Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Mart 28, 2024

Kabir Taşlarına Dönen Kentler

Uzunçarşı’da bir yandan sanat öğretilirken diğer yandan da insan olma, demlenme ve pişme dersleri veriliyordu. Ahilikten gelen bir ilişkiler ağında ahlaki etkileşimler de söz konusuydu. Üretim yanında eş zamanlı olarak insan da inşa ediliyordu.

Mercan Uzunçarşı

Bir yaz günü hoca babam, kardeşim Fatih’le beni Çengelköy vapur iskelesinden vapura bindirip, Eminönü’ne götürdü. Yaz tatilinde harçlığımızı çıkarmak için, Mercan Uzunçarşı’daki Kilit Han’da babamın arkadaşı olan bir saraciye zanaatkârı olan Naci amcanın yanına çırak olarak girdik. Allah rahmet eylesin iyi bir insan, sağlam bir Müslümandı Naci amca. Fatih’te babadan kalma iki katlı bahçeli bir evleri vardı. Zamanla Ümraniye’de bir apartmana taşındı. Buraya alışamadı. Rahmetli oldu.
Geleneksel çarşı mimarisi yapılanmasının en mühim eseri olan Kapalıçarşı’nın hemen yakınındaki bu Uzunçarşı, Tahtakale’ye kadar uzanan ve ismiyle müsemma uzun bir çarşıydı. Ağırlıklı olarak saraciye imalathaneleri ve cadde üzerinde de satış mağazaları vardı.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e aktarılan geleneksel üretim tarzına ve usta çırak ilişkisine dayalı olarak imalat yapılan bu çarşıda bir yandan sanat öğretilirken diğer yandan da insan olma, demlenme ve pişme dersleri veriliyordu. Ahilikten gelen bir ilişkiler ağında ahlaki etkileşimler de söz konusuydu. Üretim yanında eş zamanlı olarak insan da inşa ediliyordu.

O günler, Marmara’dan İstanbul’a giriş yapan gemilerin hala İstanbul’un camilerini, yeşilliklerini gördükleri devirlerdi. Apartman adı verilen nevzuhur binalar İstanbul’da çok yaygın olmayıp, belli semtlerdeydi. Geleneksel çarşılar hala faaldi ve AVM’ler yoktu!

Çengelköy

Çengelköy ve tüm Boğaziçi yemyeşildi o zamanlar. Osmanlı bakiyesi ahşap konaklar, yalılar, semt aralarında iki ya da en fazla üç katlı bahçeli evler, mahalle mescitleri, oluklarından sular akan meydan çeşmeleri, ağaçlar, bostanlar.

Osmanlı’dan kalan mahalle yapılanması, genelde yıkıma uğramış olmasına rağmen hala sıcaklığını koruyordu. Huzur vericiydi böyle bir mahallede yaşamak. Ekmek fırını, eczanesi, bakkalı, manavı, kasabı, lokantası, kırtasiyecisi, zerzevatçısıyla semtin tüm ihtiyaçları sıcak bir atmosferde dostça görülüyordu. Zengin de fakir de aynı semtte yaşardı. Aynı mescitte namaz kılar ve birbirlerini tanırdı. Komşuydu insanlar birbirlerine bu semtte. Önce televizyon girdi bu mütevazı evlere ve zamanla tüm mahalleye sirayet etti yeni hayat tarzı. Artık dönüşüm başlamıştı.

Modernizm ve Birey

Terim olarak ilk defa Alman filozof Hegel tarafından kullanılan modernizm bağlantılı “yabancılaşma” kavramı çok ilginçtir ki tüm dünyaya yine Avrupa’nın bir hediyesiydi. Değişim zaten önce Avrupa anakarasında mukim ve bizce “batı” diye bilinen kavimler arasında başlamıştı. Önce dünyayı sömürdüler sonra da “Rönesans” ve “reform” hareketleriyle kendilerini kilisenin skolastik hegemonyasından kurtarıp, Fransız ihtilalini yaptılar.

Artık tüm dünyaya yeni bir nizam yayıyordu batı! İnsanın yaratılışında olmayan bir süreç başlamıştı ve yaşananlar bir normalden sapmaydı. Kişinin önce kendisine ve sonra da kademeli olarak ailesine, toplumuna ve değerlerine yönelik büyük bir değişim ve dönüşüm başlamıştı, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de.

Tanrı’nın artık sadece kiliselerde anıldığı bu seküler yapının bir benzeri, bu topraklarda dini sadece camilere hapsetmeye yönelik olarak uygulandı yakın zamanlara kadar. Zihinler bu şekilde yönlendirildi. Ve bunun sonucunda ahiret yolcusu olan ve dünyayı o yolda bir köprü olarak gören Müslüman tipolojisinde de değişimler gözlendi. Gündelik hayatta bu anlayışın tesirleri de görülmeye başlandı.

Lale devri ile birlikte saray ve çevresinde başlayan batılılaşma çalışmaları, Osmanlı modernleşmesinin bir sonucu olan cumhuriyet idaresindeki Türkiye’de zirveye ulaştı. Bu sefer zoraki uygulamalarla halk da bu işe dâhil edilmişti. İşte asıl sorun burada başladı. Mahalle örgüsü kırılmıştı artık. İnsanımız modernitenin tüm imkânlarına rağmen, bu yeni anlayışa uygun olarak tasarlanan lüks sitelerde, rezidanslarda yapayalnızdı.

Osmanlı’nın modernleşme çabaları devam ederken yurt dışından çok sayıda mimar, mühendis de yurda gelmiş, şehirlere ve toplumun dokusuna yansıyan şehir planlamaları yapılmıştı. İşin traji-komik tarafı şuydu: İmparatorluk sanatkârları -ki “ehl-i hiref” olarak isimlendirilirdi- İslam’ın ruhaniyetini cismaniyete döken projeler yaparken, batıda yetişmiş ve o kültürün ürünü sanatkârlardan medet umma noktasına gelen kadim bir medeniyetin bu halini düşünmek bile insana acı veriyor!

Kibir Dokulu Kentler

Yeni kent dokusunda kabir taşları gibi tek düze bir hava hâkim artık. Nevzuhur bu yeni kent dokusunda mimari, belki de günümüzdeki dünya görüşünün bir yansıması olarak, toprağa yakın ve yatay haldeki doğal düzenini kaybedip, göğe doğru, ruhani olmayan, kibirli bir yükselişi anlatıyor.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir