Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Salı, Nisan 16, 2024

Modern Zamanların Yüzakı: İkbal

Bir İslamcı olarak İkbal, Batı düşüncesine karşı esas itibariyle reaksiyoner bir tutum içinde olmadığı gibi aksine İslam düşüncesinin ihyası için ondan fonksiyonel şekilde faydalanmaya çalışmıştır. Bunu bir yere kadar başarmış, gerek epistemolojik gerekse ontolojik sorunsallar çerçevesinde İslam düşüncesinin önünü açacak düzeyde yeni ‘hakikatler’ söylemiştir.

Entelektüel Mecburiyetimiz Olarak Batı Düşüncesi

Batı düşüncesini göz ardı ederek zihinsel bir inşa faaliyetinde bulunmamız tabii ki mümkün ama bunun entelektüel cazibe ve güç alanı oluşturması hemen hemen imkânsız. Batı düşüncesinin entelektüel birikimi ve dinamizmi bize bu acı gerçeği ister istemez dayatmakta. Fakat bu şu demek değil: Batı düşüncesine muhalif bir yönde at koşturmamız yanlıştır! Asla böyle bir kompleksten hareket ediyor değiliz. Batı’nın farkında olmakla ona mahkûm veya râm olmak birbirinden çok başka şeyler. Gerek Batı’ya bel bağlamanın gerekse onu her pahasına reddetmeye çalışmanın marazi bir kompleksin tezahürü olduğunu kavrayamadığımız sürece entelektüel kısırlığımız devam edecektir. Zihinlerimizin böylesi bir kompleksle çembere alınması daha baştan çıkışı olmayan bir yola girdiğimizin işareti diye kabul edilmeli. Dolayısıyla her entelektüel atılım Batı düşüncesiyle karşılaşma veya yapılan hesaplaşmalardan beslenmek zorundadır. Mevlana’nın pergel metaforu bu manada entelektüel zekâlar için yol gösterici bir kıymete sahip: “Pergelin iğneli ayağı sabittir benim dinimde ama diğer ayağıyla yetmiş iki milleti dolaşırım.”

Bir ayağı yaşadığı toprakların kültürüne basarken, diğer ayağıyla dünyayı dolaşan bir entelektüel portresinden söz etmenin günümüzde artık pek de kıymet-i harbiyesi kalmadı denebilir. Müslüman entelektüeller de sol, liberal cenahtakiler kadar bugün batı düşüncesini yakından takip ediyor durumdadırlar. Fakat bu takip edişte, tanımaktan öteye nasıl bir tecessüs ve tasarruf çabası vardır diye bakıldığında, doğrusu vereceğimiz cevabın entelektüel ciddiyet açısından bizi şüpheye düşüreceği kanaatindeyim. Reaksiyoner tutum sadece ideolojik, siyasi planda değil entelektüel alanda da kendisini fazlasıyla göstermekte; İslam düşüncesi bugün biraz da bu yüzden yerinde saymaya devam etmektedir.

Tarihi, kültürel mirasımızla irtibatımızı artırma yolundaki çabaları hiç şüphesiz takdire şayan buluyor ve kültürel inşa açısından olmazsa olmaz kabul ediyorum. Ancak sahici, güçlü bir yenilenmenin gerçekleşmesi için entelektüel hayatımızın pergel metaforuna uygun bir tecessüse ve cehde talip olmasını kritik derecede önemli sayıyorum. Yerli duruş elbette olmazsa olmaz, ancak Batı düşünce birikimine teğet veya mesafeli duran her entelektüel girişim tarihin gerisinde kalmaya mahkûm.

İslam düşüncesindeki kriz ve yenilik ihtiyacı 19. yüzyıldan beri şiddetini bütün ağırlığıyla muhafaza etmekte. 20. yüzyıl başlarında pozitivizm ve materyalizm baskısının iyiden iyiye hissedilmesiyle Müslüman mütefekkirlerdeki reaksiyoner tavrın daha da derinleştiği bir gerçek. 20. yüzyılın en büyük Müslüman düşünürlerinden biri olan Muhammed İkbal’in farkını her şeyden önce sanırım burada aramak gerekir. Bir İslamcı olarak İkbal, Batı düşüncesine karşı esas itibariyle reaksiyoner bir tutum içinde olmadığı gibi aksine İslam düşüncesinin ihyası için ondan fonksiyonel şekilde faydalanmaya çalışmıştır. Bunu bir yere kadar başarmış, gerek epistemolojik gerekse ontolojik sorunsallar çerçevesinde İslam düşüncesinin önünü açacak düzeyde yeni ‘hakikatler’ söylemiştir. İkbal’in bu anlamda entelektüel bir yeniliğe imza attığını söylemenin mübalağa olacağı kanaatinde değilim. Söz konusu yeniliğin İslami düşünce birikimiyle Batı düşüncesi arasında gerçekleştirilmiş bir sentezin ürünü olduğu da aynı şekilde doğru ve önemli noktalardan biridir. Hepsinden önemlisi İkbal, bütün bu sentez çabalarını yürütürken tevhit ilkesine tam anlamıyla bağlı kalmış bir muvahhittir. Kur’an hakikatlerinden sapma anlamına gelecek bir tavize asla müsaadesi yoktur. Mümin tavır ve duruşunu bütün samimiyetiyle korumuştur.

Yüzyılın Entelektüel Tecdit Hamlesi

Son iki yüzyıl içinde İslami temelli muhtelif tecdit hareketlerinin ortaya çıktığı bir gerçek. Bunların bir kısmı siyasi yol ve araçlarla doğrudan realize edilebildi. Bir kısmı da reel-politik hayat üzerinde daha dolaylı şekilde dönüştürücü etkiler ortaya koyabildi. Diğer bazısı ise teorik/ideolojik söylemler olarak ya tamamen bireysel söylemlerle ya da cemaat hayatıyla sınırlı düzeyde kaldı. Fakat yeni bir kültür ve medeniyet oluşumuna yol açacak düzeyde daha temelli bir tecdit düşüncesi mümkün olamadı. Hemen hemen bütün tecdit hareketleri, taşıdığı reaksiyoner karakter sebebiyle modern hayatı İslamileştirme formüllerinin/yöntemlerinin üretilmesi çabalarıyla motive oldu. Dolayısıyla modern hayata birtakım İslami farklarla dâhil olmanın ötesine bir türlü geçilemedi. Modernlikle İslam arasındaki bölünmüşlükten ve eklektik yaklaşımdan kaynaklanan kültürel şizofreniyi ise yadırgamayacak kadar normalleştirdik. Gerçek anlamda bütüncül, tutarlı bir tecdit düşüncesi inşa etmeyi başaramadık. “Bilginin İslamileştirilmesi” gibi uzlaşmacı yaklaşımları matah bir şey zannetmekten bir türlü vazgeçmediğimiz için belki de bugün yerimizde saymaya devam ediyoruz. Bunda pragmatizme verilen tavizin ve bütüncül bakışı ihmal etmenin çok ciddi rolü var. Hiç şüphesiz eklektizmi aşmanın bütüncül bir kavrayışa sahip olmaktan başka yolu yok.

Kanaatimce son iki yüzyıla damgasını vuran en temelli entelektüel tecdit düşüncesi Muhammed İkbal’den çıkmıştır. İkbal’in tecdit girişimi ne Abdullah Cevdet ne Cemaleddin Afgani ne Ali Şeraiti ne de aklımıza gelebilecek diğer entelektüellerle kıyas edilemeyecek kadar bütüncül ve temelli bir kavrayışa sahiptir. Epistemolojiyle ontoloji, ontolojiyle devlet ve siyaset teorisi arasında kurduğu akli ilişkilerle İslami düşüncenin baş belası olan eklektizmi aşma yolunda ciddi bir mesafe kat eder. Kanımca İkbal’in düşünsel önemi dün de bugün de yeterince anlaşılabilmiş değil. Belki girift ve çetrefil özelliklerinden dolayı belki de tevarüs ettiğimiz kültürel, zihinsel önyargıların etkisiyle İkbal’i anlama zahmetine bile katlanmamış gibiyiz.

Onu hep andık, önemsedik ama belki de zor ve tekinsiz bulduğumuz için doğrudan düşüncesiyle ilgilenme ihtiyacı duymadık. En doğru ifadesiyle üretmeden tükettik. Dahası yalnızlığa ve hatta anlaşılmazlığa mahkûm ettik.

Oysa İkbal’in düşüncesi, bütüncül karakteri ve evrensel tecessüsüyle bugün, İslam düşüncesi adına büyük bir tecdit imkânını içersinde barındırıyor. Onun bütüncüllüğünü temin eden en önemli özelliği epistemik alandaki başarısı ve/veya orijinalliğidir. İslam düşüncesi, son iki yüzyıldır ne yazık ki epistemik bir çıkmaza saplanıp kalmış, daha açıkçası bu çıkmazı eklektik çözümlerle aşmaya, yer yer kamufle etmeye çalışmıştır. İkbal, yeni bir kültür ve medeniyet atılımı için epistemik temellerin sağlam ama tevhidi çerçevede atılması gerektiğinin farkındadır. Muhtemelen İslam dünyasındaki gerilemenin belki de her şeyden daha fazla epistemik sorunsalla ilgili olduğunu tahmin etmektedir. Bunun için bir taraftan İslami düşünce birikimine eleştirel bir gözle bakma çabasını göstermiş diğer taraftan İslam düşüncesiyle Batı düşüncesi arasında kurulabilecek ilişki ve yakınlıkları değerlendirerek bir senteze varmaya çalışmıştır. Bu yolla İmam Gazzali’den sonraki belki en önemli epistemik tecdit hamlesini gerçekleştirmiştir de diyebiliriz. Fakat yaptığı iş, yine de Gazzali temelli bir tecdittir.

Aklın Yapısökümü ve Yeniden İnşası

İkbal, İslam düşüncesinde bir çeşit “entelektüel ihtilal” gerçekleştirmiş bir mütefekkir olarak Gazzali’ye tarihsel bir önem atfeder. Sezgiyi rasyonel düşüncenin (aklın) üstünde ayrı ve üstün bir bilgi kaynağı olarak tespit ettiği için, onun İslam düşüncesindeki akılcı geleneğin aşılmasında oynadığı öncü rolü takdirle anar. Bu açıdan “ruhsuz rasyonalizm” karşısında metafiziğe kazandırdığı itibarı dikkate alarak Kant’la olan benzerliğine -farklı taraflarıyla beraber- dikkat çeker. “Ancak Kant’la Gazzali arasında önemli bir fark vardır. Kant, kendi ilkelerine uygun şekilde hareket ettiğinden Allah’ı tanıma imkânını kabul edemezdi. Gazzali ise analitik düşüncede bir şey bulamayınca mistik deneyimlere yöneldi ve onlarda din için bağımsız bir içerik olduğunu fark etti.” (İkbal, 2013, s. 17) Mistik yani içsel tecrübeyi bir bilgi kaynağı olarak ortaya koyması, İkbal’in Gazzali’ye atfettiği “entelektüel ihtilal”in temel dayanağıdır. Zira mistik tecrübe ve bilgiye vehim gözüyle bakılamaz. O, hakikate vasıl olmanın olmazsa olmazlarındandır.

Vahiy de zaten mistik tecrübe sayesinde elde edilmiş, Allah’ın lütfuyla verilmiştir. Fakat tarih de bütün evren gibi aslında dinamik bir yapıdır. Hazreti Peygamberle birlikte peygamberliğin dolayısıyla vahyin son bulmasının sebebi tam da buradadır: Tarihi süreç insan(lık) aklını beli bir seviyeye ve olgunluğa getirmiş, vahyin güncellenmesine artık gerek kalmamıştır. “İslam’ın doğuşu tümevarımsal aklın doğuşudur. İslam’da peygamberlik sona erer, zira son bulması gereğini hissetmiştir.” (s. 127)

Mesele şimdi, aklı doğru ve etkin şekilde kullanmaktır. İkbal’in buna istinaden yapacağı -denebilirse ki- yeni ihtilal de Gazzali’yi ters yüz etmeye değil tamamlamaya yönelik bir adımdan doğar. “Gazzali, düşünceyle sezgi arasında organik bir ilişki olduğunu ve düşüncenin daima hareket halindeki zamanla bağlantılı olması nedeniyle sınırlı ve tatmin etmez olduğunu anlayamadı. Bununla birlikte düşüncenin sınırlı olması nedeniyle Sınırsız olana kadar ulaşmasının mümkün olmadığı anlayışı, düşüncenin idrak tarzı konusunda oluşan yanlış anlayışa dayanmaktadır.” (s. 17) Bunun için, İkbal, rasyonalizmin oluşturduğu düşünce-varlık ikilemini sorgular, bu ikilemin aslında evrendeki dinamik yapıyla uyuşmadığını ileri sürer. Düşünceyi dikey bir eksen üzerine oturtarak ona yeni işlevler atfeder. Zira “Hem Kant hem de Gazzali bilimin her hareketinde düşüncenin kendi sınırını aştığı gerçeğini göremedi… Düşünce esas itibarıyla sınırlanamaz.” (s. 18) Dolayısıyla evrenin dinamik, hareketli yapısıyla mütenasip bir bilme ve anlama tarzını geliştirmek gerekmektedir. Duyum ve gözlem dünyasına bağlı felsefi-bilimsel aklın sınırlı imkanlarıyla bu mümkün olmayacaktır. İkbal buradan hareketle kendi düşünce sistematiğini kurar: Düşünceye, başka deyişle akla yeni bir boyut kazandırmakta, felsefi ve bilimsel gidimlilikle sınırlı akıl kavramını (rasyonalizmi) böylece yerinden etmektedir.

Gazzali’de olduğu gibi keşif (mükaşefe) akıl dışında tutulmamış, sezgisel tecrübe ile aklın keyfiyeti (potansiyel melekeleri) arasında yeni bağlar kurulabileceği öngörülmüştür. Akla atfedilen bu keyfiyet ve rolün ilham kaynağı Whitehead ve Bergson kaynaklı “süreç felsefesi”dir. Buna göre oluş süreçlerinin bizim bilişsel melekelerimizi etkilemesi mukadderdir. İkbal de bilme/anlama faaliyetiyle ilgili olarak özneyi (insanı) nesnesinden ayrıştıran statik anlayışı, dinamik bir epistemeyle değiştirir: Nesnelleştirilmiş, statik öznenin/aklın yerine içsel tecrübeleriyle tekamül eden dinamik özneyi koyar, bu öznenin hakikati bütünsel olarak görebilme kabiliyetiyle tefrik olduğunu belirtir.

Nesnellik Kavramının Yapısökümü ve Yeniden İnşası

Dini tecrübeyi hiyerarşik olarak diğer rasyonel aklın üzerinde bir çeşit üst akıl konumuna koyması, tevhidi hassasiyetin bir sonucu olsa bile aynı zamanda bu tecrübenin doğasıyla da ilişkilendirilmiştir. Fakat bu tecrübede İkbal’in akla verdiği rol, gerek tutarlılık gerekse nesnellik konusundaki titizliğinin en önemli emarelerinden biridir. İçsel tecrübe yani mükaşefe başına buyruk, akıldan izole bir faaliyet değildir.

Ne ki rasyonel bilgiler gibi bir nesnelliği de yoktur. “Dini deneyimler, içinde bilinç barındıran ve doğrulanabilmesi dışında içeriği başkalarına aktarılamayacak bir duygu halidir.” (s. 37) Aktarılabilir, paylaşılabilir bir nesnelliği olmamakla beraber, İkbal sezgisel bilginin doğrulanabilir olma niteliğinin altını çizmekte, entelektüel ve ameli diye tanımladığı ölçütlerle mistik bilgiyi akılla uyumlu hatta bağlı hale getirmekte, böylece ona asgari veya kısmi diyebileceğimiz nitelikte bir nesnellik şartı koymaktadır: “Yani elimizde, onun gerçekliğini doğrulayacak bir kıstasımız var mıdır? Sadece kişisel deneyim, bu tür bir kabullenmenin temeli olacaksa din, birkaç kişinin mülkiyeti olmaktan öte bir şey olmazdı. Şükürler olsun ki diğer bilim dallarına uygulanabilen kıstaslardan farkı olmayan ölçütlerimiz var. Ben onlara entelektüel ve pragmatik ölçütler diyorum.” (s. 37)

Hakikatle kurduğumuz ilişkinin seyr-i sülûk gibi ontolojik süreçlerle ilişkilendirilmesi yeni bir gelişme sayılmaz, ancak ontolojik inkişafın akli inkişafla ilişkilendirilmesi ve buna bağlı olarak aklın sınırlarının metafizik alan içine doğru genişletilmesi yenidir. Bunun akıl-bilim-din ilişkisi açısından epistemik bir devrim niteliğinde olduğunu söylersek hiç de hamaset yapmış olmayız. Ancak sorunsuz denecek kadar mükemmel bir epistemoloji olduğunu iddia edecek olduğumuzda hamaset yaptığımız aşikardır. Buradaki nesnellik probleminin kolay aşılabilir bir problem olmadığını bilmek zorundayız. Belki problem tanımlarımızı bile yeniden ele almak, insan-varlık, insan-hakikat ilişkilerini yeni bağlamlara taşımak gerekebilir. Lakin İkbal’in yaptığı epistemik atılımın kıymetini o günden bugüne yeterince idrak edebildiğimiz söylenemez.

Nurettin Topçu’nun İkbal düşüncesiyle bağlantılı şekilde yeni verimler ortaya koyduğu, ahlaki ve ontolojik açıdan onu ileri düzeylere taşıdığı çok rahatlıkla ileri sürülebilir. Ancak epistemik boyutunun ihmal edildiğini, bununsa bütüncül bir ontoloji ve medeniyet inşası için belirleyici bir zorunluluk olduğunu kaydetmek gerekiyor. İkbal’in epistemolojisi felsefi ve bilimsel içerikli yeni gelişmeler ışığında ikmal edilerek güncellenebildiği takdirde, buradan entelektüel düşünceyi evrensel düzeyde etkileyecek çığır açıcı sonuçlar beklenebilir. Şayet bunun bir çözüm olamayacağını düşünüyorsak, o zaman asrın idrakini belirleyecek entelektüel bir ihtilal için elzem nitelikteki en önemli işlerden birinin yeni bir epistemoloji ortaya koymak olduğunu anlamak zorundayız.

Aksi halde çalmayı bir türlü beceremeyip bugüne kadar olduğu gibi oynamakla yetinmeye devam edeceğiz demektir.
____________________
İkbal, Muhammed (2013), İslam’da Dini Düşüncenin Yeniden Yapılandırılması, Çev: Prof. Dr. Celal Soydan, Hece Yayınları.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir