Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Nisan 19, 2024

Heidegger Bizim Neyimiz Olur?

“Bir filozofun kişiliğinde yalnızca tek bir ilgi vardır: O bir zaman doğar, çalışır ve ölür.”
Ünlü Alman filozofu ders anlatmaya hep bu sözle başlardı. Yıllar içinde özgeçmişe duyduğu ilgi arttı. Özellikle kendi biyografisine. Temmuz 1937’de Heidegger, Japonya’da sürgünde olan öğrencisi Karl Löwith‘e yazdığı -ironi içermeyen- bir mektupta şunları yazar: “Kitaplarınızı henüz okuyamadım, çünkü son aylarda yalnızca kendi yazdıklarıma odaklandım.” Bu ifadenin doğru olduğunu 2015 yılında yayınlanmaya başlayan ”Kara Defterler” isimli güncelerde okuyoruz. Heidegger, tuttuğu tüm günlüklere kendisi koymuş bu ismi. 1970 yılında hepsini tekrar gözden geçirmiş. Hatta her birine isim koymuş… ‘Düşünceler’, ‘Kayıtlar’, ‘Dört Defter’…
1948-1951 yıllarını kapsayan “V-IX” nolu ciltlerden öğreniyoruz ki Heidegger sadece Heidegger‘i, yani kendini, ara sırada başka yazarları okurmuş! Bu günlükler elbette felsefi eser sayılmaz ancak on binlerce kayıt tutmak için mutlaka bir neden olmalı değil mi? “Angarya konuşmak ve yazmak için yerine bir geçit olarak zorda olsa düşüncenin kendisine gitmek gerekir… Yine de bu efsane duyulur – eğer onun gidişi bir söyleyiş ise…” Bir bakıma, Heidegger’i itekleyen şey budur. Büyük olasılıkla yazması gerektiğine Onu inandıran şey, yalnızca kendini beğenmişlik değildi.

Bu notlar varlık (Sein) ile varolan (das Seiende) arasındaki eski ‘ontolojik farkı’ hatırlatır, daha doğrusu ‘fark olayı’na (Ereignis des Unter-schiedes)kaydırılır pek çok olay ya da ilişki. Örneğin; 1950 yılında Heidegger, eski sevgilisi Hannah Arendt ile yeniden karşılaşınca Herakleitos‘un ‘logos‘u aklının ucundan geçmez, sadece bir imadan ibaret kalır olay. Kısaca; günlüklerin bu boyutuyla egzotik ve ezoterik özellikler taşıdığını düşünmek zorundayız.
Bununla birlikte, “Batı’nın kaderi”, Heidegger‘e göre Alman “halkına” bağlıydı. Yeni bir varlığın başlangıcı olarak farklı bir “tarih”e ihtiyaç duydu. Nasyonal Sosyalizm, işte bu yeni olanı ortaya çıkarmak için çok uygundur Heidegger‘e. Şunu söyler çünkü: “Her şey, toptan bir yıkımdan geçmelidir.”
Bu mantık çarpık bir diyalektik olarak eleştirildi yıllar boyu. Heidegger hiçbir zaman tartışma dışında kalmadı. Bu günlükleri tutarken amacı da buydu zaten: Unutulmamak ve modern çağın Peygamberi olarak hatırlanmak. Ancak son üç yıl içerisinde yazdıkları kültürel bir mücadele konusu haline geldi. Özellikle aşırı sağcılar kendilerine sığınacakları bir liman buldular orada. Heidegger hayranlarını şüphelendirecek bir durumdur aslında bu. Heidegger‘in tüm bunları, bilerek ve isteyerek hazırladığını ve 1970 yılında günlükleri etraflıca gözden geçirdiğini söylemek için elimizde bir neden var. Eserlerin mirasçısı, oğlu Hermann, yine de, eleştiriye uğramayacak bir baskı için elinden gelen çabayı göstermiş! Yazılan ve basılan metinler arasındaki ciddi farklar ekseriyetle belirtilmemiş. Bir örtbas şüphesi açık, ama tam olarak neler gizli tutulmuş, henüz kimse bilmiyor.


Heidegger‘in faşizme sempati duyduğu artık tartışılmaz bir gerçek. Ancak bu taraftarlık ‘kollektif’değil, ‘ferdi’. Sonraki muhalefeti gibi bireysel. Şimdi sizlerden şu soruyu duyar gibi oluyorum: ‘Ne yani, Heidegger’ı okumayalım mı artık?’ Haklısınız. Heidegger‘in ‘Dasein’ yorumları doktor ve hasta ilişkilerinin incelenmesi açısından ne kadar yararlı olabileceğini düşünmek çok kolay. Ancak Heidegger’in amacı, modern tıbbın dikkate almadığı ‘Dasein-Tasarımı’ ışığında hasta olan kişinin yanı sıra sağlıklı olanı da anlamaktır. Fakat burada varoluş fikri, Heidegger‘in şahsi önyargıları altında şekillenen “varlık tarihi”ni varsaymaktadır. Yani, Heidegger‘in İnsan ve Tanrı olgusuna bakışı özürlüdür.
Eğer Fransız düşünür Derrida‘nın iddia ettiği gibi ‘Varlık'(Sein) Tanrı yerine kullanılmış ise; Gazali ve Pascal‘ın ortak uyarısını dikkate almamız gerekecektir: ”Filozofların ve Peygamberlerin Tanrı’sı aynı değildir!” Yeterli bulur ya da bulmazsınız, kişisel kanaatim, Heidegger için inandığımız Tanrı muhtemelen insanlığın inanacağı son ‘Tanrı’ olacaktır. Hümanizm (1946) risalesini yazdıktan sonra kendisine ‘Ahlak’ üzerine yazması için çok ısrar edildi. ”İstersem, gelmiş geçmiş en iyi ‘teoloji’ kitabını yazabilirim.” demesine rağmen ömrünün sonuna kadar bu konu hakkında hiç kalem oynatmadı. Dine dayalı bir ahlak anlayışının modern çağda yetersiz kalacağını düşünüyordu çünkü.
Heidegger‘de olduğu gibi, rasyonal anlayış kaybolur ve onun yerini şiirsel bakış alırsa, bir düşünüre mesafeli durmak kaçınılmaz olur. Heidegger‘deki aşırılık, aklın kendi sınırlarına nasıl sürüklendiğini gösteriyor bize. Eleştiri yaparken düşünce nasıl vahşileşiyor; doğallık ve yalınlık kasıtlı biçimde nasıl engelleniyor? Onu Heidegger‘in kendisinden öğreniyoruz. Ki görüşlerine özgünlük katmak için binlerce yıllık ‘hakikat’ anlayışını terk ederken sakınca görmüyor: ”Gerçek, özünde gerçek değildir.”(Wahrheit ist in ihrem Wesen die Unwahrheit) teziyle çıkıyor karşımıza. Burada, demokrasi ve kurumlarını –zira akıla dayanırlar– bir yanılgı sayanların önü açılmak istenmektedir. Akl-ı selim düşünen insanlar elbette bu tehlikeyi görmektedir. Tamam, yanılmak da düşünce özgürlüğü sınırları içerisinde kalır. Ama Hz. Muhammed ile Heidegger‘in insana, doğaya, topluma bakışı aynı değildir. Dolayısıyla İslam’ın tebliğ ettiği hakikat, özünde de hakikat olarak kalır ve kalacaktır.
Öğrencisi Gadamer‘in zaaflarını ve önyargılarını ima ederek söylediği ‘‘Heidegger, dünyanın belki en ahlaksız ama aynı zamanda en zeki insanıdır.” lafını bir kenara yazalım, derim.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir