Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Nisan 19, 2024

21. Yüzyılda İslam İktisadı

İslam iktisadı, beş temel prensip getiriyor: 1) Gösteriş tüketimi devlet eliyle sınırlandırılabilir (“israf haramdır”). 2) Tasarrufların faiz geliriyle âtıl bırakılması memnudur (“faiz haramdır”). 3) Birikmiş-âtıl servetten zekât alınır. 4) Malın “eskime ömrü” hesap edilerek imal edilmesi “arızalı ürün”, “defolu mal” olarak kabul edilmelidir (“bizi aldatan bizden değildir”). 5) Toplumun temeli ailedir. Her ailenin zekât vermesini mümkün kılacak bir üretimde bulunması ve emtia/ürün/mamulünü pazara sürmesi teşvik edilmelidir.

Klasik iktisatçılar ekonominin bazı özelliklere sahip olduğu fikrindedirler: 1) Ekonominin yasaları vardır. 2) Toplum sınıflara ayrılmıştır. Bu sınıfların üyeleri iktisadî süreçte farklı roller üstlenir. 3) İktisadî faaliyetler birbirine bağlı piyasalar aracılığıyla düzenlenebilir. 4) Bireylerin yalnızca kendilerini düşünen eylemleri, niyet edilmeyen neticeler doğurur. 5) Ulusların zenginliğinin kaynağı emek, el becerisi, iş bölümü ve nüfusun zekâsıdır. Bir ulusun serveti, kişi başına toplumsal net ürün miktarı cinsinden ifade edilir. 6) Fiyatları rekabetçi bir ortamda üretim maliyeti belirler. 7) Sermaye sahiplerinin kâr peşinde koşmalarına benzer şekilde toprak ve emek hizmetleri de gelir arayışındadır. Kâr ve gelir eşitlenme eğilimindedir. 8) Piyasada kâr oranları toprak sahiplerinin rant oranları ile dengelenir ve fiyatlar doğal düzeyine çekilir (Kurz, 2017: 30). Peygamberler ise İslam toplumunun iktisadî yapısını “denge” tasavvuruyla gerçekleştirmişlerdir. “Denge düzeni” kavramlaştırması, klasik iktisatçıların benimsediği sekiz özelliği gözetiyor görünmez. Denge, dinî inanca dayanan idealist toplulukçu bir durumu arz eder. Dinin aradığı toplum, fertlerinin tamamının birbirinin iyiliği/hayrı/fazileti için yardımlaştığı insanlardan oluşmaktadır. Din, bu toplumu önerirken fertlerin birbirine “yabancılaşma”sına karşı da önlemler alır. Buhari ve Müslim’den gelen bir rivayette (Rûdânî, bu rivayeti 7820 numarayla kaydetmiştir.) İslam toplumunun birbiriyle kenetlenmiş bir varlık olduğuna işaret edilmiştir: “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkat göstermekte tek vücut gibidir. O vücudun bir organı rahatsız olursa, diğer organlar da acı çekip uykusuz kalır” (Rûdânî, 2003: 239). Muhammed Hamidullah, İslam toplumunun bu özelliği nedeniyle servet terakümünü (birikimini) önleyici hükümlerle muhatap edildiğini ifade eder. Hamidullah’a göre kolay kazanç ekseriya “kötü bir kazanç”tır. Bu nedenle Kur’an talih oyunlarını yasaklamıştır. Zira binlerce fakir insandan toplanan meblağlar piyango çekilmek suretiyle gülünç denecek miktarda bir azınlığa verilmektedir. Bu suretle milyonlarca insanın yavaş yavaş fakirleşmesine mukabil birkaç düzine insan milyoner hale getirilmiş olmaktadır. Muhammed Hamidullah, benzer şekilde İslam toplumlarında gayrimüslimlere uygulanan vergi düzeninin de gerekçesinin kolay para kazanma meselesi olduğunu ifade eder. Zira faiz, gayrimüslimlere yasak değildir. Faiz yoluyla elde edilen kazançlar çoğu kere normal şekilde elde edilen kazançtan yüksektir. Hamidullah, gayrimüslimlere Müslümanlardan daha fazla vergi yükü yüklenmesini onların faiz gelirlerine yönelmesiyle ilişkilendirir (Hamidullah, 1963: 22-24). Böylelikle gayrimüslimlerin Müslümanlardan daha zengin olmaları engellenir, faiz gelirinin aziz olmadığı kendilerine hatırlatılır.

Modern toplumda özellikle insan haklarının “birey” olarak imal ettiği varlığın, toplumun menfaatlerini veya başkasının menfaatlerini (îsar) öncelemediği, kolay kazancı kerih görmediği, hatta buna talip olduğu açıktır. “İslam iktisadı” kavramının teklif ettiği “denge” bu nedenle günümüz toplumlarının ekonomik tavır alışlarıyla çatışmaktadır. Fakat Müslümanların günümüz dünyasında denge düzenini tesis edememeleriyle ilgili başka sebepler de vardır: Devasa üretim büyüklüklerinde ve yedi milyar insanın kendi menfaatleri için oyuncu olduğu küresel piyasalarda mal/borçlanma senedi/döviz alışverişlerinin “denge düzeni” kavramıyla tanzim edilmesi pek kolay değildir. Fedakârlık ve mesuliyet duygusuyla hareket etmek, şahsi çıkarını kenara iterek başkalarını öne geçirmek akıl-dışı sayılmaktadır. İkinci olarak herkesin birbirini tanıdığı “yerel pazar”da olmamamız da “denge”nin gözetilememesine sebebiyet vermektedir. İnsanlar tanımadığı birine menfaatinden feragat ederek yardım etmekten kaçınmaktadır. Hz. Musa, Hz. Hızır’ın iki yetim çocuğun babadan kalma servetinin bulunduğu duvarı karşılıksız tamir etmesine bu nedenle itiraz etmiştir. Üçüncü olarak ödemeler de “pazar içi” işlem olmaktan çıkarak banka-finans kuruluşları nezdinde açılan hesaplar arasında gerçekleşmektedir. Yani artık yüz yüze ilişkiler yitirilmiştir. Bir dördüncü konu da şudur: Ödeme farklı ülkelerin resmi paralarıyla gerçekleşmekte ve kur farkları bazen kârların katlanmasına veya zararın doğmasına sebebiyet vermektedir. Mal/hizmet/borçların maddi değerlerinin sabitlenemediği yeni bir dünya kurulmuştur. Sermaye önceki yüzyıllarda görülmemiş bir organizasyon yapısı/teşkilatlanma/kadrolaşma kurgusuyla hareket ederken, geleneksel toplumun çözülmesiyle ortaya çıkan “birey” toprağa, suya, gıdaya, barınak imalatına müdahil olamayacak şekilde binlerce yıldır kendisini inşa eden üretim/zanaat bilgisinden mahrum bırakılmakta ve tüketici olmaya zorlanmaktadır. Anlaşılacağı üzere gelişmiş metropollerde fertler birbirine yabancılaşmış, vakit kimsenin derdini dinlemeye fırsat vermeyecek derecede daralmış ve işlemler parasallaşmıştır. İyilik etmek ekonomik anlamda zarar getirmektedir.

20. asırda eser veren Müslüman müellifler günümüzdeki gelişmeleri öngörmemiş oldukları halde işaret ettikleri ilkeler geleceğimizi inşa etme potansiyeli taşımaktadır. Onlar yaşadıkları çağın “iki kutuplu dünya” tasavvurunun etkisi altında ve fakat kapitalizm-sosyalizm seçenekleri dışında “üçüncü bir yol” olarak “İslam iktisadı” kavramını telaffuz ettiler. Bu yaklaşım (üçüncü yolun teorileştirmesi) yani İslam İktisadı kavramı, Sovyet-Doğu ve AB/ABD-Batı karşısında Müslüman toplumlar coğrafyasını (Osmanlı bakiyesi toplum havzasını) işaret ediyordu. Bu havza kapitalizmin gelişme sürecinde bir engel teşkil ediyordu. Batı’nın sosyalist ve kapitalist düzenleri arasındaki kavganın bitirilmesine dair ilk işaret 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Almanya’nın birleşmesi vesilesiyle görülecektir. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve dağılışı (25 Aralık 1991) sonrasında “iki kutuplu dünya” fikri eski anlamını yitirmiştir. Avrupa’nın ortası sayılabilecek coğrafyada sosyalist Yugoslavya’nın parçalanması ve iç savaşın başlaması da 1991’de gerçekleşmiştir. Bu hadiselerin Batı’nın yeniden organizasyonu kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.

Sosyalist düzenlerin yıkılışıyla birlikte ABD ve AB, kapitalizmi, bütün dünya ulusları için tek seçenek olarak ileri sürmüştür. Bu tarihten itibaren “İnsan Hakları”, birey esaslı olup devlete karşı ileri sürülen bir kavram olarak küresel kapitalist sermayenin işlemlerini meşrulaştırmada kullanılmaktadır. Dünya Kadın Konferansı (Pekin-1995), Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi (1995) gibi küresel düzeyde hak sözleşmeleri, geleneksel aile ve toplum yapılarını kapitalizme açan ve fakat sermayenin yayılmasını sağlayan araçlar olarak gündeme getirilmekte ve ülkelerin iç hukukunu düzenlemektedir. Küresel firmalar 1,5 milyar nüfuslu Müslüman toplumlar içinde dillendirilen “sermaye sınırsızca hareket edemez” itirazını duymak istemedikleri için İnsan Hakları kavramını öne sürmektedir. Bu kavram nedeniyle Müslüman birey/tüketici imal edilmektedir. Sabahattin Zaim “İslamiyette lüks ve israf men edilmiştir” (Zaim, 1992: 33) derken insan hakları teorisi “herkesin her tür mal ve hizmet edinmede eşitliğinin hak olduğunu” ileri sürerek tüketimi teşvik etmektedir. Bu şekliyle iki kutuplu veya iki bloklu dünyanın ideolojik kamplaşmaları çözülmüş; onun yerine kapitalist/küresel ilişkilerin ortaya çıkardığı mağduriyetleri yargı sistemine şikâyet eden, “haklarla donatılmış süper insan” çıkarılmıştır. 1995 sonrası dönemde Müslüman ülkelerde “İslam iktisadı” kavramının geri çekilmesinde en büyük amilin küresel düzeyde hak sözleşmeleri olduğu söylenebilecektir.

Dikkat edilirse insan hakları teorisi sermayenin sınırsız birikmesine, küresel düzeyde serbest şekilde hareket etmesine ve kolay servet edinilmesine itiraz etmemektedir. İnsan hakları teorisi küresel anlamda “tüketerek varlık kazanan birey”i öne çıkarmaktadır. Tüketim toplumunun yeni ideolojisi “insan hakları”dır. İnsan hakları teorisi, küresel piyasalara sürülen (arz edilen) eskime ömürleri hesaplanmış mamullere yapay talepler oluşturan sermayenin, teşvik ettiği fetişizmle gerçekte insan onuruna saldırdığı hususunu gizlemektedir. Modern insan, küresel sermaye tarafından “gösteriş tüketimi” yapmaktan, israftan kendini kurtaramayan bir esir haline getirilmiştir. İnsan hakları teorisinin Müslüman toplumlarda benimsenmesi, 20. asırda ortaya çıkmış “İslam iktisadı” muhtevalı eserlerdeki ilkelerin unutulması sonucunu vermiştir. Oysa “kapitalist blok & sosyalist blok” şeklinde bölünmüş dünya tasavvurunda Müslüman entelektüeller bu iki modelin de İslam ile bağdaşmadığı fikriyle hareket etmiş ve eserlerinde “üçüncü yol” teklifi oldukça güçlü şekilde vurgulanmıştır. Bu yazarlar İslam’ın sosyalist ideoloji gibi servetlerin/şahsî mülklerin kamulaştırılması ve eşitlikçi bir yaklaşımla toplumun kullanımına açılması gibi bir yargıdan hareket etmediğini, ferdi mülkiyetin kabul edildiğini ifade etmiştir. Keza aynı müellifler, kapitalizmde olduğu şekliyle servetlerin belli ellerde toplanmasının, mülkiyetin kutsallaştırılmasının, kolay para kazanmanın, azınlık bir grubun (kapitalistlerin) çalışan geniş kesimlerin emeğini istismar etmesinin meşru görülemeyeceğini yazmışlardır. Örneğin Sezai Karakoç, İslam’ı iki ideolojinin de karşıtı olarak konumlamaktadır:

“Demek ki, İslam toplumunda ne komünizmdeki gibi tek kişiyi (ferdi), mülkiyet hakkına ehil ve lâyık görmemek, yani insana güvensizlik vardır ne de kapitalizmdeki gibi insana Allah’ı unutturan mülkiyet hakkı tanınmıştır. İslam insana mülkiyet hakkı tanımıştır ama bu hakkın üzerinde Allah’ın hakkı birinci sırada gelmektedir. Mülkiyet hakkı, kullanma usul, sınır ve gayesiyle birlikte tanınmıştır. Bu hakkı bu tertip içinde kullanmayan o hakkı çiğnemiş olur. Mülkiyet hakkımızı Allah’a ve İslam’a karşı kullanamayız (…) Komünizmin ferde hiçbir hak tanımamasına karşılık, topluma tanıdığı mutlak hak, İslam toplum anlayışına aykırı bir haktır. İslam’da toplumla insan, biri öbürüne ezdirilemeyecek şekilde hak dengesi içindedir (…) Komünizmde fert toplum için; kapitalizmde de toplum fert için feda edilmiştir” (Karakoç, 1980: 34).

21. yüzyılda yeni bir dünya kurulmaktadır. Dünya yeni bir ekonomik modele doğru akmaktadır. Bu yeni ekonomik model, ABD’nin atom bombasıyla bütün dünyaya dikte ettiği 1946 sonrası parlamenter sistemi hantal bırakacaktır. Amerika kıtasının dünyanın periferisinde kaldığı bir şekillenmenin oluşacağı söylenebilecektir. Dünyanın merkezi yeniden bir zamanlar Osmanlı’nın hâkim olduğu bölgeye gelecektir. Türkiye bu şekillenmede Afro-Avrasya’nın tam merkezinde yer almaktadır. Afro-Avrasya’nın ticaret ağı, Akdeniz ve İpek Yolu ile tesis edilmektedir. Her iki yol da Türkiye’den geçmektedir. Müslüman müellifler yeniden “İslam iktisadı” kavramı ekseninde tefekkür etmelidir. Batı’nın birey temelli ve devlete karşı ileri sürülen “insan hakları teorisi” yeni ekonomik düzende billurlaşan “millet” gerçeği karşısında zayıflayacak, referans alınmayacaktır. Çin’in, ailelerde çocuk sayısını kısıtlayan hükümet programlarından vazgeçmesi, Türk kızlarını Çinli erkeklerle evlendirmeye zorlaması, önümüzdeki yüzyılda iktisadî savaşların büyük nüfuslu milletler arasında gerçekleşeceğini göstermektedir. Çin ekonomisi “devlet kapitalizmi” olarak adlandırılmakta ve Çin Komünist Partisi’nin denetimi altında yürütülmektedir. Bu ülkede tasarruf devlet eliyle teşvik edilmekte, mevduata düşük faiz verilmekte, istihdam ücretleri ise baskılanmaktadır. Çin’in devlet eliyle emeğin fiyatını düşürmesi dünya piyasasına ucuz mal arz etmesini sağlamaktadır. Batı kapitalizmi ise küresel sermaye ile ucuz hammadde, ucuz emek, düşük vergi arayışındadır. Batı kapitalizminin/küresel sermayenin milli devletleri aşındıran “tüketim toplumu”nu model olarak sunduğu, bunun aracı olarak da mega-kentleri milli devletlerden daha güçlü kılmaya çalıştığı söylenebilecektir.

Müslüman toplumların bu iki model dışında tekrar “İslam İktisadı” kavramına dönerek önümüzdeki çağın ekonomik düzeninde kendi dinamiklerini seferber etmesi gerekmektedir. Kapitalizmde herkesi tüketmeye teşvik etme gayreti bulunmaktadır. Çin ise robotlaştırılarak emeği çalınan bir insan tipini, devlet kapitalizminin sürdürülebilirliği için araç görmektedir. İslam iktisadı, beş temel prensip getiriyor: 1) Gösteriş tüketimi devlet eliyle sınırlandırılabilir (“israf haramdır”). 2) Tasarrufların faiz geliriyle âtıl bırakılması memnudur (“faiz haramdır”). 3) Birikmiş-âtıl servetten zekât alınır. 4) Malın “eskime ömrü” hesap edilerek imal edilmesi “arızalı ürün”, “defolu mal” olarak kabul edilmelidir (“bizi aldatan bizden değildir”). 5) Toplumun temeli ailedir. Her ailenin zekât vermesini mümkün kılacak bir üretimde bulunması ve emtia/ürün/mamulünü pazara sürmesi teşvik edilmelidir. İslam toplumları bu ilkeleri tatbik ettikleri takdirde Batı (ABD-AB) ve Doğu (Çin-Rusya) karşısında Selçuk-Osmanlı havzasını yani bin yıllık tarihlerini harekete geçirebilecektir. Gıdasını, ihtiyaç mallarını başka toplumlardan almaya başlayan, pazar egemenliğini kaybeden toplumlar istiklallerini koruyamazlar.

Kaynaklar
Hamidullah Muhammed, Modern İktisat ve İslam, Yağmur Yayınları, 1963.
Karakoç Sezai, İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü, Diriliş Yayınları, 1980.
Kurz Heinz D., İktisadi Düşünce Tarihi, Heretik Yayınları, 2017.
Rûdânî, Cem’ul Fevaid, Yeni Şafak Gazetesi Yayınları, c: 4, 2003.
Zaim Sabahattin, İslam İnsan Ekonomi, Yeni Asya Yayınları, 1992.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir