Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Çarşamba, Nisan 24, 2024

ABD’nin Nükleer Silahları İnsanlığı Tehdit Ediyor

ABD, II. Dünya Savaşı ile Soğuk Savaş döneminde önce Hitler’le daha sonra da Sovyetler Birliği ile baş edebilmek adına iktidar gücüne dayalı bir mantıkla Armageddon Savaşını yani dünyada büyük bir nükleer savaş çıkararak düşmanlarını imha edecek bir kıyamet günü senaryosunu gerçekleştirmek için teknoloji ve bilimi finanse ederken, kendi halkını da yanıltıcı ve yalan haberlerle onyıllardır oyalamaktadır.

İçinde bulunduğumuz Kudüs krizi sürecinde, başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere çeşitli Batı Avrupa devletleri ve İsrail devletinin işbirliği yaparak karşımıza diktiği terör duvarlarıyla devletimiz ve milletimizle omuz omuza vererek mücadele etmeye çalışıyoruz. Kuzey Kore’nin nükleer saldırılarından şikâyet eden Donald Trump yönetiminin, aslında II. Dünya Savaşı döneminden beri nükleer silah ve teknolojilerini geliştiren bir devletin vatandaşları olmaları oldukça çarpıcı ve bir o kadar da insanlık dışı bir tablodur.

Kıyamet Silahı

Daniel Ellsberg, ABD’nin kurum ve örgütlerinde çalıştığı Vietnam Savaşı sırasında devletin gizli belgelerini açıklayan, halktan gizlenen kirli çamaşırları ve Watergate Skandalını, Pentagon Papers (Pentagon Belgeleri) adı altında yayınlayarak Richard Nixon’ın başkanlıktan düşmesine sebep olan bir aktivisttir. Ulusal Güvenlik Örgütü yanında diğer kurumlarda da istihbarata erişimi olan birisidir. Nükleer savaş planlayıcılarından birisi olarak görev yaparken, Amerikan halkından gizlenen ve 1940’lardan beri süregelen nükleer savaş planlarını öğrenince bunları ifşa etmeyi gerçek bir vatandaşlık görevi sayar. Son aylarda piyasaya çıkan ve başlığı Kıyamet Silâhı anlamına gelen The Doomsday Machine: Confessions of a Nuclear War Planner (2017) kitabında, Roosevelt, Truman, Eisenhower, Kennedy ve Johnson gibi devlet başkanlarının bilgisi dahilinde üretilen ve geliştirilen nükleer silahları Kıyamet Silâhı olarak adlandırır. Nükleer Savaş planlarıyla yeni bir Hitlerci totaliter devlet anlayışını destekleyen ve milyonlarca insanı birkaç saat içerisinde imha edecek öldürme kapasitesini zaman zaman devlet başkanlarından bile gizlemeyi başaran bir derin devletin bu siyasetini, özellikle de tarihimizin bu en kritik ve zorlu ulusal mücadele döneminde çok iyi anlamamız gerekmektedir.

ABD, II. Dünya Savaşı ile Soğuk Savaş döneminde önce Hitler’le daha sonra da Sovyetler Birliği ile baş edebilmek adına iktidar gücüne dayalı bir mantıkla Armageddon Savaşını yani dünyada büyük bir nükleer savaş çıkararak düşmanlarını imha edecek bir kıyamet günü senaryosunu gerçekleştirmek için teknoloji ve bilimi finanse ederken, kendi halkını da yanıltıcı ve yalan haberlerle onyıllardır oyalamaktadır. II. Dünya Savaşı sırasında Amerikan ve İngiliz bombardıman uçakları Almanya’da sadece fabrika ve askeri hedefleri vurduklarını kamuoyuna açıklarken aslında sivilleri de hedef aldıklarını halktan gizlemişlerdir. Bu yalanları devlet kurumlarındaki görevlerinde öğrenen Ellsberg, bu bombaların içerdiği beyaz fosfor ve napalm türünden maddelerin, insan cildine yapışarak yakma özelliği taşıdığını da anlamakta gecikmez. Aslında bu bombalama pratiği Nazilerin yaptığı “terör bombası” (s. 24) uygulamasını taklit eden bir uygulamadır.

Nazilerin yaptığı bombanın tehlikelerini farkeden Yahudi bilim adamı Leo Szilard, Albert Einstein’dan Başkan Roosevelt’e bir mektupla bu Alman tehlikesini bildirmesini rica eder. Böylelikle, Başkan Roosevelt’in başlattğı Manhattan Projesi’nde çalışan bilim adamlarının, Amerikan devletinin Almanlardan daha güçlü olmak için değil de devleti dış tehlikelerden korumak yalanıyla kandırıldıkları çalışma başlatılmış olur. Hitler insanları kısa sürede imha edecek bombaların üretilmesi taraftarı olduğundan nükleer bomba üzerine yıllarca sürecek çalışmayı mantıksız bularak durdurmuştur. Kendisi için bir tehlike olmadığı hâlde nükleer silah yapımının 1940’lardan itibaren geliştirilmeye devam etmesi, ABD’nin savunma hakkının saldırı hakkına evrildiğini gösterir.

Alman tehlikesinin bittiğini gören Manhattan Projesi çalışanlarından Szilard ve diğer bilim adamları, geliştirilen nükleer bombanın düştüğü çevrede yaratacağı büyük tehlikeyi görerek Japonya’ya karşı kullanımdan devleti caydırmaya çalışır. Hiroşima ve Nagazaki, sadece ABD’nin dış tehlikelerden korkularını bertaraf etme amacını gütmemiştir.

Gerçekte var olmayan bir tehlikenin sanal “korkusu” Amerikan halkında yaratılan ve halkın duygularını sömürerek manipüle eden bir siyaset anlayışını günümüze kadar getirmiştir.

Dünyayı Kurtarma Miti

1957’lerden itibaren Sovyetler Birliği’nin başlattığı Sputnik dönemi ise ABD’deki savunmasız bırakılma korkusunun somut bir örneği olarak kurgulanmıştır. Bu dönemdeki gelişmeler, tam olarak hangi ülkenin dünya liderliğini ve jandarmalığını üstleneceği kaygısı yanında ABD’nin sadece kendi halkını değil, aynı zamanda dünyayı da kurtaran bir mesih rolünü üstlenmesini de kolaylaştırmıştır. Başta Sovyetler Birliği olmak üzere ülkeye gelebilecek stratejik tehditlere karşı çalışma yapan kurumlarda olası saldırılardan çok buna cüret edenlerden “intikam almaya yönelik” (s. 39) çalışmalar yapılmakta idi.

Amerika’yı ve dünyayı büyük bir nükleer savaş tehlikesinden koruma miti üzerine temellendirilen korkuları gidermek için Hitler’i arattırmayacak “terör bombacılığı” çalışmasıyla, kurulan kıyamet düzeneği çoktan işlemeye başlamıştı. Bundan daha korkutucu olanı Başkan Eisenhower’ın 1959’da nükleer denetimden sorumlu olan Amiral Harry D. Felt’e verdiği gizli
bir mektuptur. Felt’in Daniel Ellsberg’e söylediğine göre bu mektup, Washington’daki Eisenhower ile Hawaii’de görev yapan Felt arasındaki iletişim kesilirse, Felt’e devlet başkanı adına nükleer savaşı başlatmak için bütün yetkileri devrediyordu.

Eğer iletişim bir arıza nedeniyle kopacak olsa bunu bilmeyen bir kişi savaşı başkan adına başlatmış olacaktı. Bu ince nokta bütün nükleer dönem boyunca, Amerikan kamuoyundan titizlikle saklanmıştı. Amerikan halkı bugüne kadar nükleer savaşa girme karar ve yetkisinin sadece devlet başkanına ait olduğuna inanmıştır. ABD’nin nükleer gücünün başkan yerine başka birisine teslim edilmesi, o sözkonusu kişiye adeta “ilâhî imha gücünü” (68) vermektedir.

Bunun ne anlama geldiği açıktır: korkulardan örülü duygulanım siyasetini bir adım ileri götüren devlet çarkı, istenilen bir anda savaş başlatabilecek siyasal yönetim sistemini kurmuştur. Amerikan halkı bunu bilmese bile. Ellsberg, bu durumun, sorumsuzca davranan bir kişinin elinde büyük bir tehlike arzedeceğini farklı başkanlara açıklasa da günümüze dek değişen bir şey olmamıştır. 22 Ekim 1962’de Sovyetlerin Küba’ya yerleştirdiği füzeler dolayısıyla Sovyetler ile ABD arasında başlayan kriz, Başkan John F. Kennedy’nin verdiği beyanatla birlikte tehlikeli bir süreci başlatır. Çünkü Küba’daki füzelerin Batı’daki devletlere atılması durumunda, Sovyetler Birliği’ne karşılık verileceği kararı kesinleşmiştir.

Küba krizinin perde arkasındaki gerçeği gizli belgelerden açıklayan Ellsberg, Kennedy’nin ültimatomu ile verilen birkaç günlük müddet bitmeden Kruşçev’in füzeleri geri çekmesiyle kendi ülkesinde yenik bir lider olarak görülmeyi sineye çekmesini şöyle açıklar: ABD’nin elindeki nükleer silahları Sovyetler’e karşı kullanması halinde neler olabileceğini düşünerek ecel terleri döken Kruşçev gibi Kennedy de aynı kaygıları paylaşır. İki ülke arasında basit bir olay gibi görünen Küba krizi, dünyayı felakete sürükleyecek bir nükleer savaşın eşiğinden son anda dönüldüğünü göstermesi bakımından çok korkutucudur.

Aslında Kruşçev, Kennedy’ye yazdığı özel mektubunda dünyayı “termonükleer savaş felâketine” (219) götüren bir yanlıştan geri dönülmesi isteğini yineler.

Öte yandan Robert Kennedy ise kardeşi John F. Kennedy’nin duygularını özetlerken, onu korkutan en önemli tehlikenin Amerika ve dünyada böyle bir savaşta ölecek çocukların ve gençlerin, gelecekte “bir seçimde oy kullanma, seçilme, bir devrim yapma ve kaderlerini belirleme haklarının” (219)
ellerinden alındığı bir dünyanın, çok yakın bir gelecekte gerçek olması yani Kıyamet Günü’nün gelmesi ihtimaliydi.

Bu olay Ellsberg’e şunu göstermiştir: nükleer silahları sorumlu bir biçimde kullanmayan ülkeler, dünyaya tehlike saçmaktadır ve bu sadece nükleer silahları ellerinde bulunduran İsrail, Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore gibi daha küçük ülkelerle sınırlı kalmayan bir tehlikedir. Küba krizinin ardında yatan gerçek, Ellsberg’e göre, “süper güçlerin sorumluluk duygusuyla hareket eden liderlerinin elinde bulunan nükleer silahlar” bazen “uygarlığın devamına
halel getirecek tehlikeler doğurmaktadır” (221).

Nükleer Tehditler

Bütün bunlar gösteriyor ki 15 Temmuz 2016’da bastırılan işgal hareketinden bu yana memleketimizi terörize eden Batılı güçlerin bize nükleer savaş açma konusunda Orta Doğu coğrafyasını tehlikeli bölge olarak dünyaya sunmak amacıyla ellerinden geleni yaptıkları yadsınamaz. İçinde bulunduğumuz ve tehlike sinyallerinin sürekli görüldüğü bir dönemde, Kuzey Kore’nin olası bir saldırısına karşı savunma hakkını (!) kullanmak isteyen ABD’nin elinde bulunan nükleer silahların imha kabiliyeti sadece Kuzey Kore ile sınırlı değildir.

Bütün gücünü silahlarından alan devletler, 3. Dünya ülkelerine “ihraç” ettikleri eğitim sistemi ile zihinlerini sömürgeleştirdiklerini ve direnemeyecek ölçüde pasifize ettiklerini sandıkları insanların beyin ve direnme gücünün kendilerine karşı bir silah gibi yöneldiğini de görmek zorundadırlar. ABD’de Rıza Sarraf ve Halk Bank davalarını Türkiye’ye karşı şantaj aracı olarak kullanan sözde yargı mensupları ya da Kudüs’ü İsrail’inn başkenti yapma gücünün olduğuna inanan bir devlet başkanı, bu dünyada bizlerle ve Orta Doğu’da bulunan bütün halklarla birlikte yaşamayı öğrenmek zorundadır.

Öte yandan Filistin’de küçük çocukları kafeslere kapatıp, Nazilerin toplama kamplarında kendi dedelerinin yaşadığı sindirme taktiklerini uygulamayı bir başarı zanneden İsrail devlet güçleri, gerek kendi ülkelerinin sağduyulu insanlarının gerekse ABD ile dünyanın her tarafında gözünü budaktan sakınmayan fikir ve sanat insanlarının aktivizmine son veremeyeceklerini, yani bütün dünya nüfusunun tarihsel belleklerini yok edemeyeceklerini ve onları toptan öldüremeyeceklerini de unutmamalıdırlar.

ABD yönetiminde bulunan yetkililer de aynı şekilde tarih boyunca Amerikan halkına söylenen yalanların ortaya çıkması korkusuyla yaşamak zorunda kalacaklarını unutmamalıdırlar. Bu korku, sanal korkular yaratıp termonükleer savaş silahları geliştirmeye ve birgün onları kullanacakları hayaliyle hiç yaşamadıkları coğrafyalarda savaş ve katliam yapmaya hiç benzemez.

ABD yönetimi ve yetkilileri yanında Amerika’nın ve İsrail’in sağduyu sahibi halkları da bilmelidir ki eğer ABD bizzat kendi devletinin sınırları içerisinde nükleer silahsızlanmayı gerçekleştirebilirse, Orta Doğu ülkelerine ve orada yaşayan Müslümanlara karşı Amerikan kamuoyunda yazılı, görsel ve dijital medya aracılığıyla ürettiği korkuları bertaraf edebilirse, İsrail sürekli orantısız güç kullandığı savunmasız insanlara şiddet uygulamaya bir son verirse sadece bu coğrafyada yaşayan bizler değil aynı zamanda bütün dünya ülkeleri de huzura kavuşacaktır.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir