Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Nisan 25, 2024

Almanya’nın Terörle İmtihanı ve Erdoğan’ın Berlin Ziyareti

Geçmişte Kızıl Ordu Fraksiyonu (Rote Armee Fraktion=RAF) gibi devrinin en rafine terör örgütlerinden birisine karşı gösterdiği acımasızlık, kararlılık, süreklilik ve sonuca odaklanmasıyla terörle mücadele denilince örnek bir mevkide yer alan Almanya; PKK, FETÖ ve NSU konusundaki tutumuyla kendisini birçok kişi ve ülke nezdinde adeta terör hamisi konumuna oturtmaktadır.

Almanya-Türkiye ilişkilerindeki gündem zenginliği, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Eylül ayının son haftasında yapacağı açıklanan Berlin ziyaretiyle yeni bir boyut kazanacak mahiyettedir. Ziyaret tarihinin açıklandığı günlerde İzmir’de yargılanmakta olan papaz Andrew Brunson’u bahane ederek Türkiye’ye karşı büyük bir saldırı başlatan ABD Başkanı Donald Trump’a karşı Türkiye’nin yanında yer alan, başını çektiği Avrupa Birliği’ni (AB) de buna teşvik eden Almanya, ilişkilerin eski bahar günlerine dönmesini ümit ederken, Türkiye’ye karşı elinde tuttuğu hukuk ihlalleri, temel hak ve hürriyetler, ayrımcılık, otoriter yönetim, muhalefetin baskı altında tutulması gibi alışılagelmiş konularda da bilinen tavrını sürdürme eğiliminde. Bilhassa Alman muhalefet partileri üzerinden verilen mesajlarda, görüşmeleri bir hesaplaşmaya dönüştürme niyetindekilerin varlığının küçümsenmeyecek oranda büyük olduğu fark ediliyor.

Hâlbuki Türkiye ile Almanya arasında bir hesaplaşma söz konusu edilecekse, bunda hevesli olması gereken taraf Türkiye’dir. Çünkü hem Almanya ve Avrupa hem de Türkiye kamuoyunu rahatsız eden meselelerin başında gelen terör konusunda Almanya, üzerine aldığı yükün altından kalkamayacak derecede bir yanlışın içindedir. Türk kamuoyunda Almanya artık ‘terör hamisi’ bir pozisyondadır ve bu kanaat gün geçtikçe güçlenmektedir. Sadece devlet olarak Türkiye’nin değil, Almanya’da yaşayan Türkler nezdinde de cami ve derneklere, sokaktaki sıradan insanlarımıza yapılan saldırılar, terör örgütlerinin, Alman Devleti’nin çeşitli kurumları vasıtasıyla kendilerine sürekli bir şemsiye bulabilmeleri, yapılan sözde soruşturma, kovuşturma ve yargılamaların neticede saldırganlara ve terör destekçilerine hizmet etmesi, bu kanaatleri
pekiştirmektedir.

Yaşanmakta olanlar, ister istemez diğer gündem maddelerine ilaveten Almanya’nın terör örgütleriyle imtihanını gündeme getirecektir. Türkiye’nin yıllardır mücadele ettiği terör örgütü PKK ve türevleri ile ilişkileri, Fetullahçı Terör Örgütü’yle (FETÖ) ilgili tutumu ve nihayet sonuçlanan Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) davası, AB’nin başını çeken, dünyanın büyük ekonomik ve siyasi güçlerinden Almanya’nın, terör konusunda içinde sürüklendiği çelişkileri göstermesi açısından önemli ipuçları vermektedir.

Geçmişte Kızıl Ordu Fraksiyonu (Rote Armee Fraktion=RAF) gibi devrinin en rafine terör örgütlerinden birisine karşı gösterdiği acımasızlık, kararlılık, süreklilik ve sonuca odaklanmasıyla içinde taşıdığı önemli hukuki ve insan hakları ihlallerine rağmen terörle mücadele denilince örnek bir mevkide yer alan Almanya, PKK, FETÖ ve NSU konusundaki tutumuyla kendisini birçok kişi ve ülke nezdinde adeta terör hamisi konumuna oturtmaktadır.

PKK ve Almanya

Almanya, kuruluşundan itibaren PKK’yı terör örgütü listesine alma noktasında uzun süre ayak sürüdü. Örgütün o zamanki merkezleri, Bekaa Vadisi ve Şam, çok sayıda üst düzey Alman politikacı ve idarecinin sıradan ziyaretgâhı haline geldi. İnsan hakları kamuflajı ardına saklanmaya çalışılan PKK ve terör sempatisi, her partiden siyasetçi, gazeteci, sanatçı ve edebiyatçı için bir övünç kaynağına dönüştü. Türkiye-Almanya ilişkileri yanında AB ile ilişkiler de bu konunun ipoteği altına girdi. Birçok kanlı eyleme imza atan, bu arada Almanya’da da cinayetler işleyen, haraç toplayan ve kamu düzenini tehdit eden örgüt ancak 1993 yılında yasaklandı. Yasağa rağmen Alman Devleti’nin örgüte karşı yumuşak tutumu PKK’nın, Almanya’yı doğrudan hedef alan otobanları kapatması, polislere saldırması ve kamu kurumlarını işgaline, bilhassa Berlin’deki İsrail Konsolosluğu’na baskın düzenlemesine kadar sürdü. Bundan sonra örgütü kendisi için de bir tehdit olarak gören Almanya, izlediği politikayla örgütün kendisine karşı muhtemel eylemlerini büyük ölçüde önlerken, Türkiye karşıtı eylemleri hem örgüte hem de Türkiye’ye karşı koz olarak kullanma yolunu seçti. Taşeron haline gelmiş örgütün İran, Suriye ve Irak’taki uzantıları da aynı ayrıcalıklı muameleye tabi tutuldu.

Bunları yaparken sığındığı liman çoğunlukla Türkiye’nin bölünmesine karşı olduğu, bölge ülkelerince Kürtlerin haklarının verilmesi ve Almanya’nın terörün her türüne karşı olduğu söylemiydi. Ancak açıkça Türk-Kürt çatışmasını körükleyen eylemler, dağa militan gönderme ve ölen militanlar için düzenlenen seremoniler, kanunlu-kanunsuz gösteri ve yürüyüşler, vergi adı altında haraç toplama, Türk kuruluşlarına yapılan saldırılar, medyadaki tek yanlı Türkiye düşmanı tavır aralıksız sürdü. PKK yasağı, çatışmaların bitmesi, insanların ölmemesi, Türkiye’de huzur ve barışın sağlanmasına yönelik bir enstrümandan ziyade Alman menfaatlerinin bir aracı olarak kullanıldı. Türkiye ve kamuoyu, göstermelik ve yetersiz tedbir ve cezalarla uyutulmak istendi. İki ülkenin gerilen ilişkileri ve bunun sonuçları, hatta gergin ortamın ülke kamu düzenini tehdit eder hale gelişi, Almanya’nın çizgisini düzeltmesine yetmedi.
Almanya sürekli olarak Türkiye’nin, örgüte karşı tedbirlerini ve terörle mücadelesini insan hakları ihlali, ölçüsüz güç kullanımı gibi kategorilerde değerlendirdi. Hem uluslararası platformlarda hem de ikili ilişkilerde Türkiye’nin terörle mücadelesi masaya hep tatsız bir konu olarak geldi. PKK’yı, işlediği terör eylemleri sebebiyle kullanışlı bir güç olarak el altında tutmak isterken Türkiye’yi siyasi, askeri ve ekonomik alanlarda baskı altına almaya çalıştı. Türkiye’ye silah satışına çıkarılan engeller, düşmanca faaliyetlere müsaade edilmesi, suçluların iadesi gibi konular, iki ülke ilişkilerini olumsuz etkilediği gibi, AB ile ilişkileri de problemli hale getirdi.

Yeni Kriz Konusu: FETÖ

Günümüzde yaşananlar, Türkiye ile Almanya’nın terörle mücadelede birbirlerine muhtaç oldukları gerçeği kadar, bu konudaki bakış farklılığının kolayca giderilemeyeceğini ve iki tarafın karşılıklı olarak bir hayli adım atmak mecburiyetinde olunduğunu göstermektedir. PKK konusunda yaşanan sıkıntılar ve iki ülke ilişkilerini zehirlemesi yetmezmiş gibi son yıllarda Almanya-Türkiye kavgasını derinleştiren yeni bir kriz konusu gündeme oturdu. 17/25 Aralık süreciyle başlayan ve 15 Temmuz 2016’daki kanlı darbe teşebbüsü ile ülkeyi sarsan FETÖ’nün, Türkiye’yi içte ve dışta yıllarca uğraştıracak ölçüde büyük bir problem potansiyeline sahip olduğu görülmektedir. Türkiye, bir yandan örgütün yönetici kadrosu, elemanları, taraftar ve sempatizanlarını, devletten ve etkinlik sağlayabileceği alanlardan temizlemeye çalışırken, diğer yandan yurtdışındaki irtibatlarını, desteklerini, organizasyon ve faaliyet alanlarını ortaya çıkarıp onlarla mücadele etmek zorundadır. Bu, bazı devletlerin doğrudan destek ve müdahalelerine karşı tedbirleri de kapsamaktadır.

Almanya, hemen hemen Avrupa devletlerinin tamamı gibi, FETÖ’yü bir terör örgütü olarak kabul etmemekte ve tanımamaktadır. 17/25 Aralık’tan önceki dönemde, o zamanki adıyla ‘Fetullah Gülen Hareketi’ni bilhassa sol partilerden gelen tazyiklere karşı ‘Türk hükümetiyle iyi ilişkileri’ ve ‘yararlı faaliyetleri’ gerekçesiyle savunan Almanya, örgütün daha sonraki konumunu devlete karşı bir eylemlilikten ziyade AK Parti-Cemaat kavgası şeklinde görme yolunu seçmiştir. Hâlbuki birçok siyasi çevre bu tarihten önce Fetullah Gülen Hareketi’nin Türkiye’de bir darbe peşinde koştuğu, emniyet, ordu ve adliyede elde ettiği güçlü konumla karşıtlarını sindirdiği, hükümetle işbirliğini kullanarak ülkede hâkimiyet kurma peşinde olduğu yolundaki endişelerini dile getiriyor ancak hükümetin ısrarını kıramıyordu. 15 Temmuz’a giden yolda çatışmayı, Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti hükümetine karşı bir koz olarak kullanma eğilimindeki Almanya, bu
tavrını darbe teşebbüsünden sonra da sürdürdü.1

Darbe teşebbüsü gecesi birçok Batı ülkesi gibi meşru devlet güçleri ve milletle darbeciler arasında ‘tarafsızlık’ rolünü seçen Almanya, ihanetin boşa çıkarılmasının ardından örgüte en çok destek sağlayan ülkeler safında yer aldı. Türkiye’nin FETÖ diye adlandırdığı ancak Almanya’nın bu ismi kabullenmemekte ısrar ettiği örgütün asker-sivil her seviyeden birçok elemanı için güvenli bir sığınak haline geldiği görüldü. Gerek hükümet, gerekse istihbarat ve güvenlik çevreleri teşebbüsün, Türkiye’deki bazı muhalif çevrelerin de itibar edip kullanmak istediği ‘kontrollü darbe’ iddiasına temel teşkil eden imalı açıklamalarda bulundu. Toplu iltica başvurularını savunurken ‘Almanya’nın özel ve tarihi geçmişi’, ‘delil yetersizliği’, ‘dosyalardaki eksiklikler’ gibi bahaneler ardına saklanmaya çalıştılar. Türk kamuoyunda yükselen idam talepleri, ülkedeki OHAL uygulamaları ve Türkiye’nin yurtdışındaki hain yapılanmalara yönelik istihbarat operasyonları, dost ve müttefik sayılan bir ülkeye yakışmayacak şekilde zanlıları korumak ve kollamak için gerekçe gösterildi.

Tüm bunlar yaşanırken Türkiye’nin diplomatik misyonlarının ve memleketsever çevrelerinin yeterli ve tesirli çalışmayı yapabildiğini söyleyebilmemiz mümkün değildir. Gerek darbe müteşebbislerinin gerekse PKK’nın birçok Avrupa ülkesinde yönetimleri ve kamuoyunu kendi taraflarına çekmek için yürüttükleri kamu diplomasisinin ne yazık ki bizimkinden daha güçlü ve etkili olduğu görüldü. Bunda birçok devlet kadrosunun FETÖ elemanlarıyla doldurulmuş olması yanında, devletin konseptsizliğinin de rolü olduğu açıktır.

FETÖ ve PKK’ya Koruma

Hükümetin Temmuz ayı içinde FETÖ’nün (Almanların kabul ettiği şekliyle Fetullah Gülen Hareketi) durumu hakkında Bundestag’a verilen soru önergesini cevaplandırırken kullandığı dil ve sergilediği tavır, Almanya’nın niyetini açık şekilde ortaya koymaktadır.2 Şurası açık olarak görülmektedir ki örgüt artık PKK ve türevleri gibi genel bir koruma altındadır. Bu, siyasi olmaktan ziyade devletin menfaatleri bağlamında istihbarat ve güvenlik yönü ağır basan bir sahiplenmedir. Birçok soruya istihbarat çalışmalarını aksatacağı veya devlet sırrı gerekçesiyle cevap verilmemesi de bunu göstermektedir. Her zamanki gibi ‘önlerine yeterli delil koyulmadığı’ bahanesinin ardına sığınılırken, Türkiye’ye de bir dal uzatılmakta, teröre karşı işbirliğinin süreceği vurgulanmaktadır. Bunun inandırıcılığı bir yana, Temmuz ayının son haftasına girerken açıklanan Alman Anayasayı Koruma Örgütü’nün raporu, manzarayı bütün çıplaklığı ile önümüze sermektedir. Raporda, Türkiye karşıtı hareketler mümkün olduğunca masumlaştırılırken Türkiye ve Almanya’daki Türk sivil toplum kuruluşlarının neredeyse tamamı hedef tahtasına konmakta, kamu düzenini bozmakla suçlanmaktadırlar.3

Alman Derin Devleti

Türkiye’yi ve Türk milletini düşman bir kamp haline getirme çabalarının, dünyayı gittikçe saran çetrefil ilişkiler ortamında Almanya’ya ne gibi bir yarar sağlayacağını tasavvur etmek güçtür. Kaldı ki sağduyulu çevreler bu soruyu sormakta ancak seslerini yeteri kadar duyuramamaktadır. Bazı mahfillere göre ise Almanya’da en korkutucu senaryo yaşanmakta, iki Almanya’nın birleşmesinden sonra devlet içerisindeki hâkimiyetini iyice pekiştiren Derin Devlet yapılanması, ülkenin iplerini tamamen ele almaktadır. Türk düşmanı partilerin yükselişi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ismi üzerinden artık günlük hayatın bir parçası haline gelen Türkiye düşmanlığı, İslamofobi’nin geniş halk kitleleri nezdinde bu derece kabul görmesi sadece popülizm ve hâlihazırdaki siyasetlere protesto kültürü ile izah etmek mümkün değildir. Almanya’nın son sekiz yılına damgasını vurmuş Türk asıllı futbolcu Mesut Özil’e karşı yürütülen nefret söyleminin ve linç kampanyalarının sonuçları ortadadır.

Almanya’nın içine girdiği izah edilemez atmosferin dehşet vericiliğini gösteren diğer bir örnek, geçtiğimiz günlerde kararı açıklanan NSU davasıdır. Bu davanın seyri ve sonucu, PKK ve FETÖ konusuyla birlikte ele alındığında Türkiye ve Türkler açısından Almanya’nın artık nasıl değerlendirilmesi gerektiği hususunda ilginç ipuçları verecek karakterdedir.

NSU Cinayetleri

2000 yılından 2007 yılına kadar Almanya’nın değişik bölgelerinde birbiriyle hiçbir bağlantısı bulunmayan 8’i Türk, 1’i Yunan ve birisi de niçin öldürüldüğü hâlâ ortaya çıkarılamayan Alman polis memuru, esrarengiz şekilde katledildi. Türk’e benzediği için öldürülen Yunan ve 8 Türk’ün ortak noktaları, hepsinin geçimlerini küçük esnaf olarak temin etmeleri, dikkat çeken herhangi bir siyasi, sosyal, kültürel veya dini aktivitelerinin olmamasıydı. Tam anlamıyla sıradan insanlardı. Örgütün tesadüfen ortaya çıkmasından sonra bu cinayetler dışında 1999-2004 yılları arasında Köln’deki Türk Caddesi Keupstrasse’deki dâhil 2 bombalama ve 1998-2011 yılları arasında 15 banka soygununun aynı odaklarca gerçekleştirildiği anlaşılacaktı.

İlk cinayetten itibaren katillerin hiçbir iz bırakmayacak kadar profesyonel hareket ettikleri ve cinayetler sonrasında iz sürmeye yardımcı olacak motif bulunamayışı dikkat çekmekteydi. Türk düşmanlığının ve yabancı düşmanlığının yükselişini sürdürdüğü, 11 Eylül’den sonra doğan atmosferde İslam karşıtlığının körüklendiği bir dönemde ırkçı aşırı sağ unsurlara dönüp bakmak kimsenin aklına gelmedi. Buna dikkat çekmek isteyenler ciddiye alınmadı, hatta susturulmaya çalışıldı. Alman medyası, bir yandan elde herhangi bir bulgu olmamasına yoğunlaşırken cinayetlere ‘Döner Cinayetleri=Dönermorde’ adını koyarak doğrudan bir algı operasyonuna girişti. Algı operasyonu mafya cinayeti, namus cinayeti, Türk-Kürt kavgası, Alevi-Sünni çatışması, MİT cinayeti, alacak-verecek kavgası şeklindeki yönlendirme çabalarıyla sürdü. Cinayetleri aydınlatmakla görevli emniyet birimleri de bu algı çerçevesinde işe koyuldu. Cinayetlerin izini sürmekle görevli ilgili özel komisyona ‘Boğaziçi=Bosphorus’ ismi verildi.

Katillerin kimlikleri ve gayesi, korku ve dehşet duygusu yayarak ülkedeki Türkleri ürkütmek olan NSU örgütünün varlığı, bir banka soygunu ile tesadüfen ortaya çıktı. Örgüt üyeleri, 4 Kasım’da Thüringen eyaletine ait Eisenach kasabasındaki Sparkasse şubesini soyarak 71 bin 920 Euro çaldı. Bisikletle kaçan soyguncu Naziler, Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt yakında park ettikleri karavanlarına gittiler. Polis, yolları keserek yaptığı, helikopterlerin de katıldığı arama çalışmalarına rağmen suçluları bulamadı. Daha sonra dikkatli bir vatandaşın ihbarı ile karavanın yerini tespit eden polis, araca yaklaştığında önce içeriden gelen silah seslerini duydu, ardından da karavanda çıkarılan yangınla karşılaştı. Sonradan yapılan adlî tıp incelemesine göre, failler intihar ederken karavanı da ateşe vermişlerdi. Karavandaki yangına rağmen çalınan paralarla birlikte, aralarında 8 Türk ve 1 Yunan’ın katledildiği silah ile katledilen polise ait tabancanın da bulunduğu silahlar ve bir hayli delil elde edilmişti. Aynı gün örgüt üyelerinin birlikte kaldıkları ev, hücrenin üçüncü üyesi Beate Zschäpe tarafından ateşe verildi. Firar eden Zschäpe, 8 Kasım’da Jena’da polise teslim oldu. Ardından tutuklandı ve hücrenin sağ kalan tek üyesi olarak mahkemeye sevk edildi. Mahkemeyle birlikte ‘Berlin’de hâkimler var’ özdeyişiyle tüm dünyadaki temel hukuk kitaplarında yer alan Almanya’da bunu yalanlayan soruşturma ve hukuk cinayetleri süreci başladı.

Döner Cinayetinden Ceska Cinayetlerine

Üye ve destekçi sayısı tam olarak ortaya çıkartılmayan NSU’nun aktif üyeleri arasında Alman gizli servis elemanları, muhbirler ve değişik konumlardaki ajanların bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle katillerin yıllarca aktif olmalarına ve işledikleri cürümlerle ilgili çok sayıda bilgi, belge, şüphe ve ihbarlar bulunmasına rağmen bir kaza neticesi deşifre oluncaya kadar polis ve istihbarat birimlerince korundukları ortaya çıktı. Neredeyse tüm cinayetlerin işlendikleri zamanlarda ya cinayet mahallinde veya çok yakınlarda güvenlik ve istihbarat elemanlarının bulunduğu tespit edildi. Ancak gerek emniyet gerekse istihbarat birimleri bunların üzerini örtme gayretinde oldu. Cinayetlerin bir türlü Nazilerce işlendiğini söyleyemeyen savcılık, adeta Döner Cinayeti algısını devam ettirircesine soruşturma dosyasının ismini cinayetlerde kullanılan silahtan hareketle ‘Ceska Cinayetler’ koymuştu.

Birçok şahsiyet, NSU cinayetlerinin ve davanın Almanya için bir utanç vesilesi olduğunu söylemesine rağmen, başta BND (Bundesnahrichtendienst = Devlet Haber Alma Servisi) olmak üzere ilgili organların belgeleri yok etme, gerçekleri gizleme, elemanlarını konuşturmama gibi metotlarla örgütü koruma altına almaları, gerçeklerin ortaya çıkışını engelledi. Hâlbuki istihbarat örgütlerinin bölgedeki aşırı sağ ve Neonazi yapılanmalardan, başlangıcından itibaren haberdar olduklarını, bu bir yana güvenilir ajanları ile örgütlerin içinde ve yönetiminde bulunduklarını, para ve silah temininden eylem planlamasına kadar her alanda onlara önderlik ettiklerini, yardımcı olduklarını, kol kanat gerdiklerini gösteren bir hayli delil mevcuttu. İstihbarat örgütlerinin birçok sorumlusu bu nedenle istifa ettiler. Sorumluluk alarak yapılan istifalar aslında mahkeme sürecinde konuyu kilitlemekten başka bir anlam ifade etmiyordu. Mahkeme, kamuoyu ve kurban aileleri çaresiz bir konuma itilirken Alman siyasilerin konuya yaklaşımları timsah gözyaşları dökmek şeklinde oluyordu. Bazı şahitlerin esrarengiz şekilde ölümleri yanında eldeki tek örgüt üyesi Beate Zschäpe’nin mahkemedeki pervasız tutumu ve hapishanede prensesler gibi yaşadığı haberleri Türk kamuoyunun ümitlerini zaten söndürmüştü.

Mahkemenin kararı, ümitsiz kamuoyunun beklentileri doğrultusunda oldu. Örgüt, üç kişiyle sınırlandırılarak korundu. Standart delil incelemeleri bile doğru dürüst yapılmadı. Meclislerdeki araştırma komisyonlarının bulgu ve uyarılarını dikkate almayan mahkeme, merkezi istihbarat örgütünün, NSU hakkında bilgilerin yer aldığı dosyaları yok etmesine ve emniyet organlarının delil toplama sürecindeki engellemelerine ses çıkaramadı. Beate Zschäpe’ye verilen ömür boyu hapis cezasının kamuoyunu tatmin edeceğini düşünen mahkeme, aslında Türklerin arzusunun intikam değil adalet ve benzeri cinayetlerin önlenmesi için örgütün tüm yönleri ve mensupları ile ortaya çıkarılması olduğunu görmezden geldi. Üstüne üstlük dosyaya, Almanya tarihinde görülmeyecek şekilde 120 yıl erişim yasağı kondu. Bu, baştan sona usulsüzlük ve kanunsuzluklarla örülü NSU cinayetlerinin, derin devlet operasyonu olduğunu ortaya koyan davranıştan başka bir şey değildir. Mağdur yakınları, konuya ilgi gösteren -ne yazık ki- az sayıda Türk ve Sivil Toplum Kuruluşu ile duyarlı Alman çevrelerin ifadesi bu davanın burada bitmeyeceği, tüm olumsuzluklara rağmen gerçeğin ortaya çıkması ve adaletin sağlanması için mücadelenin devam ettirileceği yolundadır.

Her üç konuda (PKK, FETÖ, NSU) kamuoyunun gözleri önünde yaşananlar Almanya’nın bir bilinmeze doğru gittiğine işaret etmektedir. Bu bilinmezlik, Türkiye kadar Almanya’yı, Avrupa’yı ve dünyayı endişelendirecek karakterdedir. Ülkenin politik gücü, sanayi ve ekonomideki liderlik pozisyonu, AB’deki öncülüğü gibi pozitif göstergeler bu endişeyi giderememektedir. Seçimlerde AfD (Almanya için Alternatif) adlı popülist-ırkçı-sağ partinin yüzde 10 üzerinde oy alarak Bundestag’a yüze yakın milletvekili sokması bunu göstermektedir.

Mülteci ve yabancı karşıtlığının, Türk ve Müslüman düşmanlığının, İslamofobinin bu derece revaçta olduğu bir ülkede eğer köklü devlet kurumları, istihbarat ve emniyet güçleri gayri-kanuni uygulamaların bu derece içerisindeyse korkulması gereken bir şeylerin varlığı aşikârdır. Cinayetleri önlemekle görevli organların cinayetlerde destekçi konumuna gelmesi, dünyanın hangi ülkesinde olursa olsun alarm verici bir gelişmedir. Yaşananların Türkiye ve Türkler odaklı yaşanması ise hem Almanya’da yaşayan üç buçuk milyonu aşkın insanımız hem de ülkemizin istikbali adına bizleri derinden endişelendirmektedir.

Almanya’nın, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 28 Eylül’de başlayacak ziyaretlerinde siyasi, askeri, ekonomik, hukuki, sosyal ve kültürel birçok gündem maddesi arasında hassaslık derecesi olarak önemli ağırlığa sahip bu konulardaki tavrı, gelecekteki yüzünü ve bilhassa terörle imtahanının neticesini göstermesi bakımından hayati işaretler verecektir.

1 http://dipbt.bundestag.de/doc/btd/17/073/1707319.pdf
2 http://dipbt.bundestag.de/doc/btd/19/033/1903397.pdf#search=%22%22
3 https://www.verfassungsschutz.de/de/download-manager/_vsbericht-2017.pdf

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir