Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Mart 29, 2024

Türkiye’de Değişen Aile

Kentleşme süreciyle ailenin değişmesi olgusu, birbirini tetikleyen ying-yang dualitesi gibi değerlendirilmelidir. Kentleşme yayılıp toplumun daha büyük kesimlerini içine çektikçe aile de değişmeye mahkûmdur. “Aile” denince ilk akla gelmesi gereken iki kavram bulunmaktadır: “evlilik” ve “akrabalık.” Sosyoloji disiplini bu kavramların aile teşkilinde öneminin farkında ise de “aile” kavramının tanımını yapamamaktadır.

Ailenin Tanımı:

Türkiye’nin bir bütün olarak kentleşme tarihi, Tarık Şengül’ün tasnifine göre ele alınabilir. Şengül’e göre, Türkiye’de üç ayrı kentleşme dönemi ve kentleşme katmanı vardır: 1) Ulus devletin kentleşmesi (1923-1950); 2) Emek gücünün kentleşmesi (1950-1980); 3) Sermayenin kentleşmesi (1980 sonrası) (Şengül, 2001: 64).

Bizim kanaatimize göre dördüncü bir katmandan daha bahsetmek gerekmektedir. 4) Küresel sermayenin kentleşmesi – ekümenopolis (2000-2020).

Constantinos Doxiadis’in ortaya attığı ‘ekümenopolis’, nüfusu otuz milyona varan, komşu kentlerle bitişmiş bölge kent sistemlerdir. Türkiye’de, İstanbul’un, kısmen bu kavramın içeriğini doldurduğu artık söylenebilecektir.

Şengül’ün bu tasnifi, Türk aile yapısı ve mahalle sistemi bakımından da bir açıklama modeli getirmektedir. Ailenin değişmesi, kendi iç dinamiklerinden kaynaklanmamakta, iktisadî/siyasî/toplumsal/teknolojik etmenler de bu kurumun varlık biçimini etkilemektedir. Müslüman toplumların üretim biçimindeki değişmeler, kentleşme süreçleri, devlet-toplum arasındaki siyasi ilişkiler, “aile” kurumunun dönüşmesinde etkili faktörler olarak kaydedilmelidir. Kentleşme süreciyle ailenin değişmesi olgusu, birbirini tetikleyen ying-yang dualitesi gibi değerlendirilmelidir. Kentleşme yayılıp toplumun daha büyük kesimlerini içine çektikçe aile de değişmeye mahkûmdur. Kentleşme, aileleri sadece bir mekândan bir başka mekâna taşımamakta, başka dinamikleri de harekete geçirmektedir. Kentleşmeyle beraber 1) Üretim biçimi değişmektedir; 2) Tüketim alışkanlıkları farklılaşmaktadır; 3) Eşya düzeni, ulaşım modeli, coğrafyayı kullanım imkânları çeşitliliğe uğramakta, bunların elde edilmesi masrafa sebebiyet vermektedir; 4) “Sosyal sermaye” yapısal bir dönüşüme uğramaktadır. Eski enformel ilişkilerin sağladığı fırsatlar yitirilmektedir; 5) Akrabalık zayıflamakta, bireyleşme öne çıkmaktadır; 6) Fertlerin hemen tamamı “ev-dışı” bir hayat biçimine sürüklenmektedir; 7) Geleneksel bilgilerle elde edilen ekonomik varlıklar ve kent öncesi mekânın sağladığı bedelsiz iktisadî faydalar elden kaçmakta ve kentsel hayata geçişle beraber bunlar haneye maliyet oluşturmaktadır; 8) Göç olgusu veya nüfusun iteklenmesi, yerleşiklerle yeni kentliler arasında uyum problemlerine yol açmaktadır; 9) Emeğin ücretlendirilmesi problemi çıkmakta ve aile içi rollerde değişmeler oluşmaktadır; 10) Teknoloji kullanımı hem maliyet oluşturmakta ve hem de aile fertleri arasındaki geleneksel rol modellerini yıkmaktadır.

“Aile” denince ilk akla gelmesi gereken iki kavram bulunmaktadır: “evlilik” ve “akrabalık.” Sosyoloji disiplini bu kavramların aile teşkilinde öneminin farkında ise de “aile” kavramının tanımını yapamamaktadır. Canatan-Yıldırım’a göre evrensel bir aile tanımı yapmanın önündeki ilk büyük engel, bu kurumun dünya çapında sergilediği çeşitliliktir. Bu çeşitliliği göz ardı ederek yapılacak her tanım etnosantrik olmaktan kurtulamayacaktır. Canatan-Yıldırım, ABD’nin resmi “aile” tanımı ile Hollanda’nın resmi “aile” tanımının farklılaştığını örnek gösterir. ABD’de resmî kurumların aileyi, “Doğum, evlilik veya evlatlık edinme yoluyla bir ilişkisi olan ve bir hanede birlikte yaşayan iki veya daha fazla kişinin oluşturduğu bir küme” olarak tanımladığına işaret eder. Canatan-Yıldırım, ABD’deki resmî kurumların “aile” tanımının ülkede pek çok etnik grubun “geniş aile” halinde yaşamasının etkisiyle yapıldığını belirtir.

Canatan-Yıldırım, Hollanda Aile Konseyi tarafından yapılan tanımı da ikinci örnek olarak ele alır: “Bir veya birden fazla çocuğun yetiştirildiği her yaşam ünitesine aile denilir.” Canatan-Yıldırım, eşcinsellerin resmi evlilik yapma hakkının bulunduğu bu ülkede, evlatlık edinen eşcinsel eşlerin kurduğu yaşam biçiminin “aile” tanımına uygun kabul edildiğini; hiçbir resmi ya da dini nikâhı olmadan bir arada yaşayan çiftlerin de bu tanımın kapsamı içinde değerlendirildiğini ifade eder. (Canatan-Yıldırım, 2011: 62-63).

Sosyologlar, “aile” yapılarının farklı kültürde ve zamanda değişmeleri üzerine çalışmaktadır.

“Türk ailesi”nin tek bir tipolojisi yoksa da aşağıda görüleceği üzere bazı kriterler getirilmiştir. Osmanlı ailesinin “çok eşli”, “geniş aile” olduğu düşüncesi yaygındır. İlber Ortaylı, “Pek yaygın kanaatin aksine Osmanlı toplumunda XVI. yüzyılda ‘poligamie’nin (çok karılılık) pek iltifat görmediği anlaşılıyor” der (Ortaylı, 2000: 67). Bunun temel nedenlerinden biri, Osmanlı kadınının “mehir” almasıdır. Nitekim Ortaylı, “İslâm hukuku mehr konusunu, evlenen kız lehine düzenlemiştir ve bu para veya mal üzerinde kız babası, erkek kardeş veya vasî yakın akrabaların tasarrufunu önleyecek hükümler getirmiştir” görüşünü paylaşır (Ortaylı, 2000: 67). Ancak kanaatimizce bunun ikinci bir sebebi, Osmanlı meslek ve geçim düzenidir. Geçim ekonomisi sistemi içinde babadan oğula geçen meslek veya tımar toprağı nedeniyle erkek/koca, ikinci bir eş almaya kalktığında, tezgâhın veya tımarlı arazinin bölünemezliğini görmektedir. Osmanlı tımar sistemi, tek eşli yapıyı kaçınılmaz kılmaktadır. Diğer taraftan İlber Ortaylı, Osmanlı ailesinin “çekirdek aile” (nuclear family) sayılamayacağını, “geniş aile” tipinin bütün Osmanlı mülkünde görüldüğünü ifade eder. Gordon Marshall’a göre geniş aile (extended family), “Tek bir hanede birden çok kuşağın bir arada yaşadığı bir aile terimini anlatır” (Marshall, 1999: 265).

İlber Ortaylı’ya göre, Osmanlı “geniş ailesi”nin tipik yapısı farklıdır: “Osmanlı tahrir defterlerindeki kayıtlara göre ‘hane’ denen birimi meydana getirenlerin nüfusu beş kişi hesaplan(ır) (…) Çoğun bir avlunun etrafındaki konutlarda aynı ailenin üç kuşağından oluşan haneler, bir sosyal ekonomik ünite halinde yaşarlar (…) Bu birliği, çoğun aynı mahallede bulunan yakın akrabalar tamamlar. Osmanlı mahallesinin sadece idari değil aynı zamanda birbirine zincirleme kefili olan yakın insanlardan müteşekkil bir sosyal topluluk olmasında, bu gerçek etkilidir. Geniş ailenin bireyleri birlikte bir üretim birimi meydana getirir” (Ortaylı, 2000: 70). Görüleceği gibi Marshall’ın “geniş aile” tanımıyla Ortaylı’nın aynı kavrama verdiği muhteva farklıdır. İslâm siyaset felsefesi de toplumun temelini, “aile” olarak görmekte ancak Marshall’ın “tek hanede birden çok kuşağın bir arada yaşadığı birim” olarak ele aldığı tipte bir aile tasavvur etmemektedir. Bu sistemde beyt -} menzil -} mahalle -} şehir şeklinde genişleyen birbirine kenetli bir sosyal yapı görmek gerekir.

İlber Ortaylı, Balkan Slavları arasında yaygın olan “Zadruga” tipi ailenin (Ortaylı, 2000: 70) Osmanlı geniş ailesine örnek olabileceğini işaret etmekte ise de kanaatimizce zadrugalar menzil-mahalle modeline benzememektedir. Tımar/mahalle sisteminin tatbik sahalarında “birey” ortaya çıkmadığı gibi, bireyin tamamen silinmesine sebebiyet verecek bir “cemaat”ten de bahsedilemeyecektir. Mahalleye giriş, kefalet müessesesi ile gerçekleştiğinden bu idarî ve vergi birimine (mahalleye) giriş için aile reisinin (hane başkanının) meslek ehli olması (yani bir ustadan icazet almış meslek erbabından sayılması) ve ahlâkî manada kendini ispat etmiş kabul edilmesi gerekir.

Ailenin Değişmesi:

Türkiye’de ailenin değişimi probleminin sadece modernleşme etkisiyle belirdiğini ifade etmek bir yanılgıdır. Türk ailesi, beyt-menzil modelinin yaygınlaştırılamaması yani İstanbul’un Türkleştirilememesi ve Anadolu’da zadrugaların yayılmasıyla büyük yıpranmaya uğramıştır. Değişimin asıl etkeni Tanzimat (1839) sonrası düzenlemelerdir.

Dilaver Cebeci’ye göre 1477’de İstanbul’da nüfusun 3/5’ini Türkler oluşturmaktadır. Ancak zamanla bu nüfus, Türkler aleyhine değişmiştir (Cebeci, 1993: 35-36). 1830 nüfus sayımında Çarşı, Kumkapı, Kasımpaşa, Galata, Tophane, Beşiktaş, Üsküdar, Balat, Yedikule, Cebeali, Havas-ı Refia, Çarşı semtlerinde 62.530 evli ve 17.885 bekâr erkek tespit edilmiştir. Toplam Müslüman nüfusun 180.000 civarında olduğunu ifade eden Cebeci’ye göre bekârların, erkek nüfus içindeki oranı %22’dir (Cebeci, 1993: 38). Cebeci’ye göre İstanbul’da Müslüman nüfusta aile içi nüfus ortalaması 5,56’dır. Cebeci, aile içi nüfus ortalamasında Rumların 10,10; Ermenilerin 9,99; Katolik unsurların 10,4; Yahudilerin 4,07 düzeyinde bulunduğunu ifade eder (Cebeci, 1993: 41-42). Cebeci’nin analizine göre gayrimüslim nüfusun zaman içinde ticaret sahasında Batı’nın acentesi olması, bu tabakanın hem zenginleşmesini sağlamış hem de Türkiye’nin sanayileşmesini engellemiştir. Bu nüfus, Avrupa’nın temsilcileri olarak aktardığı boş zaman, zevk ve eğlence kültürüyle Türk aile hayatını tahrip etmiştir.

Diğer bir değişme etkeni de zadrugalardır. Zadrugalar, Mezopotamya’da kök bulmuş bir aile kültürü olarak belirmiştir. Osmanlı klasik düzeni, sipahi-tımar sistemini tasfiye ettikçe “tek eşli aile” modeliyle işlenen toprakların iltizam usulüyle işlenmesine mecbur kalmıştır. Zadrugaların amacı, mahalle ve şehir inşası olmayıp bir aile/sülale/aşiretin yerleştiği bölgede “hâkim aile” haline gelmesidir. Zadrugalar İslâm fıkhını sadece kendi akrabalık ve mülk düzeni menfaatine uygulamayı amaçladığından ailenin kuruluşunda kadın ile erkek arasındaki “serbest iradeyle akit” ilişkisine riayet etmemektedir. Bu nedenle “mehir” yerine “başlık” veya “berdel” uygulanmakta, kadının mülksüzlüğü esas kılınmaktadır. Kadının kocası öldüğünde de miras hakkı ve zadrugadan ayrılma hakkı kabul edilmemekte, “levirat” uygulaması devreye girmektedir. Beyt-menzil sisteminde bu model reddedilmiştir.

Osmanlı tımar/mahalle sistemi çöktükçe mülkün tek elden yönetilmesi ihtiyacının gereği olarak mehir-beyt-menzil sisteminin getirdiği esasları göz ardı eden evlilikler yaygınlaşmıştır.

Ailenin Değişimi 1700-1923:

Osmanlı’nın 1700’lerden sonra yaşadığı savaş zayiatları da aile yapısını etkilemiştir. Uzun süren savaşlar nedeniyle erkek nüfusun azalması ve ailelerin dağılması, göçler, fakirlik baskısı, ticari hayatın sarsılması, kadınların sosyal statüsünü yeniden ele almayı gerektirmiştir. Dilaver Cebeci’ye göre Osmanlı yükselmesi, Türklerin, Orta Asya’dan getirdikleri yapı ile İslâm kültürünün bileşimindeki dinamikle oluşmuştu. Orta Çağ Türk esnafı, modern sanayi sınıflarının nüvesini teşkil edebilecek vasıflara sahipti. Ecnebi konsüllerin imtiyazı ile vücuda gelen ve savaşlara katılmadığı için ticaretle uğraşan Yahudi, Ermeni, Rus, Frenk zümreler (Levanten) bir sınıf haline gelince Osmanlı orta sınıfını oluşturan Müslüman erbab-ı hirfet sınıf (esnaf) ve aileleri fakirleşmiştir (Cebeci, 1993: 46-47). Cebeci’nin aktarımına göre Ermenilerin ekserisi, tüccar ve esnaftır. Ayrıca bankacılık, mekanik sanatlar, yüksek rütbeli erkânın işleri ile uğraşırlardı. Yahudiler ise simsarlık, bankacılık, tefecilik gibi işlere yönelmişlerdi (Cebeci, 1993: 47). Türk orta sınıfının çökmesi neticesi, bir Türk sanayisi gelişememiştir. Gayrimüslim zümreler de biriktirdikleri sermayeyi sanayi sektörüne yatırmamakta, istismarcı aracılık (acente) işlevlerini sürdürmektedir. Bunlar yeni bir ticarî kapitalistler sınıfına dönüştüler ve iktisadî alanı belirleyici rol üstlendiler (Cebeci, 1993: 46).

Cebeci’nin ifade ettiği üzere Tanzimat Fermanı, 1839 yılında birdenbire ihtiyaç duyulan bir ıslah hareketi değildir ve Osmanlı Devleti’nin mali problemlerinden kaynaklanmamıştır. Çünkü 1850’li yıllarda Osmanlı Devleti’nin giderleri 159.252.000 Frank iken gelirleri 167.610.000 Franktır. Cebeci, Tanzimat’ın Osmanlı Devleti’nde yaşayan gayrimüslim unsurlarının haklarını çoğaltmak amacıyla Batılı ülkelerin tazyiki neticesi gerçekleştiğini yazar (Cebeci, 1993: 52).

Dilaver Cebeci, Osmanlı ricalinin ceza kanunlarını çıkarmasını, Mecelle çalışmalarına başlamasını, Hristiyan tebaanın ayrılıkçı temayüllerini yatıştırmak amacıyla yaptığını ancak bu tanzimlerin, Osmanlı toplumunu o güne dek teşekkül etmiş örf ve âdetlerinin terkine zorladığını ifade eder (Cebeci, 1993: 53). Reformlar kapsamında 1881 yılında çıkan Sicil-i Nüfus Nizamnamesi, evlenmek için mahkemelerin iznini mecburi kılmaktaydı. Ayrıca evlilik sözleşmeleri artık mahalle muhtarları huzurunda değil, resmi devlet memurları önünde yapılması gerekli bir prosedürle yürütülecekti. Reformların, Osmanlı’nın “mahalle” yapısını değiştirmesi kaçınılmazdı. Değişme pek çok sahaya da yayıldı. Kadınların eğitim almaları için kadın rüştiyeleri kuruldu (1858), “kadın matbuatı” ve edip-yazarlar ortaya çıktı. Kadınlar artık emeklerini ev dışı sahalarda ücret karşılığında kiralayabileceklerdi.

İlber Ortaylı, Tanzimat bürokratlarının tenbih ve fermanlarla aile hayatını düzenlemeye çalıştıklarını ve evlenmeye etkisi olan gelenekleri kaldırmayı amaçladıklarını ifade eder. Ortaylı, Kayseri Şeriyye Sicili’ndeki bir kayıtta, reformların sonuçlarıyla ilgili örnek vermektedir: Kayseri Şeriyye Sicili, No: 194, Ocak 1827. Ali ile Emine bint-i Hasan’ın davası: kadın kocasını istemediği için onun nikâhlı eşi olmadığını iddia etti (artık nikâh mahkeme önünde yapılması gereklidir), kocası Ali, nikâhlı olduğuna dair iki şahit getirerek evlilik durumu sicile işlendi (Ortaylı, 2000: 148). Sicilden anlaşılacağı gibi dava tarafı kadın, evli olduğunu, mahkeme huzurunda evlilik hükmünü göstererek reddetmektedir.

1895’ten itibaren kadın dernekleri kurulmaya başlıyor ve kadınlara ait matbuatta bir artış gözleniyor. Kadın yazarların ortak talepleri; çok eşliliğin kaldırılması, evlilik yaşının yükseltilmesi, çocukların velayetinin kadınlara tanınması, erkeklerin tek taraflı iradeyle (talâk) eşlerini boşayabilmesine son verilmesi, kadınlara da boşanma hakkı verilmesi, kadınlara eğitim/iş/seçme/seçilme hakkı verilmesi, kadın erkek eşitliği sağlanarak eşit koşullarda vatandaşlık hakkı tanınması şeklinde belirlenebilir (Sancar, 2012: 104). 1917’de yükselen feminist hareketin etkisiyle Osmanlı ricali, Hukuk-u Aile Kararnamesi ile kadınlara boşanma hakkı tanımış ve çok eşliliğe (teaddüd-ü zevcat) karşı kadınlara bazı haklar getirmiştir. Ailede, her dinden tebaa için devlet kontrolü şart kılınmıştır. Ancak kararname tatbik edilememiş ve yürürlükten kaldırılmıştır.

1923-1950 Devletin Kentleşmesi Dönemi:

Kadınların değişim istemi, Ziya Gökalp gibi aydınlarca desteklenmiştir. Cumhuriyet modernleşmesini programlayan elitler, Osmanlı kadın hareketlerinin kadrolarını ve fikirlerini “Yeni Hayat”ın inşasında değerlendirmişlerdir.

Serpil Sancar’a göre Cumhuriyet elitleri, Türk modernleşmesini, “Devlet odaklı uluslaşma ve aile odaklı modernleşme” olarak kurgulamıştır (Sancar, 2012: 206). Sancar, Gökalp’in “asri aile” ile “milli aile” ayrımı yaptığını ve bu iki aileyi birbirinin zıddı olarak konumladığını söyler (Sancar, 2012: 216). Sancar’a göre devletin kadınlarla ilişkisi, “okullaştırma” yoluyla şekillenmiştir. Sancar, Cumhuriyet elitlerinin kurdukları Kız Enstitüleri’nin, Osmanlı feminizminden değil, ulus inşasına soyunan Türk milliyetçiliğinden beslenerek geliştiğini ifade eder. Böylelikle “yeni aile”nin modern yaşam tarzını temsil ederek herkese öğretmesi, toplumun yeni inşasına katılması amaçlanmaktadır (Sancar, 2012: 222). Erken Cumhuriyet modernleşmesi, millî davanın kurucu aktörleri olarak kadınların eşitliğini ve haklarını tanımıştır. Ancak asıl vurgusu, kadını Türk ulusunun aileden inşasını gerçekleştiren “fedakâr eş ve anne kimliği” ile bütünleştirmek yönündedir. Bu şekilde yetiştirilen kadın, evlendiği erkekle “müşterek maksat” temelinde birliktelik kurmuş; Cumhuriyet’in “militan-misyoner yurttaşlık” anlayışına uygun bir “görev ailesi” oluşturmuştur (Sancar, 2012: 224-225).

Dönemin ders kitaplarında erkek, “namuslu, zevcesine sadık, eşinin namusunu korumak için hayatını feda edebilen, evini geçindiren” biri olarak resmedilirken; kadın da “sadakatli, iffetli, kocasına itaatkâr, hane işlerinde say ve gayretli, çocuklarına terbiyede himmetli” olarak idealize edilmiştir (Sancar, 2012: 226). Bu dönemin ailesindeki değişmenin geleneksel ailenin “çekirdek aile”ye dönüştürülmesi şeklinde ifade edilmesi mümkündür.

1950-1980 Emeğin Kentleşmesi Dönemi:

Erken Cumhuriyet modernleşmesinin ardından gelen kuşaklar, sanayileşme ve okullaşmanın etkisiyle tarımda kendilerine, meslek ve geçim bakımından ikbal görememiştir. Dolayısıyla kırsal veya çevre emekte iki göç yaşanmıştır: 1) Köyden Almanya’ya 2) Köyden gecekondulara.

Gecekondular, köyde yakın akraba-komşu olarak yaşayan kişilerin kentsel mekânda da bir arada yer tutmalarını sağlayan bir geçiş alanı olarak görülmüştür. Gecekondulaşma dönemi aynı zamanda terör yıllarıdır ve “mahalle”lerin karşıt görüşlü “mahalle”lerle çatıştığı bloklar olarak konumlanmıştır. Bu dönemde mahallede yaşayan genç kadınlar, genç erkekler tarafından “bacı” veya “yoldaş” olarak görülmüştür. 1960-1980 kuşağı gençlerinde Marksist teorilerin benimsenmesine rağmen “namus, ahlâk, paylaşma, erdem, tutumluluk, onurlu yaşama” gibi değerlerin bulunması, köydeki “aile” kurumunun işlevlerinin kent varoşlarında “paylaşımcı-dayanışmacı” beklentileri taşıyabileceğinin anlaşılmasıyla ilişkili sayılmalıdır. Almanya’ya işçi olarak giden kesimler de aile değerlerini koruyarak kentleşme sürecinin fırsatlarını değerlendirmek istedi. Bu dönemde kadının “eşitlik” talebini yükseltmekle beraber bunu politikleştirmediği, kocasına evin geçiminde katkıda bulunmak için çalışma hayatına girdiği görülür. Boşanmalar olsa dahi bu, çocukların neredeyse kendi ayakları üzerinde durabileceği zamana kadar ertelenmiştir. Dönemin filmlerinde de problemler “aile” merkezinde işlenir: Gelin (1973); Bizim Aile (1976); Neşeli Günler (1978). Kırsaldan kentlere doğru büyük bir kentleşme hareketi gözlenir. Ahmet Arif’in “Anadolu” şiirinde, Hz. Havva’ya ve Hz. Nuh’a bağlanan namuslu bir geleceğe dair umut taşınır. Ancak bu dönemin otuz yıllık kentleşme sürecinde, aileyi birbirine bağlayan değerler aşınmaya uğrar. Tüketim malları talebi giderek yükselmektedir. Aileler, mevcut haliyle iktisadî/politik merkeze erişmede çaresiz kaldıklarının bilincindedir. Bu durum, ailenin sorgulanmasına yol açmaktadır.

1980-2000 Sermayenin Kentleşmesi Dönemi:

Türkiye 1980’lerden itibaren terör yıllarından kurtuldu ve geçmiş otuz yılda bağlı olduğu “aile”, “mahalle” değerlerini çözmeye başladı. Gecekonduların apartmanlaşmasıyla gelen bir kentleşme dönemine girilmiştir. Kentsel topraktan elde edilen rant, gecekonduların yıkılarak yerine apartmanlar dikilmesiyle elde edildi. Dünya genelinde de aynı dönemde küresel sermayenin “yeni kentleşme” dalgasıyla rant devşirdiği görülebilir. Türkiye’de muhafazakâr çevrelerde, “başörtüsü mücadelesi” ile başlayan hareket devlet/gelenek/aile eleştirisi içerdi. “Örtülü kimlikle okuma talebi” 1990’larda, “İslâmî feminizm” denilebilecek bir karakter kazandı. “Örtülü kimlik” ile okuma mücadelesi veren kadınlar, erkeklerin cinsiyet eşitsizliğini, İslâmî diskurlarla ürettiklerini savundu. Aynı dönemde aileyi dönüştüren iki uluslararası faktör, Türkiye’de mevzuat sistemini değiştirdi. CEDAW (Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi), Birleşmiş Milletler tarafından 1979’da kabul edildi, 1981’de yürürlüğe girdi ve Türkiye tarafından 1985 yılında imzalandı. Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) bireysel başvuru hakkını 28 Ocak 1987’de ve AİHM’in zorunlu yargılama yetkisini de 21 Ocak 1990’da kabul etti. Başörtüsü mağduriyeti, AİHM’e taşındı. 1998 yılında 4320 sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” yürürlüğe girdi. Bu kanundaki kadın lehine hükümler, 2012’de 6284 sayılı kanunla daha da “iyileştirildi.” 2002 yılında 4721 sayılı Medeni Kanun ile kadın erkek eşitliği mutlaklaştırıldı. 4721 sayılı yasa ile kadınlar, boşandıkları kocalarından süresiz nafaka talep edebilme hakkı kazandı. 6284 sayılı yasa ile de kocasının kendisini tehdit ettiği, şiddet uygulama tehlikesinin bulunduğu iddiası ile delilsiz evden altı ay uzaklaştırılmasını sağlaması mümkün hale geldi. CEDAW-İstanbul Sözleşmesi’nin, birlikte yaşayan her cinsten iki kişinin “aile” sayılması gerektiğine dair hükümleri, AİHM tarafından verilen kararlarda görülmeye başlandı. Muhafazakâr çevrelerde “aile” kavramının içeriksiz kalması, çözülmeyi durdurmakta çaresizliğe meydan vermektedir.

Kaynakça
Canatan Kadir-Yıldırım Ergün, Aile Sosyolojisi, Açılım Kitap, 2011
Cebeci Dilaver, Tanzimat ve Türk Ailesi-Sosyal Değişme Açısından Tanzimat İstanbul’unda Türk Ailesi Üzerine Bir İnceleme, Ötüken Yayınları, 1993
Marshall Gordon, Sosyoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, 1999
Ortaylı İlber, Osmanlı Toplumunda Aile, Pan Yayıncılık, 2000
Sancar Serpil, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti-Erkekler Devlet Kadınlar Aile Kurar, İletişim Yayınları, 2012
Şengül H. Tarık, Kentsel Çelişki ve Siyaset-Kapitalist Kentleşme Süreçleri Üzerine Yazılar, Demokrasi Kitaplığı, 2001

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir