Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cumartesi, Nisan 20, 2024

“Trump’ın Otoriter Yönetimlere Sempatisi Var…”

SİYASİ İSLAM ANALİZİ PROGRAMI’NIN DİREKTÖRÜ EMİLE NAKHLEH:

Hasan Mesut Önder (HMÖ) Ocak Medya adına ilginç isimlerle söyleşiler yapıyor. O isimlerden biri de CIA’de uzun yıllar kıdemli istihbaratçı ve Siyasi İslam Analizi Programı’nın direktörü Emile Nakhleh. Nakhleh 1993’te katıldığı CIA’de Ortadoğu ve Güneydoğu Asya bölgeleriyle ilgili tahliller yapan bir uzman olarak çalıştı.

CIA’ye katılmadan önce Mount St. Mary Üniversitesi’nde profesördü. Kudüs’teki Bir Zeit Üniversitesi’nde konuk öğretim üyeliği yapmış, Bahreyn’de de bulunmuştu.

Kendisinin ABD’nin dış politikası ile İslam Dünyası’na yönelik çok sayıda kitabı da bulunuyor. İşte mezkur söyleşinin tamamı:

ABD nasıl bir ülke

Hasan Mesut Önder (HMÖ) – Bir konferansınızda “Biz kimiz?” sorusunu soruyorsunuz. Bu bağlamda sormak istiyorum: Amerika, küresel hegemonyasını sürdürmek isteyen bir imparatorluk mu, demokratik değerler üzerinden yeni dünyada düzen oluşturmaya çalışan bir güç merkezi mi, yoksa belli lobilerin, ekonomik tekellerin, dini ve ideolojik örgütlerin kontrolünde olan bir devlet mi? Amerikan devlet aygıtını ve hükümetlerini nasıl görüyorsunuz?

Emile Nakhleh (EN) – Süper bir güç olarak Amerika, küresel varlığı, etkisi ve çıkarları ile her zaman dengeyi sürdürmeye ve iyi yönetim değerleri ile politik realizme dayanan özel diplomatik, askeri ve ekonomik çıkarları arasındaki uyumu sağlamaya çalışmıştır. Bu denge, bazen bozulmuştur. Ancak, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD’nin birbirini takip eden başarılı yönetimleri, devletler ve devlet dışı aktörler ile özel ilişkiler yürüttüğünden dolayı, değerler ve çıkarlar arasındaki sağlıklı rekabeti korumuştur. Özel çıkar grupları ve lobiciler, her zaman ABD dış ilişkilerini belirli ekonomik ve ideolojik nedenlerle yöneltmeye çalışmış olsalar da, hükümet kurumları büyük ölçüde hüküm sürmüşlerdir.

HMÖ – Amerika’nın değerleri ile ulusal çıkarı arasında bir karşıtlığın olmadığını söylüyorsunuz. Bu değerlerin, diğer devletler ve toplumlar tarafından benimsenmesi için hangi araçlar kullanılmalı ki, rızaya dayalı bir işbirliği alanı oluşabilsin? Yani sert güç kullanmadan ABD, Ortadoğu’da nasıl etkin bir güç olabilir, değerlendirmenizi almak isterim.

EN – Amerikan dış politikası üretilirken, her zaman çıkarlar ve değerler arasında gerilim olmuştur. Ama çoğu zaman bu tür gerilimler, spesifik dış politika uygulamalarını engellemekten ziyade, kolaylaştırdı. ABD hükümeti içindeki dış politika kurumları –örneğin, Dışişleri Bakanlığı, Ulusal Güvenlik Konseyi- her zaman baskı gruplarından daha dirençli olmuştur.  Sık sık yaşanan bu etki yarışı sinir bozucu olsa da, süreç oldukça verimli çalışmaktadır. Diplomasi, tehdit ya da güç kullanımı, ABD’nin küresel çıkarlarını korumak için her zaman birlikte kullanılmıştır.

Yeni Dünya Düzeni, İslam ve ABD

HMÖ – Soğuk Savaş bittikten sonra ABD’de yeni dünya düzeninin nasıl olması gerektiği ile ilgili entelektüel tartışmalar yaşandı. Bu tartışmalar;

  1. Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu makalesinde ileri sürdüğü ABD’nin liberal değerleri yayarak küresel düzeni sağlayabileceği görüşü…
  2. Samuel Hungtington’un Medeniyetler Çatışması tezine göre yeni dünyanın, İslam ve Batı medeniyetinin çatışmasına sahne olacağı görüşü.. 
  3. Henry Kissinger’ın, geleceğin Batı Medeniyeti ve İslam arasında yaşanacak bir savaşa değil, İslam’ın kendi içinde bir savaşa gebe olduğu görüşü…

 Bu üç görüşün, ABD’nin Ortadoğu politikalarına yansımaları hakkında neler söylersiniz?

EN – Tarih, ideoloji ve reel politik ile ilgili tartışmalar, öncelikle akademiktir. Gerçekte, bağlantısız hale daha bağlılar. 1980’lerin sonu-1990’ların başlarında Sovyetlerin yıkılması  ile komünist bloğun dağılmasına rağmen, Rusya ve Çin ciddi düşmanlar ve rakipler olarak kalmaya devam ediyor. “Düşman” Soğuk Savaş döneminde olduğu kadar açık ya da tekdüze olmasa da, terörizm, otokrasi, aşiretçilik ve yabancı düşmanlığı gibi diğer ideolojiler, daha çeşitli bir “düşman” grubunu temsil etmeye başladılar. Yeni gerçekleri ele alırken, Amerikan politika yapıcıları her zaman başarılı olmasalar da ilgi çekici küresel topluluklara odaklanmış durumdalar. Bunu da eklemeliyim.

HMÖ – Makalenizde, ABD’nin İslamcı aktörlere yönelik angajman politikası geliştirmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Bu politikayı biraz açabilir misiniz? Angajman politikaları ile İslamcı aktörlerin, ekonomik, siyasi ve ideolojik olarak kontrol altında tutulup çizilen sınırlar içeresinde ABD’nin ulusal çıkarına zarar vermeden  hareket etmesi mi, yoksa  demokratik seçimlerle iktidara gelen aktörlere saygı duyarak, farklılıklar konusunda çatışmadan, ortak çıkarlar üzerinden ilişkiyi sürdürmek mi, neler söylersiniz?

EN – Dünya çapında 1,7 milyar Müslüman’ın çok küçük bir azınlığı radikalizm, şiddet ve terörizmle meşgul olduğundan, Müslümanların çoğunlukta ve azınlıkta olduğu ülkelerdeki Müslümanların ezici çoğunluğu demokratik siyasete dâhil olmuyor. Ailelerini  geçindirmek, ev sahibi olmak için kredi ödemek, çocuklarını eğitmek, sağlık faturalarını ödemek ve genel olarak yaşamak için mücadele etmek zorundadırlar. Çoğu Müslüman topluluklar, yerel örgütler ve topluluklar yaşamlarını iyileştirmek ve mahallelerini, köylerini, kasabalarını yaşamak için daha iyi bir yer haline getirmekle ilgilenirler. Bu toplulukları, yaşamlarını iyileştirmeye yardımcı olabilecek iş yaratma projeleriyle meşgul etmek onlar için iyidir. Aynı zamanda bu durum, Amerika Birleşik Devletleri’nin uzun vadeli çıkarlarına hizmet eder. Özellikle, gençler arasında eğitimli, daha sağlıklı ve istihdam edilen bir nüfus, şiddete eğilimli olmayacaktır.

Filistin sorunu ve Trump ABD’si

HMÖ – Bu soruya ek olarak ABD’nin Ortadoğu’da ulusal çıkarları ve güvenlik tehdit algılamaları mevcut hükümete göre nelerdir, size göre neler olmalıdır? Ayrıca ulusal çıkar ve tehdit algılamaları belirlenirken, baskı grupları ve lobilerin etkisi ne düzeydedir?

EN – Başkan Trump’ın Ortadoğu’ya yönelik şaibeli tavrına, İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun Filistinlilere yönelik baskıcı politikalarına desteğine ve İran’a karşı Suudilere ve diğer Sünni Körfez liderlere sınırsız askeri ve siyasi desteğine rağmen, Ortadoğu’daki geleneksel Amerikan çıkarları, İsrail-Filistin ihtilafının “nehir ile deniz arasında” iki devletli çözüme, istikrarlı bir Basra Körfezi’ne ve bölgesel çatışmaların sona ermesine dayanmaktadır. Buna ek olarak, Birleşik Devletler tiranlığın ve baskının sona ermesi ve insan haklarına saygı duyulması için sessiz ve zımni çağrıda bulundu. Ne yazık ki, ateşli, acımasız diktatörler, son yıllarda insan haklarının, demokrasinin ve kadın haklarının geleneksel değerlerini çiğnediler.

HMÖ – ABD, Irak savaşından bu yana İran’a alan açarak, Suudi Arabistan öncülüğündeki Sünni Arap devletlerinin İran korkusunu körükleyerek, İsrail ile işbirliğine yönlendiriyor. Bu politika ile Arap-İsrail karşıtlığı üzerine oluşan denge – İran ve Suudi Arabistan’ın, öncülüğünde bir Şii-Sünni karşılığına dönüşüyor ve İsrail öteki olmaktan çıkıp dengeyi dengeleyen (Holder of Balance) bir ülke haline geliyor.  Sizce ABD, bu gizli ajandayı mı uyguluyor? Yani Henry Kissenger’in İslam’ın kendi içindeki savaşından kastı, bu kutuplaşmanın oluşması mı?

EN – Trump yönetiminin Ortadoğu’daki politikayla ilgili hiçbir gizli ajandası yoktur. Başkan Trump, diğer Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyelerinden ve Almanya’dan gelen muhalefete rağmen İran’ın nükleer anlaşmasını çekti. Ayrıca Suudi Arabistan ve Körfez İşbirliği Konseyi (GCC) devletlerini İran’a karşı gönülden destekledi ve Yemen’deki Suudi-İran savaşına askeri ve istihbarat desteği sağladı ve korkunç insani trajedilere neden oldu. Trump ayrıca, İsrail’le işbirliği yaparak Filistinlilere açık şekilde karşı durdu. Mısır, Suudi Arabistan, Bahreyn ve bölgedeki diğer ülkelerdeki büyük insan hakları ihlalleri hakkında konuşmayı bıraktı. Trump yönetimi temelde Ortadoğu’dan ayrıldı, Rusya, Çin, Türkiye, İran ve diğer aktörler tarafından kesinlikle doldurulmuş bir boşluk yarattı. Bölgede geleneksel Amerikan liderliği var, ancak Başkan Trump’ın yönetimi tarafından bu liderlik dağıtıldı.

Ortadoğu, ABD ve İsrail

HMÖ – İsrail, Arap ayaklanmalarını “Arap Kışı” olarak tanımlamış ve bu tanımlama ışığında bölgedeki demokratik dönüşümün tersine dönmesi konusunda açık ve gizli faaliyetleri oldu. İsrail’in Ortadoğu’daki ana akım İslamcı aktörlere bakışı nedir? Sizce, İsrail istihbaratı İslamcı örgütlerin etkileme ve yönlendirme kapasitesine sahip midir? HAMAS liderlerinden Şeyh Hasan Yusuf’un oğlu Musab Yufus’un İsrail istihbaratı için çalıştığı ve babası aracılığıyla HAMAS’ın ateşkes ilan etmesini sağlayacak derecede etkili faaliyetler yürüttüğü biliniyor…

EN – Obama yönetimi başlangıçta Arap Bahar’ını ve birkaç Arap diktatörün devrilmesini desteklemesine rağmen, Suriye’deki Esad’a karşı Amerikan hareketsizliği ile Mısır, Suudi Arabistan, Bahreyn ve diğer ülkelerdeki  otokratlara  desteğini devam ettirmesi, Arap diktatörlerinin  kendi halkına karşı acımasızca insan hakları ihlallerine devam etmesi için serbestlik tanıdı. Elbette ki, Arap diktatörleri ve İsrail’deki Netanyahu’nun sağcı hükümeti, Arap halklarının özgürlük, demokrasi, bağımsızlık ve temel onur taleplerine karşı savaşmak için ortak  hareket  ediyor.

HMÖ – Makalenizde, Suudi Arabistan ve İsrail arasında El Kaide gibi radikal örgütler hakkında istihbarat paylaşımının Bender Bin Sultan aracılığı ile 1990 yılında başladığını ve 2000 yılından sonra hız kazandığını yazdınız. Steve Cool, “Hayalet Savaşları” kitabında, Suudi İstihbaratının ikinci ismi olan Ahmet Badeeb’in Usame bin Ladin’in hocası olduğunu ve 1996 yılına kadar ilişkilerinin bulunduğunu iddia ediyor. Bu bağlamda, İsrail ve Suudiler arasındaki istihbarat işbirliği, örgütün eylemlerini engellemeye yönelik mi, yoksa örgütü kontrol ederek, hedefledikleri ülkelere karşı kullanmak için mi, bu konuda değerlendirmeleriniz nelerdir? İsrail eski savunma Bakanı Moşe Ya’alon’un “İran ile İŞİD arasında tercih yapmam gerekirse İŞİD’ı tercih ederim” şeklinde sözü var… Ayrıca İsrail, Golan’a yakın bölgelerde, El Kaide’nin yerel gruplarına, İran ile savaşmaları karşılığında militanlara aylık 5 bin dolar maaş ödüyor ve yaralıları İsrail’de tedavi ediyor.

EN – Suudi Arabistan ve İsrail, İran, Esad ve İslami radikalizm ve terörizme karşı yakın stratejik ve istihbarat işbirliği geliştirdiler. İkisi de İran nükleer anlaşmasına şiddetle karşı çıktılar, ancak bu çabada başarısız oldular. Ancak, Trump göreve geldikten sonra, Birleşik Arap Emirliği (BAE) de dâhil olmak üzere iki ülke de Trump’ın anlaşmadan çekilmesini destekledi. Suudi Prensi Muhammed bin Salman (MbS), BAE Prensi Muhammed bin Zayed (MbZ) ile Başkan Trump’ın damadı Jared Kushner arasındaki kişisel ilişki, geleceğe dair bir ortak vizyonu takip etmelerine yardımcı oldu. Ortadoğu, sağlamlaştırılmış otokrasiye sahiptir ve ABD, Ortadoğu’da insan haklarının marjinalleşmesine sessiz kalmaktadır.

ABD ve Müslüman Kardeşler

HMÖ – ABD’nin Müslüman Kardeşler örgütüne yönelik politikalarının temel belirleyici faktörleri nelerdir?

EN –  Amerika Birleşik Devletleri, 1990’larda ve 2000’lerin başında Müslüman Kardeşler ile ilişki kurdu. Washington, siyasi katılım ve seçimlerle kademeli bir siyasi değişime adanmış olan Müslüman Kardeşler örgütünü, dünyanın en büyük ve en eski ana İslami aktivistler örgütü olarak gördü ve bu bakış açısı doğru olandı. Müslüman Kardeşler (MB) en yaygın Sünni İslami siyasi partilerin, hareketlerin ve örgütlerin (Ankara’dan Jakarta’ya, Balkanlar ve Orta Asya’dan Afrika, Güney ve Güneydoğu Asya’ya kadar uzanan) ideolojik temellerini oluşturmaktadır. Aslında, Mısır’da eski Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin Mübarek rejiminin yıkılmasının ardından seçilmesi, son 5000 yılda Mısır’daki ilk adil ve özgür seçimdi. Birleşik Devletler, başkan olduktan hemen sonra Mursi ve hükümetiyle çalıştı. Ne yazık ki, Washington, askeri darbede El Sisi tarafından Morsi’nin devrilmesinin ardından MB’yi terk etti. Mısır hapishanelerinde binlerce Müslüman Kardeşler üyeleri şu anda çeşitli suçlamalar, sahte yargılamalar ve yasadışı tutuklamalar sonucunda bulunuyor. Arap diktatörler, Trump’ın otoriter yönetimlere sempatisi nedeniyle kendilerini güçlenmiş hissediyorlar.  Washington, Mısır, Suudi ve BAE’nin yasal olarak sorgulanabilir olan MB’nin terör örgütü olduğunu da kabul etti. Ancak Batılı istihbarat servisleri, MB’yi terörist örgüt listesine asla dahil etmemiştir.

Nerede hata yapıldı?

HMÖ – Makalenizde, İslam dünyasında ana akım aktörlerle, CIA’nın ve ABD’li diplomatların yakın ilişkilerinin olduğunu ve ABD’nin İslam dünyasını tanımasında, bu ilişkinin önemli rol oynadığını ifade ediyorsunuz. ABD Dışişleri ve CIA, bu kadar yakından tanıdığı aktörleri, karar vericilere doğru bir şekilde anlatamıyor mu? Patronlarınızın İslamcı aktörlerle ilgili ikna eşiği çok mu yüksek?  Ana akım İslamcı aktörlere yönelik pozitif politikaların belirlenmesinde bu kurumlar neden etkisiz kalıyor? Neler söylersiniz…

EN –  Uzun vadede Amerika’nın ulusal çıkarı, bireylerin ve toplulukların oluşturduğu milyonlarca ana akım Müslümanlara dayanmaktadır. 11 Eylül’de yaşanan korkunç terörist saldırılardan bu yana, Müslüman dünyası ile sağlıklı ilişki geliştirmek, radikal paradigmayı ve aşırılık yanlısı ideolojileri etkisizleştirmek için uygulanan tek mantıklı politika olmuştur. Ne yazık ki, İslami diktatörler, halklarına duydukları korkudan dolayı kendi toplumlarının siyasete katılımını engellediler. Daha önce yazdığım bir şeyi burada vurgulamak istiyorum; İslam, demokrasiye düşman değildir, düşman ve tehlikeli olan İslamcı diktatörlerdir.

HMÖ – Siyasi İslam’ı bütünsel bir olgu olarak görmenin mantığı nedir? Çünkü İslam dünyasında birçok farklı mezhepler ve mezhepler içinde farklı yorumlar var. Bu farklılıkların hepsini siyasal İslam diye tanımlamak ne kadar doğru?

EN – Müslüman toplumları anlamak için, tarihsel anlatılar, ekonomiler, dini ve sosyal deneyimler, ekonomik kalkınma, istihdam ve iş yaratma, çevre sorunları ve doğal kaynaklar gibi kapsamlı ya da bütünsel bir yaklaşım benimsenmelidir. En önemlisi, Müslüman dünyasını karakterize eden muazzam çeşitliliği anlamalıyız. Monolitik bir İslam dünyası diye bir şey yoktur. Birçok “Müslüman dünya” vardır. Dünyanın farklı bölgelerindeki Müslüman toplulukların çeşitli tarihsel deneyimleri nedeniyle, farklı Müslüman topluluklar dünya çapında ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak, Endonezya Müslümanları, Suudi Arabistan Müslümanları ile aynı değildir. Çoğu Müslüman İslam’ın beş öğretisine  (Kelime-İ Şahadet, zekat, Namaz, Hac vb.) bağlı olsa da, yerel topluluklar inançlarını farklı şekilde uygularlar. Son olarak, Müslümanların çoğunluk olduğu ülkelerdeki Müslümanlar, “al-Islam din wa dunya wa dawla” (İslam din, dünya ve devlettir) ifadesini, Müslümanların azınlık olduğu ülkelerden farklı görmektedir. Gerçekte, çoğu Müslüman siyasete veya şiddete bulaşmıyor. Milyonlarca kişi rahatça yaşamak istiyor ve yöneticilerini sorumlu tutmaktan da çekinmiyor.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir