Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Nisan 19, 2024

Atayurt Özbekistan’a Bir Ramazan Seyrü Seferi

Özbekistan, çöl ortasında bir cennet. Allah’ın insanlara yaşam hakkını ve bolca nimetini ikram ettiği hayat alanı. Özbekistan dışına çıkıldığı andan itibaren uçsuz bucaksız çöller sizi karşılamakta. Orada hayata tutunmak ise imkansıza yakın bir şey. Bu nedenle Özbekistan’da mevcut ovalara ve doğal kaynaklara sünnetullaha uygun bir şekilde bakmak insanların dikkat etmesi gereken bir vazife.

“Muaydî’nin şöhretini işitmen, kendisini bizzat görmenden daha hayırlıdır.”

Yazıya niçin böyle bir sözle başladığımı merak edenler için şöyle bir alaka kurarak başlayayım: Cahiliyye dönemi Arap şairi Muaydi’nin şiirlerindeki ifade ve güçlü etki okuyanları cezbettiğinden, onların ruh dünyasında efsanevi bir Muaydi figürünün oluşmasına yol açmıştır. Halbuki Muaydi, hayallerdekinin tam tersine çirkin ve alımsız bir cüsse sahibi olarak bir gün o insanların karşısına çıkınca adeta onların hayal dünyalarını yıkar; büyük bir kedere sebep olur. Bunun üzerine Muaydî hakkında şöyle bir söz söylenir: “Muaydî’nin şöhretini işitmen, kendisini bizzat görmenden daha hayırlıdır.” Bazen hayalini kurduğunuz bir şey sizde hayal kırıklığına yol açabilir. Bazen de tam tersi olur; hayalinizde canlandırdığınız bir şey size hayallerinizin de ötesinde güzellikler sunar. Özbekistan, benim için bu ikincisine dâhildir. İnsan, vaktin ve içinde yaşadığı mekânın çocuğudur. O sebepten olsa gerek hafızalarımızda bugün canlanan Özbekistan üzerinden tarihteki Özbekistan’ı anlamak kolay değildir. Tarihte Özbekistan, gerek coğrafi konumu gerek tarihi ipek yolunun topraklarından geçmesi nedeniyle her daim bir ilim, kültür, tarımsal üretim ve ticaret merkezi olmuştur. Jeopolitik konumu nedeniyle aynı zamanda pek çok iktidar mücadelesinin ve kanlı savaşların da canlı şahididir. Kısacası Özbekistan’ın tarihteki etki alanı ve kültürel havzası bugün ile kıyas edilemeyecek kadar çok fazladır.

Maveraünnehir Bölgesi

Beş ana bölgeden oluşan Maveraünnehir’in merkezinde bugünkü Özbekistan sınırları içersinde yer alan iki kadim şehir; Buhara ile Semerkand yer alır. Bu topraklar aynı zamanda Maveraünnehir’in en geniş ve en verimli topraklarını oluşturur. Seyhun ve Ceyhun nehirleri arasında kalan ve oldukça geniş bir alandan oluşan Maveraünnehir yöresi aynı zamanda havasının nezihliği, suyunun temizliği, topraklarının engebesizliği, geniş ovaları ve imar edilmişliği ile bilinir. Maveraünnehir’in diğer bölgeleri Harizm (Hîve), Sağaniyan-Huttel, Bedehşan ve Fergana-Şaş’tan (Taşkent) oluşur. Bölge insanının tarihteki en önemli özelliği ise savaşçı ve mücadeleci bir karaktere sahip oluşudur. Kendileri ayrıca tarihte cömertlik ve hayırseverlilikleri ile tanınırlar. Özbekistan, geçmişi ve bugünü ile bir bütün olarak ele alındığında ezber bozan bir coğrafya olarak karşımıza çıkar. Tarihi süreç içerisinde İslam dünyasının yaşamış olduğu en büyük sarsıntıların ya da yıkımların Taklamakan ve Gobi çöllerinin haşin, bir o kadar da yok edici şartlarında ayakta kalabilmeyi başarabilmiş Moğollar eliyle gerçekleştirildiğini tarih kitaplarından okumaktayız. Bu kavim son derece savaşçı ve tahripçi özelliği ile bilinmektedir. Kendilerine en ufak bir mukavemet gösteren kavimleri, insan ve medeniyet unsurları ile birlikte toptan ortadan kaldırma hususunda hiç bir tereddüt göstermemişlerdir. Bu yıkımlarını Maveraünnehir bölgesinde de fazlasıyla göstermişlerdir. Maveraünnehir bölgesi bir bakıma tarihte medeniyetler arası mücadelenin ve kavimler arası savaşların odak noktasıdır. Bölge esasında Türk, İran ve Moğol hakimiyetinin ciddi etkisi ve mücadelesi altında pek çok olaylara sahne olmuştur. Bu mücadeleler bir yandan yok edici felaketlere yol açmakla birlikte diğer yandan kültürel ve ilmi bir dinamizmi de beraberinde getirmiştir. Müslümanların bu yöreye ilgisi oldukça erken dönemlere ta Muaviye b. Ebu Süfyan devrine dayanır. Ancak bu yörenin kalıcı olarak Müslümanların hakimiyetine dahil olması hicri 86 yılında Horasan valiliğine atanan Kuteybe b. Müslim ile birlikte gerçekleşmiştir. Bölgenin sürekli olarak başkalarının ilgi odağında olmasının pek çok sebebi vardır. Her şeyden önce bu bölge korkunç ve devasa çöllerin ortasında adeta bir cennet misalidir. Dümdüz ovaları, verimli ve sulak toprakları yanında ticaret kervanlarının ana güzergâhı olması, ilme ve alime değer verilmesi gibi pek çok hasletleri ile bir ilim, kültür, ulaşım ve ticaret üssü işlevi görmüştür. Bu yöre alimlerinin bir özelliği paçavradan kağıt üretmeyi başarmış olmalarıdır. Bu yolla bir yandan geçimlerini sağlamış öte yandan bağımsız olarak ilmi faaliyetlerine devam edebilmişlerdir. Kısacası Buhara ve Semerkand başta olmak üzere bu yöre alimlerin ve ilmin ana merkezi olarak tarihteki önemini hep korumuştur.

İlim ve Kültür Merkezi

Bölge ilimde, kültürde ve sanatta en parlak döneminlerinden birini Samaniler döneminde yaşamıştır. Bu dönemde yetişen mümtaz şahsiyetler sadece Maveraünnehir yöresi için değil tüm İslam dünyası için bir öncü rol oynamıştır. Hadis alimlerinden Buhari, Darimi, Tefsir alimlerinden Dahhak b. Müzahim, Kelam ve fıkıh alimlerinden İmam Maturidi ve yine fıkıh alimlerinden Ebu’l-Leys es-Semerkandi bu dönemin alimlerinden sadece bir kaçıdır. Bölge, Türklerin Müslüman olmalarının ve ilk Müslüman Türk Devleti Karahanlıların kuruluşundan itibaren bambaşka bir şekle bürünerek Müslüman Türklerin doğal coğrafyası haline gelmiştir. Bölge üzerinde Müslümanlar adına ilk hakimiyet Emeviler ve Abbasiler tarafından kurulmuştur. Ardından sırasıyla Safariler, Samaniler, Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Harezmşahlılar, Timurlular, Özbek Hanlığı, Buhara ve Hiva Hanlıkları uzun ya da kısa dönemli olarak burada hakimiyet kurmuşlardır. Bu yörede dünyanın en büyük ve tehlikeli çölleri yer alır. Bu çöllerde en ufak bir ihmal ve dikkatsizlik insanın canına mal olur. Dolayısıyla yöre insanı coğrafi ortamın da bir gereği olarak sert, mücadeleci ve savaşçı bir karaktere sahiptir. Bunun en tipik örneğini Moğollar oluşturur. Cengiz Han döneminde henüz İslam’la tanışmayan bu kavgacı, haşin ve sert mizaçlı milletin, kendisine en ufak bir mukavemet gösteren insanları ve devletleri nasıl yerle bir ettikleri ve çoluk çocuk demeden acımasızca katlettikleri bilinmektedir. Ancak aynı millet Müslüman olduktan ve Türklerle bir arada yaşamaya başladıktan sonra bambaşka bir kimlik kazanarak bu cevvaliyetlerini ilim, kültür ve medeniyete hasretmişlerdir. Bugünkü Özbekistan topraklarında yer alan pek çok medrese ve müessesede onların etkisini görmek mümkündür. Özbeklerin ilk dönemleri hakkında çok net bilgiler olmasa da kendilerinin 14. asırdan itibaren bu adla tarih sahnesinde yer alan Müslüman Türklerden oluşmuş bir topluluk olduğu bilinmektedir. Özbekistan büyük medeniyetlere beşiklik etmiştir. Sadece dini ilimler alanında değil aynı zamanda tıp, astsronomi, felsefe, matematik alanında da dünyaya öncülük etmiştir. Ali Kuşçu, Uluğ Bey ve İbn Sina bu toprakların yetiştirdiği alimlerdendir. Özellikle Maturidi-Hanefi düşünce eksenli fıkhın üretildiği ve tatbik edildiği bu topraklar adeta İslam’ın yeniden asırlara damgasını vurduğu ikinci şahlanış mekânı olmuştur.

İlim ve kültür hazinesinin dayandığı kök açısından Hanefi-Maturidi fıkıh ve itikat geleneğinden gelen bizler için Özbekistan’ın daha doğru bir ifade ile Maveraünnehir’in ayrı bir yeri ve önemi vardır. Ayrıca bu toprakların sünni tasavvuf geleneğinin ana yurdu ve Şahı Nakşibend’in memleketi olduğu da hatırdan çıkartılmamalıdır. Kısacası medeniyetimizin inşasında etkin üç ana damar olan kelam, fıkıh, tasavvuf ilimlerinin menbaı, alimler ve arifler yatağı bir coğrafyadır Özbekistan. Sadece üç şehir isminin zikredilmesi dahi zihinlerin harekete geçmesi açısından yeterlidir: Semerkand, Buhara, Taşkent. Semerkand aynı zamanda Maveraünnehir’in başkentidir.

Maveraünnehir yöresi alimlerini ismen saymak dahi oldukça zordur. Bununla birlikte İmam Maturidi, Şafii fakihi Kaffal eş-Şaşi, Hadis alimi Buhari ve Tirmizi, Kelam ve fıkıh alimi bir aile olarak Nesefi’ler, Serahsi, Debusi, Pezdevi ve daha pek çok alimi burada zikretmek mümkündür. Aynı zamanda tasavvuf ilminin öncü şahsiyetleri Emir Külal, Ubeydullah Ahrar, Şah-ı Nakşibend ve daha niceleri bu toprakların yetiştirdiği mühim şahsiyetlerdir. Bu insanlar hem yazdıkları eserleri hem de yetiştirdikleri öğrencileri yoluyla ilim ve irfan dünyasında öncü rol oynamışlardır. Bugün dünyanın en zengin el yazması kütüphanelerinden birisinin Taşkent’te olduğu da bilinmektedir. Özbekistan’ın tarihinde inişler ve çıkışlar hep olmuştur. Zira bu topraklarda birlik ve dayanışma zayıfladığı anda düşman bu zaafiyeti çok iyi değerlendirmiş ve anında üstlerine çöreklenmiştir. Maalesef tarih içerisinde Müslüman toplumların veya hanların kendi aralarında iktidar mücadelesine girişmeleri neticesinde bu topraklar çok büyük acılar yaşamıştır. Bunlardan sonuncusu uzun süre Sovyet işgali altında olmak suretiyle gerçekleşmiştir. 1991 yılında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasının ardından yeniden bağımsızlığına kavuşan Özbekistan, bugün küllerinden yeniden doğmanın başarılı bir mücadelesini vermektedir.

Günümüz Özbekistan’ı geleneksel mimarisi ile adeta yeniden inşa edilerek, şehirlerin tarihi dokuları ve hafızaları meydana çıkarılmaya çalışılıyor. Kadim medrese ve camiler aslına uygun bir şekilde ya yeniden inşa ediliyor ya da tamir ediliyor. Bu anlamda Buhara ve Semerkand şehirlerinde adeta geçmişi aynen yaşıyor hissini taşıyorsunuz. Ancak binalarda var olan şekli güzellik henüz mana boyutuna yansıtılabilmiş değil. Bununla birlikte İslami ilimler alanında bir çaba içerisinde oldukları görülüyor. Türbeler, camiler ve medreseler öyle anlaşılıyor ki yeni Maturidilerin, Buharilerin, Şahı Nakşibendlerin yetişmesi amacına dönük olarak değil de daha ziyade Özbekistan kültürünün yeniden diriltilmesi amacına yönelik olarak inşa edilmekte. Camilerinde oldukça kalabalık gözüken cemaatin neredeyse tamamına yakınının gençlerden oluşması, ayrıca mekan açısından hiçbir eksikliklerinin bulunmaması, kadim bir ilim geleneğinden geliyor olmaları bu topraklarda çok hızlı bir şekilde İslami ilimler alanında olumlu gelişmelerin yeşermesine müsait bir zeminin varlığını gösteriyor. Ramazan ayı içerisinde ziyaret imkanı bulduğum Özbekistan’ın dikkat çekici bir başka özelliği ise ibadet hayatlarındaki ciddiyet ve kadim Hanefi fıkhının titizlikle uygulanmaya çalışılması. Bu yönüyle her ne kadar literatürde böyle bir kullanım olmasa da ben bu yöreyi “ameli ehli hanefiyye” yani Hanefi mezhebinin ameli hükümlerinin tatbikat sahası olarak nitelendiriyorum.

Camilerde teravih namazları genellikle hatimle ve oldukça kalabalık bir cemaatle büyük bir şevk içerisinde kılınmakta. Ayrıca teravih namazları, tadili erkana tam uyularak kılınmakta. İftar öncesi camilerde önce iftarlar açılmakta, akabinde cemaatle namazlar eda edildikten sonra insanlar iftar yemeklerini yemekteler. Camilerinde cemaatin rahat bir şekilde teravih namazlarını kılmaları için diz seviyesinde temiz ve estetik şilteler serilmekte, su ikram edilmekte ayrıca namaz aralarında dualar okunmaktadır. Camiler estetik açıdan adeta büyüleyici bir durumda. Kadim ya da çağdaş hangi dönemde yapılmış olursa olsun, camilerinde kullanılan ahşap işçiliği ve süslemeler dini ve kültürel zevkin bir göstergesi, zerafetin zirvesi olarak karşımıza çıkmakta. Türbe ziyaretleri de dahil toplumda dini anlamda şeriata muğayir hiçbir aşırılık göze çarpmamaktadır. Bu yönüyle Özbekistan, asırlarca inkiraza uğmasına rağmen dini/şerî ilimlerin ne denli güçlü bir etkiye sahip olduğunu göstermesi açısından iyi bir örnek teşkil etmektedir.

Emir Timur

Günümüz Özbekistan coğrafyasında gerek insanların konuşmalarından gerekse türbe ve heykellerinden yola çıkarak Emir Timur’a çok değer verildiğini söyleyebiliriz. Bu yönüyle Özbeklerin, tarihi olarak Müslüman Türklerin ve Moğolların kaynaşmasından oluşmuş ve bu birliktelik üzerinden İslam’a çok büyük hizmetler sunmuş bir medeniyet olduğu söylenebilir. Kısacası günümüz Özbekleri için Emir Timur’un müstesna bir yeri var. Emir Timur, savaşçılığı ve devlet adamlığı yanında bu bölgede aynı zamanda ilme ve âlimlere verdiği değerle tanınmakta. Bu nedenle Yıldırım Beyazıt gibi bir sultanı mağlup ederek, Osmanlıyı sendeleten Emir Timur’a Anadolu insanının bakışı doğal olarak olumsuz iken aynı Timur Özbekler için ata konumunda büyük bir emir ve komutan olarak hüsnü kabul görmektedir. Gerçekten de muhteşem bir türbesi olan Emir Timur’un kabrinin baş tarafında hocasının ayak tarafında ise kendi kabrinin yer alması sembolik açıdan da bir emirin ulemaya verdiği değeri göstermesi bakımından manidardır. Bugünkü Özbekistan, aynı zamanda bir Moğol emiri olan Timur’un memleketidir.

Özbekistan’da ya da daha genel ifadesi ile Maveraünnehir bölgesinde hak batıl mücadelesi öteden beri devam etmiştir. Osmanlı’da hukuk sistemi Hanefilik, itikat sistemi ise Maturidilik üzerine oturduğundan dolayı her iki mektebin de ana merkezi olan Maveraünnehir bölgesine fesat hareketlerinin bulaşmaması için Osmanlı Devleti tarih boyunca çok büyük çabalar sarf etmiştir. En son Enver Paşa’nın bu topraklar mücadele ederken şehit düşmesi de bunun bir kanıtıdır. Osmanlı’nın bölgeye değer vermesinin en önemli nedenlerinden birisi de hukuktaki ana kaynaklarının ve aynı zamanda tasavvuf büyüklerinin bu topraklara ait olmasıdır. Dolayısıyla Osmanlı bu toprakları korumakla bir anlamda kendi sahih kaynaklarını korumuş oluyordu. Ne varki Osmanlı’nın zayıfladığı dönemlerde düşmanlar da değişik yollarla bu topraklar üzerinde emellerini gerçekleştirerek, Müslümanlara ağır bedeller ödetmişlerdir. Ancak düşmanın en çok işine yarayan şey, Müslümanların belli dönemlerde birlik ve beraberliğini yitirerek kendi aralarında ucuz hesaplarla üstünlük kavgasına girişmiş olmalarıdır. Son iki asır içerisinde bu zafiyetten Ruslar çok iyi yararlanarak her açıdan bu bölgeyi tahrip edip bitirmişlerdir. Özbekistan, çöl ortasında bir cennet. Allah’ın insanlara yaşam hakkını ve bolca nimetini ikram ettiği hayat alanı. Özbekistan dışına çıkıldığı andan itibaren uçsuz bucaksız çöller sizi karşılamakta. Orada hayata tutunmak ise imkansıza yakın bir şey. Bu nedenle Özbekistan’da mevcut ovalara ve doğal kaynaklara sünnetullaha uygun bir şekilde bakmak insanların dikkat etmesi gereken bir vazife. Aksi halde olacakların en canlı misali Aral Gölü. Yakın tarihlere kadar dünyanın ikinci büyük gölü iken, yanlış su kullanımı ve tarım uygulamaları sebebiyle bugün adeta yok olan bu göl bana Kuran’daki bir ayeti hatırlattı: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu. Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler (Rum, 41).” Modern insan Özbekistan’ı bugün her yönüyle yeniden tanımalı; kendisini sürekli tahribe çalışan cereyanlardan ibret almalı; ilim, irfan, inanç, tarih şuuru ve kültür damarlarının çölleşmesine müsaade etmemelidir.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir