Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Nisan 26, 2024

“Batı Zehirlenmesinin Yeni Adı; Erdoğan Korkusu”

Yazar Alev Alatlı’dan Yörüngeye Açıklamalar:

Türkiye’den baktığımızda görünmeyen bir buzdağıdır karşımızdaki. Başkan Erdoğan bu büyük resme, buradan giriyor. İslam, Yahudi-Hristiyan füzyonu ve revaç verdiği ekonomik modelin önündeki en büyük örgütlü engel olduğu sürece, başta Cumhurbaşkanımız olmak üzere unutturulmak istenen kadim insani değerleri ısrarla hatırlatan, savunan önderlerden nefret edeceklerdir.

Batı, Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte kendi varlığını sürdürmek için komünizm tehdidinin yerine yeni bir tehdit
buldu: İslam!

Türkiye’nin, savunma sanayii başta olmak üzere birçok alandaki yerli ve milli adımları ise Batı’da alarm zillerinin çalmasına neden oldu. Özellikle 2007’den sonra İslamofik zemin üzerinden yükselen Erdoğanofobi, en üst seviyeye çıktı.

24 Haziran seçimleri öncesinde ve sonrasında Erdoğan korkusu ve bu korku üzerinden koparılan fırtınaya tanık olundu. Futbolcular Mesut Özil, İlkay Gündoğan ve Cenk Tosun’un, Mayıs ayında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la Londra’da yaptıkları görüşmede çektirdikleri fotoğraf, gündemi günlerce meşgul etti. Almanya’da bazı siyasetçiler, Mesut Özil ve İlkay Gündoğan’ın “Almanya’nın demokratik değerlerine bağlılıklarını” sorguladı. Almanya’da, Milli Takım’ın beklenmedik şekilde ilk turda Dünya Kupası’ndan elenmesi sonrasıysa Mesut Özil ve İlkay Gündoğan’a yönelik eleştiriler yeniden arttı.

Peki, Erdoğan ve Türkiye neden hedefte? “Türkiye’nin kendisine biçilen rolü, yönetmenin istediği repliklerle oynamayacağı ortaya çıktı” diyerek açıklayan Yazar Alev Alatlı, İslam düşmanlığı ve Erdoğan korkusuyla ilgili sorularımızı yanıtladı.

Batı’nın üzerinde bir Erdoğanofobi hayaleti dolaşıyor. Konunun uzmanları, Erdoğan karşıtlığıyla verilmek istenen mesajın, oluşturulmak istenen algının sadece buzdağının görünen yüzü olduğunu belirtiyor. Perde gerisinde ise çok daha sistematik ve planlı bir proje yani İslamofobi olduğu kaydediliyor.

Şöyle söyleyeyim, “İslamafobi” bir proje değil, strateji. Asıl proje, yeryüzünün “Goyim”den temizlenmesi. “Goyim” kim? Goyim, meğerki Yahudilere hizmet ediyor olsunlar, “yeryüzünde onlara yer olmayanlar.” Tanımı yapan Hahambaşı Ovadia Yosef (1918-2013). Kısaca “Shas” olarak bilinen Tevrad’ın Sefarad Askerleri isimli aşırı radikal siyasi partinin kurucusu ve ruhani lideriydi. 1984 yılında kurduğu SHAS, o gün bugün koalisyonun küçük ortağı olarak İsrail hükümetlerinde yer alır. İster sol eğilimli İşçi Partisi, ister milliyetçi/ muhafazakâr LİKUD çoğunlukta olsun, fark etmez.

Sanmayın ki Ovadia Yosef’in Goyim tanımı, iktidara talip bir siyasinin popülist hamasetinden ibarettir. Farklı içtihatlar olmakla birlikte Yahudi akaidinde “Goyim”, “sadece bize /Yahudilere/ hizmet için” doğanlar anlamındadır. Müslüman, Hristiyan, Budist, pagan fark etmez, “Çalışacaklar, saban sürecekler, hasat biçecekler. Biz /Yahudiler/ bir efendi gibi oturup yiyeceğiz. Yahudi olmayanlar işte bu yüzden yaratıldı” şeklindeki binlerce yıllık dünya görüşünün aksiyomlarından biridir.

Yahudi ve Goyim ayrımının, firavun-köle, sömürgeci-köle, derebeyi-serf, kapitalist-proleter ikiliğinin Eski Ahit’in tanrısı Rab Yahova’nın onay, emir ve kutsamasıyla oluştuğunu idrak etmelisiniz. Zaman içinde “haves and have nots” yani zenginler-yoksullar ikilemine de mesnet teşkil eden bu dünya görüşünün, “İsa’nın hakkını İsa’ya, Kayzer’in hakkını Kayzer’e” teslim etmek suretiyle dünya işlerine karışmamayı tercih eden Hristiyanlar tarafından yadırganmadığına dikkat edin. Nitekim yüzyıllar süren devasa köle ticareti böyle mümkün olabilmiştir. Halen de öyledir.

Öte yandan, 1900’lü yılların başlarından itibaren Eski Ahit-Yeni Ahit, yani Musevi ve İsevi yakınlaşması söz konusudur. Günümüze, Yahudi-Hristiyan füzyonu olarak yansıyan bu yakınlaşma, çalışkan, alçak gönüllü, yardımsever, cömert ilk İsevilerin saf dışı edilmeleri, yerlerini Yahova’nın Şahitleri, Yedinci Gün Adventistleri vb. Rab Yahova köktencisi, nevzuhur tarikatlara bırakmalarıyla sonuçlanır. Gelinen noktada İbrahimi dinlerin kadim silsilesi bozulmuş, tedavüldeki Hristiyanlık, Rab Yahova’nın himaye ve önderliğinde Yahudileşmeye durmuştur. Vatikan dâhil kalelerin birer birer teslim bayrağı çektiği bu süreçte, İslam’ın Kitaplı dinlerdeki yeri yok edilmeye çalışılır.

Yeni Dünya Düzeni’nde, “Goyim”in yerini ne alıyor?

Siyasete gelince, Amerika’da neşvünema Neo-Con hareketi, Yahudi-Hristiyan füzyonunun politik tezahürüdür. ABD’de, Paleo-Con dedikleri muhafazakâr Hristiyan hareketinde galebe çalan Neo-Con hareketi, Yahudi-Hristiyan füzyonunu İsrail-ABD birlikteliğine taşıyan harekettir.

Yeni Dünya Düzeni’nde “Goyim”in yerini, bu iki devletin başını çektiği finans kapitale “hizmet için doğan” toplumlar alır. Bir söyleşide boylanabilecek konular olmayıp, hele de Türkiye’den baktığımızda görünmeyen bir buzdağıdır karşımızdaki. Başkan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu büyük resme, buradan girdiğini söyleyip bitireyim. İslam, Yahudi-Hristiyan füzyonu ve revaç verdiği ekonomik modelin önündeki en büyük örgütlü engel olduğu sürece, başta Cumhurbaşkanımız olmak üzere unutturulmak istenen kadim insani değerleri ısrarla hatırlatan, savunan önderlerden nefret edeceklerdir.

“Doğru Okuyan Varsa Kendisine Saklıyor”

Bu planlı proje sizce Türkiye tarafından doğru okunabiliyor mu?

Doğru okuyan varsa da kendisine saklıyor, kamuoyuna intikal ettirmiyor diyelim. Bir kere Yahudilik ve Hristiyanlık hakkındaki bilgilerimiz, İlahiyat Fakültelerinde bile Kur’an’daki referanslardan öteye gitmiyor. Pratiğini, güncel uygulamalarını, siyasete evrilme biçimlerini hiç bilmiyoruz. Kaba bir anti-semitist hezeyan dışında bilgimiz ve ilgimiz yok. Keza, Hristiyanlığa ilişkin bilgilerimiz, görkemli kilise düğünlerine duyduğumuz hayranlıkla sınırlıdır. Oysa daha 2002 seçimlerinin akabinde, ortada fol yok yumurta yokken, AK Parti ve Başkan Erdoğan’a saldırılar başlamıştı. Daily Telegraph mesela, karalama kampanyalarının başını çeken gazetedir. Sekiz yıl önce, Eylül 2010’da, “İran’ın AK Parti’ye 25 milyon dolarlık bağışta bulunduğu” şeklindeki yalan haberi nedeniyle 25 bin sterlin tazminat ödemeye mahkûm oldu ama bu onları durdurmadı, çünkü genel stratejinin küçük kalemlerinden biri sayıldı. Bakın, Neo-Con hareketinin “Godfather”ı olarak tanınan bu kamuoyu önderi gazeteci Irving Kristol’ü tanımaz, bağlantılarını merak dahi etmezseniz. Daily Telegraph’ın Türkiye Başbakanıyla ne alıp veremediği bir muamma olarak kalacaktır. Oysa adamın 2006’da bir demeci vardır: “Soğuk Savaş bittiğine göre, Amerika’nın gerçekten ihtiyacı olduğu şey tevil götürmeyecek kadar aşikâr bir ideolojik ve tehditkâr düşmandır. Bu düşman/ karşı koymaya değecek, bütün Amerikalıları direnişte birleştirecek bir düşman” olmalıdır. Ardından bir de aşağılık espri patlatmıştı, “Amerika’nın düşmana en çok ihtiyaç duyduğu bir zamanda, nerede bu uzaylı işgalciler?”

Diyeceğim, ne İslamafobi bir günde oluştu ne de Tayyip Erdoğan nefreti. Baksaydık, bakabilseydik, Daily Telegraph’ın “Down Jones gazeteleri” diye bilinen ve aralarında The Wall Street Journal, New York Post, Daily Mail ve The Independent’ın da olduğu on dört gazeteden birisi olduğunu görürdük. Kim bilir belki patronlarının kimliğini araştırmak yoluna bile giderdik. Bunu yapsaydık, karşımıza FOX TV’nin sahibi, “Neo-Con’ların medarı iftiharı” Rupert Murdoch adındaki ünlü Forbes zengini- Yahudi militanı çıkardı. Irak Savaşı’nı, sahibi olduğu medya yığışımına ait 14’ü uydu üzerinden yayın yapan 50’yi aşkın küresel televizyon kanalı ile aklayan adamın Başkan Erdoğan’a adil davranmasını beklemez, niye diye sormazdık.

“Türkiye’nin Kendine Biçilen Rolü Oynamayacağı Ortaya Çıktı”

Fransız siyaset bilimci Oliver Roy, “Siyasal İslam’ın İflası” çalışmasında siyasal İslam’ın iktidar denemesinin modernizm karşısında kendisine yeni bir alan açamaması nedeniyle hüsranla sonuçlanacağı öngörüsünde bulunuyordu. Tabii Türkiye’yi dışarıda tutuyordu. Bu tezi 2004’te kaleme aldığında AK Parti’yi “İslam’ın demokratikleşen yüzü” olarak tanımlıyordu. 2007 sonrasında ise Avrupa’da, Erdoğan’ın siyaset dili “muhafazakâr demokratlıktan radikal siyasal İslam’a kaydı” şeklinde yorumlanmaya başladı. 2007 için bir “radikal” söylemden bahsetmek mümkün değilken 3 yıl gibi kısa bir sürede Avrupa basınındaki bu makas değişikliğini neye bağlıyorsunuz ve neyin habercisiydi?

Oliver Roy’u tanımıyorum ama siz daha “siyasal İslam” derken, lâfın nereye gideceği açık diye düşünürüm. Bakın, “siyasal İslam” diye tanımladığınız bir kavramdan yola çıkarsanız dünya pratiğine dair yorumlarınızda sıkıntı olur. Bunlardan birisi, İslami insan görüşü ve değer yargılarının modernizmle uzlaşmaz çelişkisidir. Meselâ hem ulus-devlet yanlısı hem de tevhidi Müslüman olunmaz. Bu bağlamda “siyasal İslam’ın iktidar denemesinin” hüsranla sonuçlanacağı malûmu ilâmdan ibarettir. Meğerki İslâm’ın akidesini revizyona tabi tutasınız, yani dillerine pelesenk ettikleri “Light İslam” formülüne geçersiniz, insan yaşamının kendisini aşan bir anlamı olduğuna inanan, şehadet mertebesinde huzur bulan, hatta komşusu açken tok uyumaktan hicap eden bizcileyin insanları modernizm, demokrasi gibi Batı menşeli kurgularla test etmeye kalkmazsınız. Dahası, AK Parti ya da değil, Erdoğan kıratında bir liderin, kitlelerin teveccühünü kazanıyor olmasının dini inançlarının ötesinde başka nedenleri vardır. Oryantalist şartlanmalar olaylara gerçekçi bakmayı önlemese de kısıtlar. Tayyip Erdoğan, modernist anlayışın dışlaya geldiği kesimlerin sesine kulak verebildiği için (ve verebildiği sürece) liderdir. Bunlar kısık seslerdir. Batıların demokrasi gibi yönetsel yöntemlerle, bizim İslami akidemiz mucibince duyduğumuz da savunulabilir.

Diyeceğim, demokrasi ne özgürlüğün ne de eşitliğin ilk ve son şartıdır. 2007’den sonra ne oldu diye soruyorsunuz. Türkiye’nin kendisine biçilen rolü yönetmenin istediği repliklerle oynamayacağı ortaya çıktı. Irving Kristol’un demecinin tarihine dikkat edin. Bir de Avro-Amerikan basınını bir ucu renkli gazoza, diğer ucu uzay sanayine uzanan yığışımları oluşturan ticari kuruluşlar kapsamında görmeyi öğrenmeliyiz. Dördüncü kuvvet, hatasıyla sevabıyla eskide kaldı. Günümüz medya mensupları, sahici düşüncelerini yayın organlarına sokmamak için maaş alır.

Erdoğanofobi’nin temellerinde Doğu-Batı çatışmasının da bulunduğu kaydediliyor. Örneğin, Abdülkadir Özkan, Kopernik Yayınları’ndan çıkan ‘Erdoğanofobi (Siyasette Erdoğan Korkusu)’ adlı eserinde, Erdoğanofobi’nin salt Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Batı arasındaki ilişki üzerinden okunamayacağını, Doğu – Batı çatışması bağlamında tarihsel ve felsefi temelleri olduğunu söylüyor. Hatta İslam’a yönelik önyargı ve oryantalizmin tahripkâr bakiyesinin çoğu zaman Erdoğan üzerinde yoğunlaştığından bahsediyor.

Söyleşimizin başından beri anlatmaya çalıştığım budur. Şu farkla ki ben, Doğu-Batı diye bir ayırım yapmam. Avrupa Aydınlanmasının tezgâhından geçenlerle geçmeyenler arasındaki bir ayırımı daha gerçekçi buluyorum. Kamçatka’dan daha doğusu yok ama bir bakmışsınız, Batılıdan daha Batılı. Suudi prensi bilmem kime “Doğulu” diyebiliyor musunuz? Hâsılı Doğu, Batı, Kuzey, Güney diyoruz ama Batı her yerde!

“Oryantalist Akım, Batı’nın En Yetkin Zekâlarını Hadım Etti”

Burada Edward W. Said akla geliyor. Said’in ifadesiyle Batı, ‘öteki’ olarak konumlandırdığı İslam toplumları hakkında, İslam düşmanlığı kodları üzerinden hareket ediyor ve bir fikir birlikteliği oluşturuyor. Batı’nın tarihsel altyapısına göre de Doğu ‘öteki’ ve İslam da Doğu’ya ait bir din. Bu nedenle Batı siyasetinin ve medyasının ‘otoriterlikle eşitleyici bir söylem’ üzerinden Erdoğan’ı bir numaralı hedef haline getirmesi, Said’in ‘şarkiyatçılık’ teziyle doğrudan irtibatlı mı?

Elbette, irtibatlı. Bakın, oryantalist akım, Batı’nın en yetkin zekâlarını hadım etti. Körleştirdi, kısırlaştırdı, bıraktı. Geride bıraktıkları ile ne kendileri rahat etti ne de bize huzur verdiler. Oysa istediklerine kavuşmalarının daha kolay yolları da vardı. Kızılderili Povhatan kabilesinin ünlü bir reisi vardır. Virginia’ya gelen İngiliz sömürgecilerin liderine, “Sevgi ile anında sahip olabileceğiniz şeyleri zor kullanarak almaya veya size yiyecek sağlayanları yok etmeye iten nedir sizi?” demesi vardır, “Biz erzakımızı saklayıp, ormanda kaybolabilecek durumdayken, vuruşarak elde edeceğiniz nedir? Bize yanlış yaparak kendinizi açlığa mahkûm etmeniz nedendir? Silâhsız olduğumuzu, sizi beslemeye gönüllü olduğumuzu görüyor olmanıza rağmen neden bu kadar güvensizsiniz, hele de bizim yardımımız olmadan yiyecek tedarik edemeyeceğiniz halde?” Reisin bu konuşmayı yaptığı yıl, 1610. Bizim erzakımız, medeniyetimiz. Her an paylaşmaya hazırken biz, bu öfke nesi demez misiniz?

Sizce Türkiye, bu şekilde algılandığı dünya arenasında gerek entelektüel düzeyde gerekse politika anlamında ne tür adımlar atmalı?

Bana sorarsanız dünya entelektüel arenasını bir yana bırakıp, kendi işimize bakmalıyız. İşin aslını bilmediğimiz, meselelerin derinine inmediğimiz sürece dünyayı doğru okuyamayız bile, nerde kaldı etkilemek hele de değiştirmek. Boş verin, biz bilgilenmeye bakalım. Yolumuz çok uzun.

Batı’nın, bağımsız hareket eden bir Türkiye’den rahatsız olduğu yorumları yapılıyor. Erdoğan karşıtlığının da bundan dolayı Avrupa başkentlerinde karşılık bulduğu savunuluyor. Ancak görüyoruz ki NATO’dan çıkmak gündemde yok. Avrupa Birliği hedefleri de devam ediyor. Erdoğan karşıtlığı tezi, “Tüm Batı bize düşman” denilerek iç politikada seçmeni konsolide etmek için fazla mı abartılıyor?

Tüm dünya değil tabii ama Avro-Amerikalıları direnişte birleştirecek bir düşman yaratma peşinde olanlar elbette Erdoğan karşıtı. Ancak birine düşman olmak, ondan yararlanmayı önlemiyor. Tersine domuzdan kıl kopartmak gibi bir telmihi de var. Bu bakımdan NATO’da devam ediyor olmamızın pek fazla bir kıymeti harbiyesi yok. İç politikada seçmeni konsolide etme gayretini bilemem ama “Westoxication” diye bir şey olduğunu bilirim, Batı zehirlenmesi. Şahsen beni “Batılılar”ın husumetinden çok, Westoxication sendromu kaygılandırır. Daha tehlikeli olduğunu düşünürüm.

“Mama Mia! Erdogan Geliyor!”

Nisan ayında Center for Security Policy (Güvenlik Politika Merkezi) yayınlarından “Türkiye Artık Müttefik Değil. Erdoğan’ın Yeni Türk Halifeliği ve Batıya Karşı Yükselen Cihadist Tehdit” isimli kitap yayımlandı. Bu kitabı nerede konumlandırıyorsunuz?

Bu kitabı da bilmiyorum. Ne kadar albenili hatta seksi bir başlık demez misiniz? Miami plajlarında, sosisli sandviç yiyen Amerikalı ev hanımları okurlar artık. Allah’tan başkan uzun boylu ve açık renk! Bir de sakallı falan olsaydı, rüyalarına girerdi artık. “Mama mia! Erdogan geliyor!” Aşağılık bir oportünizm vesselam.

ABD Başkanı Donald Trump ile damadı ve danışmanı olan Jared Kushner’in, Türkiye ve Erdoğan ile ilgili büyük sorunlar yaşamadığını gözlemliyoruz. Bu açıdan baktığımızda Trump’a üstü örtülü direnen bürokrasinin, Türkiye ve Erdoğan bakışı nedeniyle yine Trump’a bir direnişi olabilir mi bu sert söylemler?

Siz siz olun, Donald Trump’ın, Ağlama Duvarı önündeki kippalı fotoğraflarını görmezden gelmeyin! Yahudi-Hristiyan füzyonunu yalamış yutmuş bir adamdır. Sessizliğini hayra yormak hamakat olur.

Söz konusu kitabın, Türkiye’ye ilişkin Washington DC’deki baskın görüşü yansıtmayacağı sonucunu çıkaranlar da var.

Kitabı bilmiyorum. Bildiğim tek şey tek bir kitabın veya yazarın veya akademisyenin veya generalin veya siyasinin veya sivil toplum önderinin Amerika Birleşik Devletleri’nde bir başına etkin olamayacağı. Onların olayı bir yumurtayı dokuz kişinin kaldırması ve kırması olayıdır.

Kitabı yayımlayan Güvenlik Politikaları Merkezi’nin başkanı Frank J. Gaffney tarafından yazılan Önsöz, şu ifadelerle son buluyor: “Recep Tayyip Erdoğan’ın hükümeti artık müttefik değil, bu noktada düzeltici adımlar atmak istiyorsak önce bu realiteyi kabul etmeliyiz.” Yani baktığımızda Erdoğan’ı devirmek değil de Türkiye’yi anlamak ve onunla yeni bir ilişki türü geliştirmek öneresi çıkmıyor mu bu ifadelerden?

Bilemem. Spekülasyon yapmak da istemem. Bununla beraber, ABD’de bir yerlerde aklı başında birilerinin kalmış olması büyük ihtimal dâhilindedir. Ne de olsa akıllı düşman, akılsız dosttan evladır.

Türkiye’de bir dönüşüm yaşandı. Ancak paradigma ve teorik açıdan altı çok dolu durmuyor eleştirileri var. Kurucu ideolojiyle bir sentezleme yapılarak daha güçlü bir düzen ortaya çıkar mı?

Olacağına bakın. Düşündüğünüz sentezleme ister istemez gerçekleşecektir. Bağdaştırmacılık (sinkretizm) diye bir vakıa var. Nasıl ki Osmanlı’nın Selçuklu’dan, 1923 Cumhuriyeti’nin Osmanlı’dan tümüyle kopması beklenemez, 2018 ıslahatı da kurucu ideolojiden büsbütün ayrı düşmeyecektir. Bunda da bir hayır vardır, keskin virajları yumuşatır, tehlikeleri azaltır.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir