Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Nisan 19, 2024

Kemal Bey Uzatmaları Oynuyor

CHP’nin sorunu ‘teşhis’te değil, ‘tedavi’ aşamasında ortaya çıkıyor. Hastalık da ilaç da nice zamandır biliniyor. Sıkıntı, bu parti bu ilâcı neden içmez, tedaviyi neden kabul etmez sorusunda düğümleniyor.

CHP ile ilgili en doğru tespiti o partiyle senelerce haşır neşir olmuş, o kadrolarla birlikte çalışmış, partiyi girdiği çıkmazdan kurtarma gayretlerine destek vermiş ama sonunda pes etmiş sosyal demokrat kökenli bir akademisyen yapmıştı: “Bu partinin bir kurtuluşu yoktur. O ideolojik çekirdek, o partiyi ne ondurur ne kondurur. CHP meselesini zaman içinde tarih çözecektir.” Adı, CHP ile anılan Bülent Ecevit gibi karizmatik bir siyasetçi bile o ideolojik çekirdeği kıramayacağını görmüş, partiyi kalıcı şekilde dönüştüremeyeceği kanaatine varınca 12 Eylül’den sonra sonu gelmeyen ısrarlara rağmen bir daha CHP’ye dönmemiş, gidip Demokratik Sol Parti adıyla yeni bir parti kurmuştu.

‘CHP Nasıl Kurtulur?’

Meşrutiyet devirlerinde meşhur, ‘İslâm, terakkiye mâni mi” sorusu vardı, yeni zamanların sorusu ise ‘CHP nasıl kurtulur?’ (Zamanın münevverleri birincinin cevabını doğru düzgün verebilmiş olsalardı belki de bugün ikincisiyle meşgul olmayabilirdik.)

‘CHP Nasıl Kurtulur’ sorusu, çok partili hayatımızda neredeyse CHP’nin kendisi kadar eskidir. Çarpıcı bir örnek şudur: 1960’ların başında CHP’nin önde gelen isimlerinden Turan Güneş, YÖN dergisinde yazdığı yazılarla ‘CHP nasıl kurtulur?’ sorusuna cevap ararken bundan kırk yıl sonra oğlu Hurşit Güneş de aynı sorunun etrafında bir kitap yazıyordu. İşin garibi, 1960’larda Turan Güneş’in tespitleri ile 2000’li yıllarda oğlunun tespitleri hemen hemen aynıdır. Daha pek çok yazarçizer, siyasetçi ve akademisyen CHP’deki sorunu doğru tespit etmiştir. Bu partinin bir ‘devlet partisi’ olarak doğuşu, jakoben ve elitist kimliği, toplumu değil devleti öncelemesi, parti elitlerinin halka tepeden bakışı, ‘oligarşik yapının sözcülüğünü yapması’ vs.

CHP’nin sorunu ‘teşhis’te değil, ‘tedavi’ aşamasında ortaya çıkıyor. Hastalık da ilaç da nice zamandır biliniyor. Sıkıntı, bu parti bu ilâcı neden içmez, tedaviyi neden kabul etmez sorusunda düğümleniyor. CHP bu haliyle halkın ancak belli bir coğrafyadaki dar bir kesiminden, o da ümit vadettiği için değil, yaşam tarzı endişeleri için bir güvence olarak görüldüğü için oy alabiliyor.

Sorun Liderlik mi?

CHP’ye, hastalığını tedavi edecek ilâcı içerecek bir lidere, o lideri destekleyecek nitelikli kadrolara, o lider ile kadroya yön verecek bir yol haritasına ve yenilikçi bir parti programına ihtiyaç var. Yani lider-kadro-program şeklinde ‘üçayaklı bir çıkış stratejisi’ gerekiyor.

Bu programın mevcut Türkiye şartlarında üzerinde yükseleceği iki sütun ise özgürlük ve adalet arayışı olmalı. Türkiye’nin dün olduğu gibi bugün de temel ihtiyacı, doğru ekonomi politikalarıyla desteklenmiş olan özgürlük ve adalet arayışıdır. Lider en önemli ayaktır, zira Türkiye, ‘karizmatik liderler ülkesi’dir. Türkiye’de siyasetin çok partili dönemini, beş adam üzerinden anlatabilirsiniz: Sağda Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan; solda ise Bülent Ecevit.

CHP’yi ayağa kaldıracak olan da ‘doğru liderlik’tir. Bir ‘lider’ çıkar, bu çelik çekirdeği kırar ve partiyi büyük kitlelere açar. Bülent Ecevit liderliğindeki CHP bunu, 1973-1977 seçimlerinde başardı. Çok partili hayata geçişten sonra %33’e ulaşarak, ilk kez seçim yarışını sağ partilerin önünde bitirdi. Bir sonraki seçimde de oylarını yüzde 41’e çıkartmayı başardı.

Yamalı Bohça

CHP içindeki arayışlar deyince, ‘Kuruluş kodlarına’ dönmekten bahsedenleri de partinin daha ideolojik bir zemine oturmasını arzulayanları da görüyoruz. Herkes kendi kafasına göre bir CHP istiyor. Bir derneğe, örgüte üye olması gerekenler nasıl olmuşsa gelip Türkiye’yi yönetmeye aday bir partiye girmiş, bu kesimler şimdi de partinin, kendi dar görüşlerine göre şekillenmesini istiyor. Bunlar kendilerine ‘sol kanat, ‘Kemalist’, ‘Özgürlükçü sol’ benzeri isimler vermiş olsa da nihayet partiyi dernek kalıbına dökmeye niyetliler. Bunlara ek olarak -veya bunların arasında – pekâlâ HDP’de siyaset yapması gereken isimler de var.

Bunların karşısında ise parti yönetimini ele geçirmiş, küçük olsun bizim olsun mantığıyla hareket eden, herhangi bir değişimde koltuğunu kaybedeceğinden korkan, CHP’nin bu ‘canlı cenaze’ halinden rahatsızlık duymayan eyyamcı kadroları görüyoruz. Bugün kurultay talep edenler, aynaya bakmadan ‘partide koltuk sevdalıları var’ diye konuşan isimler bunlar. Muharrem İnce ise bu odakların dışında bir çizgiyi temsil ediyordu. Dolayısıyla ne parti içindeki iktidar sahipleri ne de öteki ‘muhalifler’ onu sevdi.

Muharrem İnce Farkı

Muharrem İnce bu canlı cenazeyi uyandırmak, biraz kıpırdatabilmek, hatta ayağa kaldırabilmek için senelerdir çırpınan bir isim olarak zaten kamuoyunun gözünün önündeydi. Ancak 24 Haziran’a kadar sahne alma şansını hiç yakalayamamıştı. Projektörler üzerine çevrildiğinde hem CHP seçmeni hem de CHP dışındaki seçmen uzun yıllar sonra ilk kez bu partinin içinden çıkmış sahici bir siyasetçi performansıyla karşılaştı. Muharrem İnce farkını görebildiğiniz noktaları sıralayalım: Birincisi, siyasetçi taklidi yapmayan hem partinin hem hayatın içinden çıkıp gelmiş sahici bir siyasetçi gördük. Samimi ve inandırıcı bir üslûpla konuşuyor, insanlara dokunabiliyor, onları ikna edebiliyordu. Hatta genel başkanın söylediği şeylerin aynıları bile İnce’nin ağzında ötekindeki gibi eğreti durmuyordu.

İkincisi, yeni şeyler söylüyordu. Kamuda başörtüsünden Kürt meselesine kadar parti yönetiminden o güne kadar pek duymadığımız şeyler telaffuz ediyor, özgürlükçü bir dil kullanıyordu.

Üçüncüsü, ‘iktidar talebi’yle ilgiliydi. Muharrem İnce gerçekten iktidar istediğine, yönetmek istediğine insanları inandırdı. Etyen Mahçupyan, ‘Kaybedenler Kulübü’ kitabında, CHP hakkında şöyle bir tespitte bulunmuştu: “CHP, kendisinden siyaset yapması beklenmeyen ama AK Parti’yi siyasetin dışına itmesi beklenen bir parti…”

Muharrem İnce, işte siyaset yapmadan AK Parti’nin sırtının yere getirilemeyeceğini fark eden bu bilinçle konuşan bir CHP’liydi.

Dördüncü fark, siyasette CHP’nin yerine bakışla ilgiliydi.

Türkiye’nin kutuplaşma sorununun bir ayağında Erdoğan’ın bu stratejiyle safları sıkılaştırma politikası varsa öteki ayağında CHP’nin vizyonsuz liderliği vardı. Erdoğan bunu, oyunu %50 ve üzeri bir tabana oturtmak için yapıyordu. Kılıçdaroğlu ise aynı yola %25’in altına düşmemek için giriyordu. Çünkü CHP yönetimin zaten daha yukarılara çıkabilmek gibi bir beklentisi yoktu, hedefi %25’in altına düşmemekti.

Muharrem İnce, bu mutabakatı kabul etmedi, %25’e razı olmayacağını açıkça gösterdi. Muharrem İnce’nin, Erdoğan ile mücadele etmeye niyeti ve mücadele edebileceğine inancı vardı. %25’lerin çok üzerinde oy alabileceğine samimiyetle inanmış görünüyordu, bunun için mücadele etti ve amacına ulaştı.

Beşinci farkı, bozgunculuğa, oyunbozanlığa, çamura yatma siyasetine prim vermemesiydi. Seçim gecesi çamura yatmaya kalkmayıp ‘adam kazandı’ diyebilmesi, bu partide Deniz Baykal ve Kılıçdaroğlu yıllarında görmeye alışık olmadığımız bir tavır. Bu tavrın o gece, seçim yenilgisinin belli olmasından sonra çamura yatmaya hazırlanan ‘etraf’ı da çoğu sosyal medyada mevzilenmiş parti militanlarını da rahatsız etti. Ancak bu tavır siyasette, Muharrem İnce’nin artı hanesine yazılmıştır.

Seçim sonrası Erdoğan’ı tebrik etmesi, bunu izah ederken ‘Erdoğan’a oy vermiş 26 milyon insanın bir hatırı yok mu? Ben yarın bu insanlardan oy isteyeceğim’ demesi, takdir edilmesi gereken bir tavırdır. Bu olgun tavırla seçimin ertesi günü, ‘Diktatörün nesini tebrik edeceğim!’ diye konuşabilen, seçimden sonraki ilk grup toplantısında seçimin meşruiyeti üzerinde tartışma yaratmaya kalkan Kılıçdaroğlu’nun tavrını karşılaştırın. İkisi arasındaki fark, partiyle aday arasındaki dört milyon farkı izah etmeye yeter.

Aday Oyu- Parti Oyu Farkı

Partiyle adayın aldığı oyların arasındaki farka değinirken bir gerçeğin altını çizelim: Muharrem İnce, partisinden daha çok oy almasının önemli bir sebebi, meydanlarda partisinin görüşlerini değil, kendi görüşlerini seslendirmiş olmasıydı. Habertürk’teki söyleşisinde, “Görüşlerimin partide iktidara gelmesi, bunların partinin görüşleri olmasını istiyorum” diyerek açıkça söyledi. Muharrem İnce, kampanya süresince partisinin bazı yanlış politikalarından kendisini ayrıştırabilmeyi başardı. Partisinin görüşlerinden uzaklaştığı her konuda oylarını artırabildi. Partisinin görüşleriyle paralel çizgide olduğu konularda ise yerinde saydı.

%35’e Ulaşabilir miydi?

%35 gerek bugün için gerekse 51 günlük bir kampanyayla erişilmesi kolay bir hedef değildir ama İnce, bazı hassas konularda daha doğru bir dil tutturabilseydi, aldığı oyun üzerine çıkabilirdi. %35’lere doğru gidebilmenin yolu, ‘apolet tartışmasını uzatmamak’tan ya da ‘vakit kalmadığı için 8-10 ile daha gidebilmekten’ geçmiyordu.

Evet, Muharrem İnce, Kılıçdaroğlu’ndan farklı olarak ‘öteki mahallelere’ de hitap edebilen bir isim ama bunu vesayet ve dış politika gibi iki can alıcı alanda yeterince yapmadı, hatta hiç yapmadı.

Muharrem İnce’nin 27 Nisan muhtırası, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı, Yargıtay Başsavcılığı’nın AK Parti’ye açtığı kapatma davası gibi hukuksuzluklara haksızlıklara bir itirazını duymadık. Bunları onayladığı için mi ses çıkartmadı? Zannetmiyoruz ama itirazı yükseltme cesaretini de göstermeliydi.

Kemal Kılıçdaroğlu’ndan bu tür özeleştiriler bekleyen yok ama bunlar Muharrem İnce’ye yakışırdı. Ayrıca dış politikanın, Türkiye’deki seçmenin, bilhassa AK Parti seçmeninin zihin ve duygu dünyasındaki yerini doğru algıladığını düşünmüyorum. 15 Temmuz darbesinin, Fetullah Gülen’e kucak açan, PKK’ya beş bin TIR silah veren bir Amerika gerçeğinin bu toplumda yarattığı öfke seline hitap eden bir dil kullanamadı. Genel başkanı gibi, bu konularda rakip aktörlerin söylemini kullanmadı ama toplumun büyük kesimlerine güven verecek tutarlı bir duruş da sergileyemedi. Bu sebeple Türkiye’yi kuşatan irili ufaklı şer odaklarına karşı Türkiye’yi savunma tekeli, Erdoğan’ın elinde kaldı.

Kurultayı Şimdi İsteme Partiyi Böler mi?

Muharrem İnce’nin, partisinden sekiz puan yukarıda oy almış olması, Tayyip Erdoğan’ı mutlaka rahatsız etmiştir. Ancak galiba Erdoğan’dan daha fazla CHP içindeki kadroları rahatsız etti.

Kılıçdaroğlu yönetimi, kurultayı toplamamak için direniyor. Bahane hazır: Yerel seçimler yaklaşırken kurultay arayışlarıyla partiyi karıştırmayalım. Aslında zımnen söyledikleri şudur: “Yaklaşan yerel seçimlerde belediye başkan adaylarını yine biz belirleyelim. Seçimi zaten kaybedeceğiz, ama kazandığımız birkaç yerde belediye başkanları bizim adamlarımız olsun.”

Türkiye genelinde seçimi kaybetseler de Ankara’da Çankaya’yı; İstanbul’da Kadıköy’ü, Beşiktaş’ı İzmir’de Büyükşehir ‘i Konak’ı vs kazanacaklarını biliyor ya, yeter! Zaten Hazine yardımı akıyor. Salı günleri Meclis’te Tayyip Erdoğan’a hakaret etmek serbest, üstelik haber kanalları bu konuşmayı canlı yayınlarken yapma imkânı var. Böylece tabana da nasıl aslanlar gibi muhalefet yaptığımız göstermiş oluyoruz. Muharrem Bey, partiden dört milyon fazla oy aldı diye şimdi bu düzene çomak sokması revâ mı?

CHP, hakikaten hayattan hiçbir şey öğrenmeyen, ne büyüyen ne küçülen, içindeki arayışlara da dışarıdan gelen telkinlere de sağır, ruhsuz, donmuş bir canlı cenaze veya garip bir siyasal organizma olarak orada öylece duruyor. Bu haliyle bile %20-25’lik oy tabanını tuttuğu için de dışarıdaki yeni sol arayışların da önünü tıkama vazifesi görüyor.

Direnebilmesi Siyasetin Kanununa Aykırı

Bülent Ecevit, paşa torunu, Robert Kolej mezunu, Hint şairlerinden çeviriler yapan bir entelektüeldi. Öyle olduğu halde bu millet Ecevit’e, ‘Karaoğlan’ demiş, dağlara taşlara onun adını yazmıştı. Kemal Kılıçdaroğlu ise Tunceli’nin Hozat’ında yoksul bir babanın oğlu olarak doğmuş, sıkıntılar içinde okumuş, dibine kadar bir Anadolu çocuğu olmasına rağmen büyük seçmen kitlelerinin ne yüreğine ne kafasına seslenebildi.

Türk seçmeni Muharrem İnce’de bir ışık gördü. Muharrem Bey’den bir ‘Karaoğlan’ çıkmayabilir, hatta gücü, Türkiye’nin sorunlarını çözmeye yetmeyebilir ama CHP’nin sorunlarını pekâlâ çözebileceğini gördük.

Millet belki Muharrem Bey’i, Ecevit’e yaptığı gibi başına taç etmez ama ona Kemal Bey’e durduğu gibi mesafeli durmayacağını gösterdi. Kurultay, yerel seçimden ister önce ister sonra toplansın, 24 Haziran’dan sonra Kılıçdaroğlu için artık siyasette bir manevra alanı kalmamıştır. Kemal Bey koltuğunda oturmaya devam etse bile toplumsal meşruiyetini kaybetmiştir.

Muharrem İnce mayası toplumda tutmuştur, toplum ona bir şans vermiştir. Dokuz seçim kaybetmiş, onuncuyu da kaybedeceği bugünden belli bir Kemal Bey’in buna direnebilmesi, siyasetin kanununa
aykırı.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir