, o iki hanım da Hoca Efendi’nin arkasından kendisini takip ettiler. Belli ki Hoca Efendi ile görüşmek istiyorlardı. Ben Hoca Efendi’ye durumu anlatınca:
“—Buyursunlar!” dedi.
İçeri girildi. Hanımlar Hoca Efendi’nin karşısına oturdular. Asrice kıyafetli olanı Hoca Efendi’ye hitaben, “Efendim beni Çengelköy’den Münire Hanım gönderdi. Çok selâm ve hürmetleri var, benim sıkıntılı bir durumum var, bunu ancak sizin halledebileceğinizi söyledi. Ben de onun üzerine size geldim” dedi.

Hoca Efendi o zaman “Mesele nedir?” diye sordu. Hanım da yavaş sesle derdini anlattı. Onun üzerine Hoca Efendi cevaben:
“—Sen onlara içinden buğzet, fakat yüzleme!” dedi. Hanımlar Hoca Efendi’ye teşekkür edip, memnun ayrıldılar.

Giderken onlara;
“—Bu üzüntünüz neydi” diye sordum.
O da şöyle dedi:
“—Evde beyim içki içiyor ben de hizmet mecburiyetinde kalıyorum, sıkıntım buydu.” dedi.

Ondan sonra, hanım her perşembe Suadiye’den derse gelmeye başladı. Kıyafeti de düzeldi. Bir ay kadar sonra ders almak istedi. Hoca Efendi kendisine istiğfar verdi. Daha sonra hanım ders almakta ısrar etti ve bir ara:
“—Benim de akrabamdan mübarek bir Aziz ağabeyim vardı. Ondan nasibim yokmuş, siz bana lütfen himmet edin!” dedi.

Hoca Efendi, Aziz Efendi’nin ismini de duyunca kendisini önüne oturttu ve teberrük dersi verdi. Meğer hanım, Abdülaziz Efendi Hz.’nin amcalarından birinin kızı imiş.

Bu vesile ile Hoca Efendi Hz.’nin şu sözünü de burada nakledelim. Bir sohbette Hoca Efendi şöyle demişti:
“—Evvelce talebe kısmına günde 70 bin zikir verilirmiş. Ağır geldiğinden 5 bine indirilmiş. Şimdi ise ancak teberrük dersi veriyoruz.” demişti.

Nâime Hanım, Hoca Efendi Hz.’nden dinlediği şu hadiseyi de nakletti:
Gümüşhaneli Ahmet Ziyaüddin Hz. rahatsızlanmış, boynuz çekelim (hacamat yapalım) demişler. Çekiyorlar, bir türlü kan çıkmıyor.

Doktorlar telâşlanıyor:
“—Efendim kan çıkmıyor” diyorlar.
O da:
“—Merak etmeyin, Hasan Hilmi’nin arkasına bakın!” diyor.
Hasan Hilmi Hz.’nin arkasına bakıyorlar ki, kan fışkırıyor.
İşte fenâ fi’ş-şeyh olmuş hakiki talebe ile mürşidin haline bir misal.

Bilindiği gibi Hasan Hilmi Hazretleri, Gümüşhaneli Hz.’nin 115 halifesinden birincisi olup, kendinden sonra postnişini olmuştur. Naime Hanım’ın babası da Hasan Hilmi Hazretlerinden dersli imiş.

Mahmud Es’ad Coşan, gençliğinde.

Mübarek bizim Es’ad Hocamız talebeydi. Evi Bostancı’daydı. Biz de Muhterem’i nişanlamıştık. Bizi davet ettiler. Aldı bizi Hoca Efendi, oraya götürdü. Çıktık salona, nişanlısı geliyor. Allah’tan şöyle bir kafanı kaldır da, bak bize… Kafasını kaldırıp da bakmadı bile bize! Biz odaya girdik.
O kadar edepliydi.
Daha küçüktü, babasını çağırmaya gelirdi camiye… Demek ortaokulda, lisede okuyordu.
“—Peder beyi rica ediyorum!” derdi.
Çok bambaşka bir insan bizim Es’ad Hocamız, çok tatlı bir insan…
Es’ad Hoca Efendimiz’in çocuğu olacaktı, haber bekliyorduk. Efendi’nin iki tane kızı olduğu için, doğrusu ben de oğlan bekliyordum. Postacı geldi, bana işaret etti.
“—Efendim, telgraf geldi Ankara’dan!” dedim.
“—Nâime, senin ağzında bir şey var, geveliyorsun. Söyle bakayım!” dedi.
“—Efendim, oğlumuz var!” dedim.

Mübarek çıkardı minderin altından, bana bahşiş verdi. Doğan çocuğun adını Nureddin koydular.

Hepsini ben omuzlarımda taşıdım. Küçük kızı vardı Es’ad Hocamız’ın, onu çok severdim. O çocuklar, hepsi elimde büyüdüler.

Prof. Dr.. Mahmud Es’ad Coşan (1938-2001)

Bir gün böyle otururken, onlar içerideydiler, ben dışarıdaydım. Mübârek oradaydı, kızı ve Es’ad Hocamız da oradaydı. Es’ad Hocamız:
“–Baba, kütüphaneyi düzenleyeyim, sileyim!” dediği zaman, Hoca Efendi dedi ki:
“—Evlâdım, zaten bu kütüphane sana kalacak, bırak şimdi düzenlemeyi… Benden sonra vazifeyi sen yapacaksın!” dedi.
Kızı da:
“—Aman babacığım! Bu ağır vazifeyi, ağır yükü biz nasıl kaldıracağız?” dedi.
“—Size yardım edilecek, hiç merak etmeyin!” dedi.

Allah yardım etmedi mi mübareğe? Bak, bir avuçtuk, dünyayı sardık. Allah Es’ad Hocamız’ın vücuduna afiyet versin…

Tabii Rahmetullàhi Aleyh’in de himmeti var. Onun himmeti olmasa, biz bu kadar genişleyemezdik.

Kaynak: www.irfanhaber.com

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir