Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Mart 28, 2024

Kültür Politikalarının Şirazesi ve Geleceğimiz

Kültürel üstünlük için elzem olan zihinsel üstünlüğün tedariki, kültür politikalarının en temel kriterlerinden biri olmak zorundadır. Aksi halde değil kültürel iktidar, kültürel-tarihi dinamiklerin bir eseri diye görebileceğimiz siyasal iktidar bile dayandığı nesnellik
zeminini kaybedecektir.

Cumhuriyet Türkiye’si, topraklarımıza ait kültürel gerçekliğin Marks’ın ileri sürdüğü basitlikte edilgen bir olgu olmadığını ortaya koymaktadır. Ne taraftan bakarsak bakalım, kültür olgusu yaşadığımız realitenin belirleyici dinamiklerinden biri gözüküyor. Bu gerçek dün de böyleydi, bugün de böyle. Yüzyıllık zaman süreci içinde kültürün halen belirleyici özelliğini koruması, bunun konjonktürel değil sosyal yapıya ait karakteristiklerle ilgili ayırt edici bir unsur olabileceği ihtimalini kuvvetlendiriyor. Yine de çok emin olmamak kaydıyla altyapı-üstyapı ilişkileri açısından Batı toplumlarıyla bu çerçevede özsel bir farklılılaşmadan söz edebiliyoruz. Esasında Marks’ın teorisinin nesnelliği konusundaki şüphelerin Althusser, Gramsci gibi bizzat Marksist ardılları tarafından dile getirilerek teoride bazı tashihler (revizyon) yapılması yoluna gidildiği malum. Ne ki yapılan düzeltmeler altyapı-üstyapı kategorizasyonunu yadsıyan bir boyuta sahip olmadığı için Marksist teoriden kopuşa yol açmış değildir.

Altyapı unsurları yapılan revizyonlarda belirleyiciliğini nihai planda korumaya devam etmiştir. Makro bir bakışla bakıldığında, Marksçı çerçevenin dünden bugüne Batı toplumları için -kimi anlaşılır belirsizliklere rağmen- açıklayıcı olabildiği kanaatindeyim. Buna karşılık kendi kültürümüzle alakalı boyutlarda ya özsel bir farklılaşmadan ya da çok daha büyük belirsizlikler ağından söz etmek gerekiyor.

Kültürel ve Küresel Realite

Bilhassa yavaş modernleşmeden ve/veya modernleşme sürecindeki sosyo-kültürel direnç faktörlerinin mahiyetinden kaynaklanan tarihsel farklılaşmaları göz önünde tutmamak entelektüel bir kolaycılık olacaktır. Değişim sürecinin yönünü etkilemeyecek düzeydeki kısmi, tarihsel farklılaşmaları doğru tahlil edemeyişimiz, bizi önemli yanılsamalara maruz kılmaktadır. Bunun emarelerini fazlasıyla müşahede etmekten öteye, muhafazakâr ve İslamcı cenahta bir entelektüel körlüğün olduğunu da fark edebiliyoruz. Değişimi anlamak için realiteyi anlamak, buradan hareketle neyi değiştirip neyi değiştiremeyeceğimize dair bir öngörü sahibi olmak önemlidir. Her politika böyle bir gerçekçilik ve rasyonellikle koşulludur. Tarihsel bir derinlik ve ufuk içinde hadiselere bakmadıkça yaşanan sürece ilişkin tasarruflarımızın yön verici bir “nitelik” ortaya koyması beklenmemeli. Aksi halde politika adı altında yapılan işler zevahiri kurtarmaya matuf, konjonktürel getirilerle sınırlı çalışmalar olacaktır.

Şu halde nesnel gerçeklikle buluşmamız her şeyden daha önemli. Batı’yla olan kavgamız bizi bu anlamda bir körleşmeye ve hamasete mahkum etmemeli. Kendimiz (yerli ve milli) olmak da büyük, tarihsel değişimin öznesi olabilmek de gerçekliği görme gücümüze bağlıdır. Bir gerçeği artık iyice bellemek zorundayız: küreselleşme süreci kendisini dünya ülkelerine karşı konulamaz şekilde dayatıyor, buysa sadece medeniyetin değil kültürün de evrenselleşmesinin önünü açmaktadır. Bu meseleye ilişkin hiçbir şekilde gerçekçilikten ödün verme lüksümüz olamaz. Verdiğimiz her ödün sosyal ve entelektüel açıdan zaman kaybı olacaktır.

Dolayısıyla kültür meselesine küresel zaviyeden bakılmadıkça istikbalimizi temin edecek kültür politikalarının realize edilmesi ham hayal olacaktır. Bir taraftan kültürün bizim sosyal realitemiz açısından belirleyiciliğini, diğer taraftan dünya kültürüne doğru bir gidiş süreci içinde bulunduğumuzu iki önemli mihenk taşı olarak kabul etmek gerekiyor. Bu iki boyutlu ve çatışmalı durumun sonucu olarak şizofrenik bir gerçeklik içinde yaşadığımızdan bile söz etmek mümkün.

Daryush Shayegan’ın “kültürel şizofreni” tanımlaması, giderek daha fazla gerçek hale geliyor denebilir. İletişim çağı, maruz kaldığımız kültürel şiddetin hem daha yaygınlaşmasını hem de derinlere doğru nüfuz etmesini getiriyor. Kültürel muhafazakârlık artık “sosyal” temellerini giderek kaybetmekte. Ancak zihinsel, itikadi, ahlaki derinliğe ve öze sahip unsurlarla belli bir varoluş zeminine taşınabilen kültürel değerler yaşama gücüne sahip görünüyor. Muhtemelen kültürün önemini kaybettiği değil ama daha evrensel bir irtifa, bir ağırlık kazanma mecburiyetiyle karşı karşıya geldiği bir dönemi yaşıyoruz.

Reaksiyoner Dinamiklerle Tayin Edilen Bir Seyir Süreci

Bilindiği gibi tek parti yönetimi, batılılaşma/modernleşme sürecinin aynı zamanda kültürel batılılaşmayı zorunlu kıldığından hareketle bu yönde radikal adımlar attı. Ne ki uygulanan kültür politikaları karşısında toplum sanıldığından daha dirençli, daha muhafazakâr bir tavır sergilemişti. Dönemin kültür politikaları konjonktürel olarak tamamen değilse bile büyük ölçüde fiyaskoyla sonuçlandı. Bunda dinin en önemli, belki de tek belirleyici olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Halifeliğin kaldırılmasından duyulan hoşnutsuzluğu da buraya ilave ederek söylersek, uygulanan kültür politikaları aslında var olan “dini-kültürel-sosyal” fay hattını ortaya çıkaran ve/veya tebarüz ettiren bir tür turnusol kâğıdı olarak rol oynadı. Dini kodların belirleyici olduğu unsurlarla seküler unsurlar arasındaki ayrışma bu fay hattını tayin edici nitelikteydi. Türk sanat müziğinin yasaklanması gibi uygulamaların bazı seküler unsurları rahatsız ettiği muhakkaktır ancak bu kabil küçük istisnaları göz ardı edecek olduğumuzda uygulanan kültür politikalarının din eksenli bir ayrışmaya yol açtığı aşikardır.

Kültürel-sosyal fay hattı dini ve seküler kodlara ilişkin bir ayrışmanın sonucu olmakla beraber, tek parti yönetimine yönelik muhalefetin başka fikri dinamiklerden beslendiği de göz ardı edilemez. Nitekim Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası adem-i merkeziyetçi olduğu kadar pozitivist bir zihniyetin uzantısıydı. Devletçi ve otoriter anlayışlara karşı liberal fakat seküler bir muhalefeti öngörüyordu. Türkiye sağının Tanzimat döneminden itibaren faal hale gelmeye başlayan adem-i merkeziyetçi damarı, giderek seküler bir mahiyete bürünmekle kalmadı, çok partili döneme geçişle birlikte tek parti yönetiminin oluşturduğu dini-kültürel reaksiyonu siyasal güce tahvil etme imkanına kavuştu. İslami hassasiyetler, daha genelde kültürel muhafazakârlık artık sağın şemsiyesi altındaydı. Kültürel batılılaşmaya ve elitist/otoriter modernleşmeciliğe karşı kültürel muhafazakârlığı kendi ideolojisine entegre etmekte ve neticede bundan siyasi güç (iktidar) temin etmekteydi.

Oysa kültürel muhafazakârlık, bütünüyle sekülerleşmeye izin vermeyen özündeki İslami hassasiyetler sebebiyle farklı oluşum ve gerilimlere daima açık bir konum arz eder. Sağın kültürel muhafazakârlığı sahiplenmesi, tarihi ve reel şartlar çerçevesinde gayet tabii sayılır. Ancak dini hassasiyetlerin kültürel muhafazakârlıkla massedilemeyecek bir mecraya doğru akma ihtimaline de siyasi isterlerle mani olunamaz. Kültürel batılılaşma politikaları karşısındaki toplumsal reaksiyon kültürden daha ziyade dini sahiplenmenin sonucudur.

Devletin ve vatanın bekasını İslam’ın bekası için şart olarak telakki eden sosyal unsurlarla, bunu salt milli varlık meselesi diye görenler arasındaki farkı burada mutlaka ayırt etmek gerekir. İslam’ı milli varlığın önkoşulu saymak, milli mücadelenin hakim ruhunu teşkil etmekteydi. Bu ruh, kültürel kimlik ve realite içinde yaşamaya hep devam etti. Kültür, İslam ruhunu koruyucu bir fanus oldu. Kültürel batılılaşmayı (modernleşmeyi) benimseyenlerle reddedenler arasındaki ayrışma, din eksenli içeriğiyle özgülleşti.

Diğer taraftan, tek parti yönetiminin batıcı, otoriter modernleşmeciliği kültürel planda arzu ettiği başarıyı gösteremedi. Fakat toplumdaki ayrışma potansiyelini harekete geçirerek seküler ve bazı heterodoks unsurları batı kültürüyle modifiye edecek bir süreci hızlandırdı. Hızlandırdı, zira kültürel batılılaşma toplumun üst katmanlarında zaten yaşanan bir süreçti.

Seküler düşünce münevverlerin dünyasında şüphesiz ciddi bir karşılığa sahipti. Meşrutiyet döneminin üç tarz-ı siyasetinden biri olan batıcılık, seküler düşüncenin siyasetteki tek değil ama en radikal yansımasını oluşturdu. Dolayısıyla tek parti yönetiminin kültür politikaları, batıcı tarz-ı siyasetin otoriter bir icrasından ibaretti. Toplumu otoriter uygulamalarla dönüştürme politikasının kültür alanındaki bir versiyonuydu.

Tek parti yönetiminin dini-kültürel fay hattını hesaba katmamış olabileceği düşünülemez. Kültürel batılılaşmayı uzun vadeli bir sürece yaymış olma ihtimali çok daha muhtemel ve gerçekçi sayılabilir. Hepsinden daha önemlisi, kültürel dönüşümün önündeki dini-kültürel bariyeri ortadan kaldırmak için ciddi bir zihinsel, ideolojik dönüşüme ihtiyaç olmasıydı. Bu dönüşüm ya modernleşme sürecinin kendi tabii dinamikleriyle olacak ya da kültürel faaliyetleri de içeren programlı ve etkili nitelikteki eğitim-iletişim-propaganda çalışmalarıyla gerçekleşebilecektir. Tek parti yönetiminin bu minval çalışmaları beklenen neticeyi vermedi. Yönetici kadrolar da Kemalist aydınlar da esasen ideolojik ihtiyacın farkındaydılar.

Kadro (Kadro dergisi) hareketi Kemalist batılılaşmanın ihtiyacı olan ideolojik tahkimatı gerçekleştirmek üzere 1930’lu yılların başında önemli bir “sorumluluk” üstlendi. Kemalizmi ideolojik olduğu kadar teorik bir çerçeveye kavuşturma yolunda çaba sarf ettiler. Fakat hareketin ideolojik etkisi lokal düzeyde kaldığı gibi teorik anlamda da kadük kaldı. Teorik derinleşmeyi sağlayacak sağlam bir entelektüel zemin inşa edilemedi. Ortalama 800 civarında satış rakamı olan derginin, ardındaki devlet desteğine rağmen üç yıl sonra yayınına son verilmiş olması manidardır. Bunu Kemalist iktidarın ideolojiye ve teoriye olan inançsızlığı, başka bir açıdansa siyasete olan aşırı güveniyle açıklamak pek yanlış olmamalı. Ama daha ciddi bir ihtimalden söz etmek gerekirse o da Kadrocuların ikbal arzularının idealizmin önüne geçerek bürokrasiye katılmaları, böylece mevziiyi terk etmiş olmalarıydı.

Her şeye rağmen, bilhassa eğitim kurumlarının ideolojik başarıları sayesinde Kemalist bir neslin yetiştiği de yadsınamaz. Bizim burada vurgulamaya çalıştığımız asıl nokta, hem dikey hem de yatay şekilde topluma nüfuz etme başarısını gösterecek zihinsel ve kültürel dönüşüm için gereken entelektüel açılımın yapılamadığı gerçeğidir. Bu açılımın, Kemalist, batıcı düşüncenin önündeki dini-kültürel bariyerleri bertaraf edecek seküler bir zihin inşasıyla mukayyet olduğu temel sabitemizdir. Kültürel üstünlüğün kültürel iktidarı her daim garanti edemeyişi buradaki diğer bir sabitemizdir.

Tek parti yönetimi bu anlamda toplumun kültürel hayatı üzerinde bir iktidar tesis edemedi. Uygulanan kültür politikalarıyla toplumun kültürel hayatı arasındaki mesafe, devleti bir tür iktidarsızlık haliyle karşı karşıya bıraktı. Zira kültürel iktidar, nihayetinde “öteki”ni, yani farklı olanı dönüştürme istidadını gösterdiği nispette gerçeklik kazanabilecektir.

Üstünlük Esasına Dayalı Kültürel Vizyon

Erken Cumhuriyet döneminin realitesi ve buna bağlı olarak uygulanan kültür politikalarının açmazı, zihinsel kodlarla ilgili söz konusu bölünmüşlük halidir. Bunun Türk siyasetini dün olduğu gibi bugün de belirlemeye devam eden sosyolojik realitemiz olduğu bir gerçek. Ak Parti iktidarı, genel planda bahis konusu bölünmenin Türk siyasetindeki en çarpıcı, en somut ifadesi olmuştur. Fakat bugünün realitesini dünün realitesiyle kıyas etmek, daha doğru ifadeyle eş saymak doğru değil. Sosyolojisi, ruhu ve dünyasıyla bugün başka bir “bağlam”ın içindeyiz. Ne kültürel muhafazakârlık ne de İslamcılık artık Kemalist ideolojiyle beslenen reaksiyoner “bağlam”dan azadedir. Ret ve korumacılık değil inşa dönemine girilmiştir.

Ak Parti iktidarının oluşturduğu özgürlük ve güç vasatı, kültürel direnişi kültürel üstünlüğe doğru evirme ihtiyacı ve sorumluluğunu beraberinde getirmiştir. Kültürel üstünlük burada artık zihinsel, ideolojik ve niteliksel üstünlüğün emaresi, hatta şartı haline gelecektir. Dünya kültürü diye bir olgudan söz edebildiğimize göre, bu üstünlüğün evrensel boyutlar içermesi kaçınılmaz olacaktır. Daha can alıcı olansa, dünya kültürünün etkin ve belirleyici failleri haline gelinemediği sürece kültürel bir sömürgeye dönüşme tehlikesinin bütünüyle bertaraf edilemeyeceğidir.

Bugün eğer Batı’nın ve Amerika’nın kültürel hegemonyası küresel bir realiteyse, bu hegemonyayla baş etmenin koşullarını iyi tayin etmek gerekir. Kültürel hegemonyanın zihinsel, ideolojik, teknik vs. bütün bileşenleriyle birlikte değerlendirilmesi şarttır. “İletişim teknolojilerinin belirleyiciliği” ve “kültür endüstrisi” kavramlarıyla sınırlı düzeydeki değerlendirmelere gelince, bunlar bilhassa zihinsel ve ideolojik değerlerin başat nitelikteki önemini göz ardı etmiş olmakla maluldürler.

Kültürel üstünlükten beslenmeyen her türlü kültürel iktidar pamuk ipliğine bağlı sayılır. Niteliğin ve iyinin yerine niceliğin ve vasatın egemenliği altındaki bir kültür realitesi, tarihsel planda esasen edilgen bir nitelik gösterir. İçerdiği unsurlar öteki ve/veya nitelikli (değerli) olan karşısında buzun ateşte erimesi gibi erimeye, tasfiye olmaya mahkumdur. Vasatın ve niceliğin gücüne güvenmek her zaman aldatır. Son kertede, vasat olan üstün olanın hegemonyası altında muhteva ve şekil değiştirmekten kendini alıkoyamaz. Kültürel hegemonya, vasatı ve niceliği de kuşatan bir etki gücüne sahiptir. Bu sebeple yukarıda işaret ettiğimiz kültürel bölünmüşlüğün, yaşadığımız reel “bağlam” içinde ilanihaye devam edecek bir sabite olduğunu zannetmek büyük hata olur. Var olan bağlam, ya üstünlüğe dayalı kültürel bir inşayı ya da çözülerek asimile olmayı giderek dayatacak olan bir süreci potansiyel anlamda içeriyor.

Reaksiyoner birikimler üzerinden uzun erimli bir siyasallaşma gücü ve iradesi ortaya koyan dini-kültürel asabiyet, şimdi ‘sahici bir üstünlük’ zorunluluğuyla karşı karşıya bulunuyor. Kültürel üstünlük bugün artık ontolojik bir koşul olarak kendisini dayatmakta. Zira söz konusu ontolojik (dini-kültürel-sosyal) varlığa anlamını veren hakikat bu üstünlükte mündemiçtir. Başka deyişle, kültürel üstünlük ontolojik üstünlüğün en tabii gereği ve sonucudur. Buysa kendi tarz-ı hayatını, değer ve formlarını başat düzeye getirmek anlamına gelmektedir.

Kültür politikaları bu zaviyeden ele alınmadığı takdirde, niceliğin ve vasatın tahakkümüne duyulan güven bizi ciddi bir körleşme tehlikesiyle karşı karşıya getirecektir. Bu ihtimale karşı ihtiyat ve teyakkuz halinde olmak gerekiyor. Diğer taraftan, kültürel üstünlük için elzem olan zihinsel üstünlüğün tedariki, kültür politikalarının en temel kriterlerinden biri olmak zorundadır. Aksi halde değil kültürel iktidar, kültürel-tarihi dinamiklerin bir eseri diye görebileceğimiz siyasal iktidar bile dayandığı nesnellik zeminini kaybedecektir.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir