Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Mart 28, 2024

İslam Dünyasında Hristiyanların Mabet İnşası

Suudi Arabistan’ın mensup olduğu Vehhabî-Selefî mezhep anlayışına göre, değil Medine’ye kilise yapılması, Hz. Peygamber’e nispet edilen ‘Arap Yarımadası’nda iki din bir arada bulunmaz’ ve ‘İslam’da havra ve kilise bina etmek yoktur’ şeklinde hadis kitaplarında yer alan ifadelere göre kesinlikle ‘yeni bir kilisenin inşasına’ izin vermesi mümkün değildir.

Hristiyanların İslam topraklarında mabet inşa edebilmeleri veya var olan mabetlerini korumaları ya da ihya edebilmeleri meselesi, İslam tarihinde çeşitli dönemlere göre farklılık arz eden uygulamalara konu olmuştur. Son zamanlarda bu mesele, bazı basın yayın organlarıyla sosyal medyada tekrar gündeme geldi. Bu haberler, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed b. Selman’ın, Suud’u ziyaret eden Vatikan’ın Papalık Dinlerarası Diyalog Konseyi Başkanı Fransız Kardinal Jean-Louis Tauran ile yaptığı görüşmede, Medine’ye bir kilise yapılmasını kabul ettiği yönündeydi. İnternette yaptığımız araştırmada böyle bir sözün verilmediği; ancak Suudi Arabistan’da yaşayan 1,5 milyondan fazla Hristiyan nüfusun ibadethane ihtiyacını gidermek amacıyla Riyad’da bir ibadethanenin yani kilisenin yapımı için gerekli tedbirlerin alınacağı yönünde açıklama yapıldığı belirtiliyordu. Hristiyan yazarlar, Suud’da kilise yapımına dair bir garanti alınmamış olsaydı, Vatikan tarafından Kardinal Tauran gibi yüksek seviyedeki bir temsilcinin gönderilemeyeceğini söylüyor. Hatta kimi Katolik yazarlara göre Kardinal, içinde Hicaz bölgesinin de yer aldığı Suud’a, cebinde kilisenin anahtarı ile gitmişti (bkz.: La Croix, 11 Eylül’le Aynı Dil 19.04.2018).

11 Eylül’le Aynı Dil

Bazı Hristiyan yazarlar, Avrupa’da yapımına izin verilen binlerce cami varken, Arabistan’ın kilise yapımına izin vermemesinin doğru olmayacağı yönünde görüş bildirmekte idi. Bu görüş, zımnen Avrupa’daki bütün Müslümanların manevi sorumlusu olarak Suud’u gösteren tipik bir bilgi tahrifatıdır. Bu durum, özellikle 11 Eylül olaylarından sonra Avrupa’da yaşayan Müslümanların tamamını ‘potansiyel terörist’ gösteren anlayışın medyada kullandığı dil ile aynıdır. Oysa Avrupa’da köken olarak farklı ülkelere ve hem itikadî hem de amelî farklılıkları olan mezheplere mensup Müslümanların yaşadığı aşikârdır. Bu nedenle Müslümanların bu mezhep farklılıklarını dikkate almayan, hepsini tek bir başlık altında toplayan ve hepsinin dinî sorumlusu olarak da Suud’u gösteren bu anlayış gerçekte, Avrupa’daki Müslümanların işlerini yokuşa sürme niyetinin başka bir ifadesidir. Aynı muamele Hristiyan veya Yahudi mezhepleri ve inançları için uygulanmamaktadır. Yehova Şahitleri Kilisesi veya Mormon Kilisesi gibi mezhep olarak ve itikat bakımından farklı olan kiliseler dahi Katolik Kilisesi gibi ayrı ayrı muhatap alınmaktadır. Hiçbiri diğerinden sorumlu veya onun velisi olarak takdim edilmemektedir.

Suudi Arabistan’ın Düştüğü Açmaz

Suudi Arabistan, birçok farklı Hristiyan mezhebinin temsilcileriyle yaptığı görüşmelerle bu yöndeki adımları birkaç aydan beri atıyordu. Geçtiğimiz Kasım ayında Riyad’da, hem Kral Selman hem de Veliaht Prens Muhammed b. Selman ile Lübnan’daki Marunî Kilisesi’nin Patriği Beşara Rai ile görüşmeler yapılmıştı. Dünya kamuoyunda çok kötü bir şöhrete sahip olan Suud’da siyasi alanda değişikliğe gidemeyeceğini bilen Veliaht Prens Muhammed’in, bu açığını dışarıya karşı bazı kültürel ve dini açılımlar yaparak gidermeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Aslında Arap Yarımadası dikkate alındığında, Suud hariç diğer körfez ülkelerinde kiliseler inşa edilmişti. Günümüzde Katolik Kilisesi’nin Arap Yarımadası’nda iki merkezi teşkilatı vardır. Bunlardan biri Katar, Bahreyn ve Suudi Arabistan bölgelerinden sorumludur. Merkezi Bahreyn’dedir ve burada, Katolik Kilisesi’ne ait bir Katedral’in inşası devam etmektedir. Katolik Kilisesi’nin Yarımada’daki diğer merkezi ise Güney Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Uman ve Yemen bölgelerinden sorumludur. Merkezi Abu Dabi’dedir.

Suudi Arabistan’ın mensup olduğu Vehhabî-Selefî mezhep anlayışına göre, değil Medine’ye kilise yapılması, Hz. Peygamber’e nispet edilen ‘Arap Yarımadası’nda iki din bir arada bulunmaz’ ve ‘İslam’da havra ve kilise bina etmek yoktur’ şeklinde hadis kitaplarında yer alan ifadelere göre kesinlikle ‘yeni bir kilisenin inşasına’ izin vermesi mümkün değildir. Özellikle fakihlerin bu ifadeleri ‘ehl-i kitabın mutlak surette yeni mabet inşa edemeyecekleri’ şeklinde bir kurala dönüştürmeleri, Suudluların yeni kilise inşasında ilahiyat açısından nasıl bir açmazla karşı karşıya kaldıklarını anlamak bakımından önemlidir. Suud Veliaht Prensi’nin bu projeyi şimdilik ‘askıya aldıklarını’ açıklaması, herhalde gelecek eleştirileri bertaraf etmek içindir.

Aynı anlayışın bir uzantısı olarak, gayrimüslimlerin Mescid-i Haram’a ve Mescid-i Nebi’ye girişleri de men edilmiştir. Her ne kadar ayette ehl-i kitap değil de müşrikler ifade edilmiş olsa da Kur’an’da yer alan ‘putperestler pistir ve bundan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar’ (Tevbe, 9/28) ifadesinden hareketle, hem İmam Malik hem de İmam Şafiî, gayrimüslimlerin Mescid-i Haram’a ve Mescid-i Nebi’ye girmelerini uygun görmemişlerdir. Hanefiler, Hudeybiye’den sonra Ebu Süfyan’ın Medine’ye gelip Mescid-i Nebi’ye girmesi ve Hz. Peygamber’in Necranlı Hristiyanlarla mescitte görüşmesinden hareketle yasaklayıcı olan bu görüşü benimsememiştir. Nitekim Hz. Peygamber’e nispet edilen ‘iki din bir arada bulunmaz’ rivayetinin, tarihi vakıalara uymadığı da bir gerçektir. Zira Hz. Peygamber’in vefat ettiği güne kadar farklı dinden insanlar Hz. Peygamber’in vermiş olduğu emân ve güvence içinde İslam toplumunda varlıklarını sürdürmüştür. Bu insanların ibadethane ihtiyaçları bir şekilde karşılanmıştır. Kur’an’da yer alan manastırlar, kiliseler, havralara dair ayette, Müslümanlar bu yerlerin yıkılmasına değil, aksine imar edilmesine ve mabet olarak hizmet vermesine katkıda bulunmaya teşvik edilmektedir. Ayrıca konunun mütekabiliyet boyutu da dikkate alınmalıdır. Günümüzde Hristiyanlar, kendi ülkelerinde Müslümanların cami ve mescit açmalarına müsaade ediyorlarsa Müslümanların da ihtiyaç duyulduğunda kilise ve havra açılmasına müsaade etmeleri gerekmektedir. Hz. Peygamber, gayrimüslimlerin mabetleri hususunda Kur’an-ı Kerim’de ortaya konulan prensiplere sadık kalmıştır. Kendileriyle sulh imzaladığı ve cizye anlaşması yaptığı Hristiyanlara, mabetlerinin yıkılmayacağı ve onlara zarar verilmeyeceği yönünde garantiler vermiştir. Daha sonraki dönemde de kiliselerin bir kısmına el konulacağı, yeni kilise yapmamaları gerektiği, yıkılan kiliselerin tamir edilemeyeceği yönünde ifadelerin yer aldığı hiçbir belgeye rastlanmamaktadır. Hz. Ebu Bekir döneminde, Halid b. Velid’in komutanlığında fethedilen Ânât kenti ile yapılan anlaşmada da kiliselerinin yıkılmayacağına dair teminatın zikredildiği görülmektedir. Bu vesika, aynı zamanda Hz. Peygamber’den sonra yapılmış olan ve kiliselerin yıkılmayacağına dair teminatın zikredildiği ilk antlaşma metnidir. İbn İshak, Hz. Ebu Bekir’den sonra gelen diğer üç halifenin de bu antlaşmayı uygun görerek devam ettirdikleri bilgisini vermektedir. Dımeşk yani Şam şehrinin fethinde yapılan antlaşmada da benzer şekilde kiliselerin yıkılmayacağı ve mesken edinilmeyeceği ifade edilmekteydi. Şam şehri fethedildiğinde, şehrin kiliselerinin yarısı kullanılmadığı için kaynaklarda, ‘Kiliselerin yarısına el konuldu’ şeklinde bilgiler kaydedilmiştir. Bu ise Şam Emeviye Camii başta olmak üzere, daha sonraki dönemlerde kilise binalarının yarısına el konulduğu ve camiye çevrildiği şeklinde bir yanlış anlaşılmaya sebep olmuştur. Oysa Şam şehrinde böyle bir durum hiçbir şekilde vuku bulmamıştır.

Hz. Osman zamanında fethedilen Ermeni kentlerindeki Hristiyan, Mecusi ve Yahudilerden oluşan gayrimüslimlere verilen emânnâmede de mabetlerin korunacağı garantisi yer almıştır. Hz. Ebu Bekir’den Hz. Osman’a kadarki dönemde yapılan antlaşmalar dikkate alındığında, kiliselerin garanti altına alındığı; ev ya da camiye tahvil edilmeyeceği; ihtiyaçlara binaen birkaç kilisenin ya tamamen ya da kısmen camiye çevrildiği; sadece Urfa halkı ile yapılan antlaşmada yeni mabet yapmamaları şartının yer aldığı görülmektedir. İslam kaynaklarında, Hz. Ömer döneminin sonuna kadar İslam topraklarında yeni bir kilise ya da manastırın yapılmış olduğuna dair bir kayda rastlanmamaktadır. Bununla beraber, bazı Hristiyan kaynakları, Medain’de, Mısır’da ve Musul’da bazı manastırların inşa edildiği bilgisini vermektedir.

Hz. Ömer’in Şartları

İslam kaynaklarında, Hristiyan mabetlerini ifade etmek için genellikle ‘kenîse, bîa, deyr, sûmia, umr ve kalâye’ gibi kavramlar kullanılmıştır. Söz konusu kaynaklara göre, özellikle daha ilk asırlardan beri başta Arap Yarımadası olmak üzere Müslüman şehirlerin İslami kimliğinin korunması üzerindeki hassasiyet nedeniyle, yukarıda ‘kilisenin yapılmaması’ yönünde zikredilen hadisler de delil gösterilmek suretiyle, gayrimüslimlere ait yeni bir mabedin yapılmasına kural olarak kesinlikle izin verilmemiştir. Ancak İslam tarihine bakıldığında, bu hassasiyetin her zaman aynı düzeyde gösterilmediği de anlaşılmaktadır. Bu durumun halifeler ve sultanların gayrimüslimlerle olan ilişkilerinin düzeyine ve yapısına göre farklılıklar arz ettiği de görülmektedir. Kaynaklar, İslam dünyasında yaygın olan gayrimüslimlerin mabetleri ile ilgili uygulamaların kökenini genellikle ‘Hz. Ömer’in Şartları’ (Şurût-i Ömer) adıyla meşhur olan esaslara dayandırmaktadır. Hz. Ömer döneminde Arap Yarımadası dışında gerçekleştirilen fetihlerde Hristiyan, Yahudi, Mecusi, Sâbiî gibi farklı dinden topluluklarla karşılaşılmış ve bu topluluklar gayrimüslim adıyla devletin tebaaları olmuştur. İşte söz konusu şartlar, Müslümanlarla bu topluluklar arasındaki ilişkileri düzenleyen esasları ihtiva etmektedir. Her ne kadar esaslar farklı kaynaklarda farklı nüanslarla ve farklı uzunlukta nakledilse de İslam tarihi boyunca İslam hukukçuları gayrimüslimlerle ilişkileri düzenleyen kanunları tespit ederken temel metin olarak bu şartlara referansta bulunmuştur.

Hz. Ömer’in Şartları olarak bilinen metinler, savaş veya barış yoluyla ele geçirilen topraklar olmasına göre onaylanan ve böylece yürürlüğe giren metinlerdir. Bu metinler, gayrimüslimlerin başta cizye vergisi olmak üzere hak ve mükellefiyetlerini tayin ve tespit eden metinlerdir. İşte, Hz. Ömer döneminde fethedilen Irak, İran, Suriye, Ürdün, Filistin ve Mısır ile Kudüs’ün fethi sonucunda gayrimüslimlerle imzalanan ve Hz. Ömer’in onayıyla yürürlüğe giren bu antlaşmaların esaslarını ihtiva eden şartlar, sonraki dönemlerde derlenerek Hz. Ömer’in Şartları (Şurût-i Ömer) adını almıştır. Şartlara ait esasları içeren en erken metinler, başta Hanefî fukahası imamlarından Ebû Yusuf’un Kitabü’l-Harac’ı olmak üzere, Belâzürî’nin Fütûhu’l-Büldân’ı ve Taberî’nin Târîh adlı eserlerinde nakledilmektedir. İlginç olan, nakledilen metinlerdeki şartların, kitaplara göre farklılık arz etmesidir. Bu farklılıklar, özellikle sonraki dönemlere ait olan fıkıh kitaplarında çoğu gayrimüslimlerin aleyhine olmak üzere yeni şartların ilave edilmesiyle kaynaklarda yer almıştır.

Bu şartlarda gayrimüslimlerin mabetlerine ilişkin farklı esaslar bulunmaktadır. Erken döneme ait olan metinlerde, şehirlerde yeni kilise ve manastır inşa edilemeyeceği, âyinlerin kiliselerin dışında herkesin görebileceği şekilde açıktan yapılamayacağı, kıyafetlerin Müslümanların kıyafetine benzetilemeyeceği, casusların saklanılamayacağı, silâh imal edilemeyeceği ve üstte taşınamayacağı, çarşı pazarda açıktan haçlarla dolaşılamayacağı gibi şartların da bulunduğu görülmektedir.

Sonraki dönemlerde şartlar, eski kaynaklarda yer alanlara ilave yeni şartlar eklenerek gayrimüslimler aleyhine genişletilmiştir. Bu şartların bir kısmının Emevîler döneminde, birçoğunun ise Abbâsîler döneminde eklendiği anlaşılmaktadır. İlave şartlarda; gayrimüslimlerin harap olan mâbedlerini, özellikle de Müslüman mahallelerinde bulunan mabetlerini tamir edemeyecekleri, Müslümanların kiliselere girmesine engel olamayacakları, seyahat eden her Müslüman’ı evlerinde üç gün barındıracakları, çocuklarına Kur’an okutamayacakları, kimseyi dinlerine davet edemeyecekleri, Müslümanları daima hürmetle karşılayacakları, Müslümanların konuştuğu dille konuşamayacakları, onların künyelerini alamayacakları, eyerli hayvanlara binemeyecekleri, mühürlerini Arapça kazdıramayacakları, alkollü içki satamayacakları, bellerine zünnar takacakları ve aynı kıyafeti her yerde koruyacakları, Müslümanların evlerinin içine bakamayacakları gibi şartlar yer almaktadır. Araştırmacılar bu şartların Hz. Ömer’e ve onun devrine nispet edilmesinin doğru olmayacağı kanaatindedir. Kaldı ki Kur’an’da mabetleri yücelten ‘Allah insanların bir kısmını diğerleriyle savmasaydı içinde Allah’ın adı çokça zikredilen manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi.’ (Hac 22/40) mealindeki ayet dikkate alındığında bu eleştirilerin makul olduğu anlaşılmaktadır. Bu ve benzeri tenkitlerden, zimmîlere karşı sertleşen hukukî anlayışın esaslarını ihtiva ettiği anlaşılan söz konusu metinlerin sonradan ilâve edilen yeni maddeler ile Hz. Ömer’e izâfe edildiği anlaşılmaktadır.

Emevi ve Abbasi Dönemlerindeki İlginç Olaylar

Muaviye ile birlikte Emeviler döneminde, genel olarak kiliselerin yapımına ve tamirine olumlu bakılmıştır. Meselâ; 676 tarihinde, Amr İbnü’l-Âs’ın idareciliği zamanında, Mısır’ın İskenderiye şehrinde Yakubi Patriği Enmânû tarafından Mâr Kıs (Markos) Kilisesi inşa edilmiştir. Aynı şekilde, 681 yılında, Mesleme b. Mehled’in yönetici olduğu dönemde, Fustât’ta bir manastır inşa edilmesine izin verilmiştir. Ancak Mesleme, ezan vaktinde kilisenin çan çalmasına müsaade etmemiştir. Muaviye döneminde 3 Nisan 679’da Urfa’da meydana gelen deprem esnasında şehrin en eski kiliselerinden olan Urfa Kilisesi büyük hasar görmüştür. Hristiyan tarihçi Theophanes’in verdiği bilgiye göre, Mezopotamya’yı etkileyen bu depremden sonra Hristiyanlardan gelen yoğun talepler neticesinde dönemin halifesi Muaviye’nin izin vermesi üzerine kilise tamir edilmiştir. İslam kaynaklarından Belâzûrî’nin Fütûhu’l-Buldân adlı eserinde verilen bilgiye göre ise Muaviye, Şam’ın fethedilmesiyle el konulan kiliselerden birini, Arap aşiret liderlerinden birine ikta olarak vermiştir. Şam’daki Yuhanna Kilisesi’ni camiye tahvil etmek isteyen Muaviye, yerli Hristiyanların yoğun tepkisi üzerine bu kararından vazgeçmiştir.

Yuhanna Kilisesi, Emeviler dönemine ait ilginç olayların yaşanacağı kiliselerden biri olacaktır. Halife El-Velid b. Abdülmelik (v. 715), Şam (Dımeşk) Camii’ni yetersiz bulması üzerine Muaviye döneminde olduğu gibi, Hristiyanlardan şehrin en büyük kilisesi olan Yuhanna Kilisesi’ni camiye tahvil etmek üzere kendilerine vermelerini talep eder. Ancak Hristiyanlar daha önce olduğu gibi, bu talebi kabul etmemiştir. Bunun üzerine Halife, onları, Kilise’yi gönül rızasıyla vermezlerse, savaş yoluyla ele geçirilen topraklarda yer alan Meryem Kilisesi ve manastırları yıkmakla tehdit eder. Böylece Hristiyanlar gönülsüz de olsa Halife’nin talebini kabul etmek zorunda kalmışlardır. Nitekim İbn Kayyım’ın naklettiğine göre, Ömer b. Abdülaziz halife olunca Hristiyanlar, halifeye gelip el-Velid’in yaptığı haksızlığı kendisine aktarmış, Halife de onları haklı bulmuş ve camiye ilave etmek için yıkılan kilise kısmının yeniden yapılması emrini vermiştir. Ancak bu durumun Müslümanların tepkisini çekmesi üzerine, Hristiyanlar isteklerinde ısrar etmemişler ve taleplerinden vazgeçmek durumunda kalmışlardır. Bunun yanında Halife Ömer b. Abdülaziz, Hıristiyanların şikâyeti üzerine yukarıda işaret edilen Muaviye tarafından Şam’da ıkta olarak verilen kilisenin, ileri gelen Arap aşireti Benû Nasr’ın reisinin mirasçısından alınıp tekrar Hıristiyanlara iade edilmesini emretmiştir. Bununla beraber, Ömer b. Abdülaziz, kendi dönemine kadar Şam’da, Yemen’de, San’a’da ve daha birçok yerde İslam topraklarında sulhle yapılanların dışında fetihten sonra izinsiz olarak inşa edilen kiliselerin tamamını yıktırmıştır. Kaynaklarda, Ömer b. Abdülaziz’in ölümünden sonra, onun döneminde yıkılan kiliselerin bazılarının tekrar tamir edildiği naklediliyor olsa da; genel olarak değerlendirildiğinde Emeviler döneminde Ömer b. Abdülaziz’den sonraki bazı halifeler döneminde de kiliselerin yıkılması faaliyetlerine devam edilmiştir. Özellikle Halife Yezid b. Abdülmelik’in Mısır Hristiyanlarına karşı yürüttüğü sert politika sonucunda, 722’de Mısır’daki kiliselerin bir kısmı yıkılmıştır. Belazurî’nin naklettiğine göre Yezid b. Abdülmelik, Ömer b. Abdülaziz’in Nasr kabilesinden alıp Hristiyanlara verdiği kiliseyi tekrar Nasr kabilesine iade etmiştir. Bu uygulamalarda görüldüğü üzere Emeviler döneminde kiliselerle ilgili uygulamalar halifelerin takdirine göre değişmekte idi. Tarihçiler, Muaviye dönemine kadar Hristiyan mabetlerinden yıkılan veya zarar gören olmadığı konusunda ittifak etmektedir.

Abbasiler döneminde kiliselerin inşası veya tamirine dair uygulamalar, Emeviler döneminden farklı olmamıştır. Kilise yıkımı, ilk Abbasi halifesi Ebu’l-Abbas’ın (750-754) iktidara gelmesiyle birlikte başlamıştır. Ebu’l-Abbas idareye geçtiğinde, Yemen’e gönderdiği görevli tarafından, Ebrehe’nin San’a’da yaptırdığı el-Kulleys Kilisesi’ndeki kıymetli eşyaların tamamı toplanmış ve harabeye dönmüş olan kilise tamamen ortadan kaldırılmıştır. Abbasiler, idareleri altındaki şehirlerde yaşayan Hristiyan halka görev ve vazifelerini bildiren ilanlarda bulunmuştur. Özellikle yeni kiliselerin yapılmayacağı bildirilmiştir. Halife el-Mehdî (v. 785), Bizans İmparatoru IV. Leo ile olan dostluğuna rağmen, fetihten sonra yapıldığı tespit edilen İmparatorun mezhebine mensup Melkilerin Halep’teki kilisesini yıktırmıştır. Halife el-Mehdi dönemine ait ilginç bir örnek ise Anadolu’ya yapılan akınlar sonrasında Samâlû halkı olarak bilinen bir Hristiyan topluluğu Bağdat’a getirilmiş ve şehrin kuzeyinde yer alan Şemmâsiyye Mahallesi’ne yerleştirilmiştir. Daha sonra bu topluluk, yerleştirildikleri mahallede kendi adlarını taşıyan Samâlû Kilisesi’ni inşa etme iznini elde etmiştir. Bu uygulamalardan da anlaşılacağı üzere, Abbasiler döneminde de ‘fetihten sonra yeni kiliselerin yapılmayacağı’ kuralı her zaman aynı şekilde işletilmemiştir. Tarihçilerin verdiği bilgiler incelendiğinde, söz konusu kuralın siyasi konjonktüre göre bazen sert bazen de gevşek bir şekilde uygulandığı anlaşılmaktadır.

İstimalet Politikası

Osmanlı Devleti’nin gayrimüslim tebaaya yönelik kilise inşa etme politikalarında Tanzimat dönemine kadar İslam hukukundaki zimmîlerle ilgili geleneksel hükümler belirleyici olmuştur. Bununla beraber aşağıda verilecek olan örneklerden de anlaşılacağı üzere Emeviler ve Abbasilerde olduğu gibi bu kurallar her zaman katı bir şekilde uygulanmamıştır. Osmanlı Devleti’nde can ve mal güvenliği temin edilen gayrimüslim tebaanın dini inanç ve onun gereklerini yerine getirme özgürlüğüne karışılmamıştır. Millet sistemi olarak adlandırılan anlayışa göre ibadet, eğitim, evlenme, boşanma, miras, veraset vb. işler, cemaat yönetimlerine bırakılmıştır. Bunun yanında ruhban sınıfına ve manastırlara çeşitli imtiyazlar tanındığı gibi, cizye ve haraç mukabilinde zimmîlere, inanç, ibadet, ticaret, eğitim, ikamet, seyahat özgürlüğü ve mesken masuniyeti sağlanmıştır. Ancak daha önce işaret edilen ve ‘Hz. Ömer’in Şartları’na dayandığı iddia edilen fetvalara uygun olarak gayrimüslimler tarafından kilise, havra ve manastırların yeniden inşası ve tamirinin yapılması, çan (nâkûs) çalma, yüksek sesle ibadet ve ayin icra etme; mahkemelerde Müslümanlara karşı şahitlikte bulunma, cami, mescit vb. yerlerin yakınında ikamet etme, evlerinin yüksekliğinin Müslümanlara ait evlerden yüksek olmaması, kıyafetle ilgili kısıtlamalar, ata binmeleri, silah taşımaları gibi konulardaki kısıtlamaların uygulanmasına devam edilmiştir. Nitekim aşağıdaki satırlarda bu konudaki uygulamalara ilişkin Şeyhülislam Ebussuûd Efendi’nin fetvalarından örnekler verilecektir.

İslam hukukunun önceki uygulamalarına dayanan bu tür sınırlamaların Osmanlı Devleti’nde katı ve bütünüyle homojen bir şekilde uygulandığını söylemek zordur. Zaman zaman söz konusu kısıtlamaların gevşetildiği veya duruma göre daha sıkı bir şekilde yorumlandığı görülmektedir. İstimalet politikası olarak adlandırılan bu politika; Osmanlı Devleti’nin özellikle Balkanlardaki halka uyguladığı hoşgörülü ve ılımlı yönetim politikasıdır. Buna göre, fethedilen yerlerde bir süre daha eski kuralların geçerli olması sağlanmış, halka din ve ibadetinde tam bir serbestlik tanınmıştır. Bu politikayla, halkın yeni yönetimi benimsemesi kolaylaştırılmış olmaktaydı. Söz konusu politika gereği, bir bölgenin Osmanlı hâkimiyetine giriş şekli (sulh veya fetih yoluyla), nüfus ve demografik yapısı, coğrafi konumu (sınır bölgeleri, adalar vs.) ile sosyal, ekonomik, ticarî ve siyasî beklentilere bağlı olarak uygulamada farklılıklar olmuştur. Islahat Fermanı’nın ilanına kadar Osmanlı Devleti’nin kilise, havra ve manastırlara yönelik politikalarında teorik olarak İslam hukuku kaynaklarında belirtildiği üzere yeni kilise, havra ve manastır yapımına izin verilmemiş, mevcut olanların ise aslına uygun olarak tamir edilmesi veya yeniden inşası sultanın onayına bağlı
olmuştur. Aynı şekilde kiliselerin tamirat esnasında genişletilmesi veya yükseltilmesinin de yasak olduğu görülmektedir. Nitekim Emevi ve Abbasiler döneminde olduğu gibi, sonradan inşa edilen kiliselerin yıkılmasına ve binaya izinsiz olarak yapılan ilavelerin yıktırılmasına dair birçok örnek mevcuttur. Her ne kadar Hanefi fıkhı ve buna bağlı olarak Osmanlı hukukunda, Müslümanların yaşamış olduğu yerlerden uzak ve ahalisi tamamen gayrimüslimlerden oluşan köy ve benzeri yerleşim alanlarında sultanın izni ile yeni kilise yapımına izin verilebileceğine dair fetvalar varsa da şehirlerde yeni kiliselerin inşası yasak kabul edilmiştir.

Osmanlı Devleti’nde, gayrimüslimlerin yeni mabet inşa etmesi, var olan kiliseyi tamir etmesi ya da bu yapılara ilavede bulunmasının yasak olmasına dair uygulamaları öneren fetvalara örnek olarak, Kanuni Sultan Süleyman döneminin meşhur şeyhülislamlarından Ebussuûd Efendi’nin bazı fetvalarını burada zikretmek, bir fikir vermesi için yeterli olacaktır. Meselâ; Ebussuûd’a göre, bir beldenin fethi esnasında Müslümanlar bir kiliseyi ele geçirse ve onu kendi mülkleri edinse fakat daha sonra Hristiyanlar bu kilisenin tekrar kendilerine verilmesini talep etse, bu talepleri reddedilmelidir. Bir gayrimüslim, daha önce Müslüman’ın mülkü haline gelmiş olan ve kullanılmayan bir kiliseyi satın alsa ve ona bir vakfiye tahsis edip resmi belgelerle bu kilisenin Hristiyanların ibadetine vakfedildiğini altında Müslüman hâkimlerin de imzası olan bir vakıfnâme ile tescil etse bu vakıf geçerli midir? Ebussuûd’a göre; yapılan tescil tamamen hükümsüzdür. Çünkü Şeyhülislam’a göre, Müslümanların yaşadığı bir şehirde yeni bir kilise inşa etmek nasıl gayr-i meşru ise kullanılmayan bir kiliseyi tekrar kullanılır hale getirmek de aynı şekilde gayr-i meşru bir düzenlemedir. Yani kullanılmayan bir kilisenin tekrar kullanılır hale getirilmesi mümkün değildir.

Ebussuûd’a göre, bir yerleşim alanının Müslümanlara ait olduğunun en önemli işareti, orada bir mescidin veya bir caminin olmasıdır. Buna göre gayrimüslimlerle Müslümanların birlikte yaşadığı bir köyde, zimmiler kilise inşa edecek olursa, Şeyhülislam’a göre söz konusu köyde daha önce bir mescit var idiyse kilise yıkılmalıdır. Şeyhülislam, bu hususta gevşeklik gösteren idarecilerin de cezalandırılmasını talep etmektedir. Mesela devlete ait olan bir arazide yer alan bir kilise bir yangında yansa ve yerine mescit yapılsa burayı yıktırmak isteyen yönetici görevden alınmalı ve mescidi yıkmaya yeltenen kâfirler şiddetli bir şekilde cezalandırılmalı hatta ağır hapse (habs-i medîd) mahkûm edilmelidir. Şehir yangınlarında yanan kiliselerin yeniden tamir edilmesi ise kilisenin o şehrin fethinden önce yapılmış olması şartına bağlıdır. Şeyhülislam, Müslümanların kilisenin tamirine yardım etmesine ise şartlı destek vermektedir. Buna göre şayet kilise fetihten önce var olan bir kilise ise yeniden inşasına yardım etmekte bir sakınca görmemektedir. Ancak yeni yapılan bir kiliseye yardım edilmesine asla izin vermemektedir. Bilerek böyle bir yardımda bulunan Müslüman cezalandırılmalıdır. Bir diğer ilginç fetva ise kilisenin avlusunun genişletilme talebine ilişkin olandır. Şeyhülislam, böyle bir talepte bulunan gayrimüslimler için ‘Şimdiye değin iktifa etmişler, bundan sonra da iktifa ederler’ demektedir. Şeyhülislama göre, tamamen yanıp kül olan ahşap kilise, tekrar ahşap kilise olarak yapılmalıdır. Şayet tamiri kerpiçle yapılacak olursa, aslına uygun olarak tekrar yapılması için kilise yıkılmalıdır. Osmanlı Devleti’ndeki dinler arası ilişkiler konusunu ele alan çalışmalarda da devletin gayrimüslimlerin mabetleriyle ilgili muamelesinin İslam hukukuna uygun olarak gerçekleştirildiği belirtilmektedir. Buna göre barış yolu ile ele geçirilen yerlerdeki gayrimüslimlerin ibadethanelerine dokunulamayacağı; savaş yoluyla ele geçirilen yerlerde ise Müslümanların hâkimiyetinin alameti olarak gayrimüslimlere ait mabetlerden birisinin camiye dönüştürüleceği belirtilmektedir. Bununla beraber, sinagog ve havralara dokunulmamıştır. Yine aynı kaynaklarda yangın, zelzele vb. doğal afet gibi herhangi bir nedenden ötürü yıkılan, yanan veya harap olan ibadethanelerin tekrar yapımında yardım edildiği belirtilmektedir. Tamirleri esnasında finansın sağlanmasında kimsenin zorlanmamasına, çevreyi rahatsız etmemesine dikkat edilir; binanın boy, en ve yükseklik bakımından aslına uygun olarak tamir edilmesine dikkat edilirdi.

Daha önce işaret edildiği gibi, Osmanlı Devleti’nde de hukuki olarak gayrimüslimlerin yeni mabet yapma yasağı vardı. Ancak buna rağmen ihtiyaç olduğunda bu yasak dikkate alınmamış ve yeni mabetlerin kurulmasına izin verilmiştir. Bunun en tipik örneği, geçtiğimiz aylarda tamir edilerek yeniden hizmete giren İstanbul’un Haliç kıyısında yer alan Bulgar Kilisesi’ne ait Demir Kilisesi’dir.

Bir diğer örnek ise 15. yüzyılda Katolik Hristiyanlar tarafından İspanya’dan kovulup Osmanlı topraklarına yerleşmelerine izin verilen Yahudilerin mabetleridir. Bugün Filistinlilere her türlü zulmü reva gören ve kendisini Filistin topraklarında Yahudi Devleti olarak tanımlayan İsrail’de yaşayan Yahudilerin atalarının Osmanlı Devleti’nde kendi mahallelerini kurmalarına ve bu mahallelerin ortasına havralarını inşa etmelerine müsaade edilmiştir. Bu uygulama, Osmanlı Devleti’nde gayrimüslimlerin ‘yeni mabet inşa etme yasağı’nın yürürlükte olduğu dönemlerde gerçekleşmiştir. Nitekim İstanbul’un Balat semtindeki Ahrida Sinagogu’ndaki vaaz kürsüsünün geminin pruvası (uç kısmı) şeklinde olması, Sefaradları İspanya’dan Osmanlı İmparatorluğu’na getiren Osmanlı kadırgalarını simgelemektedir. Aynı şekilde, 1899’da Sultan II. Abdülhamid’in izniyle Kadıköy’de yaptırılan ve sultanın adına telmihle Hemdat İsrael adını alan sinagog da Müslümanların yaşadığı topraklarda gayrimüslimlerin yeni mabet inşa etmelerini yasaklayan kurala her zaman uyulmadığını gösteren örneklerden biridir.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir