Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Salı, Nisan 23, 2024

Fransız İhtilali ve Katolik Tarikatların Akıbeti

Haçlı seferlerinin sebep olduğu kültürel gelişim, Avrupa’da Rönesans’ın gerçekleşmesine vesile olmuştur. Rönesans’ın gerçekleşmesi ise, Katolik Kilisesi içerisinde Reform’un oluşmasına zemin hazırlamıştır. Ancak, Avrupa’da gerçekleşen bu zihinsel ve kültürel devrimlerin toplumun tamamında doğrudan karşılığını bulduğu en önemli olay, siyasî bir devrim olan Fransız İhtilali’dir.

1789’da Fransa’da ihtilal patlak verdiğinde, Katolik Kilisesi’ne bağlı müesseseler tam bir şok yaşamıştır. 18. Yüzyılın sonunda, Avrupa’da halkın da katılımı ve desteği ile birlikte tarihte daha önce benzeri görülmemiş bir şekilde ‘devleti Hıristiyansızlaştırma’ süreci yaşanacaktır. Bu durum, halkın Hıristiyanlık’tan vazgeçtiği anlamına gelmemelidir. Aksine, İhtilal’in baş aktörleri arasında ihtilal politikalarını benimsemiş Katolikler ve din adamlarının olduğu da bir gerçektir. Bunların, kısa zamanda İhtilal’in savunduğu Aydınlanma felsefesinin değerlerinin önemli bir kısmını içselleştirdikleri görülmektedir. Hatta, daha da ilginç olanı, söz konusu Katolikler, bu değerleri ‘sahih (ortodoks) inancı savunmanın bir gereği’ olarak benimsediklerini de iddia edeceklerdir.

Modern din-devlet ilişkisi paradigmasının oluşumunda Fransız İhtilali’nin (1789) şüphesiz önemli bir dönüm noktası olduğu hemen hemen bütün tarihçiler tarafından kabul edilmektedir. Haçlı seferlerinin sebep olduğu kültürel gelişim, Avrupa’da Rönesans’ın gerçekleşmesine vesile olmuştur. Rönesans’ın gerçekleşmesi ise, Katolik Kilisesi içerisinde Reform’un oluşmasına zemin hazırlamıştır. Ancak, Avrupa’da gerçekleşen bu zihinsel ve kültürel devrimlerin toplumun tamamında doğrudan karşılığını bulduğu en önemli olay, siyasî bir devrim olan Fransız İhtilali’dir. Şüphesiz, bundan bütün Kilise müesseseleri gibi özellikle Katolik tarikatlar da paylarına düşeni alacaklardır. Aşağıda da değinileceği üzere, başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın birçok ülkesinde mallarının müsadere edilmesi başta olmak üzere, katliamlaar ve sürgünlere maruz kalacak şekilde, belki de en acı bedeller ödeyenler arasında Katolik tarikatlar önemli bir yer işgal edecektir.

18. yüzyıl Aydınlanma felsefesinin oluşturduğu kültürel ve siyasi hayatta meydana gelen değişimler, 19. Yüzyılın hemen öncesinde gerçekleşecek olan Fransız İhtilali’nin habercisi olmuştur. Meşhur Fenelon’un 1715’de ölümü ile Voltaire’in eserlerini yayınlamaya başlaması aynı yıllara rastlar. Söz konusu tarih, ‘Büyük Louis’ (Louis le Grand) veya ‘Güneş Kral’ (Roi-Soleil) olarak bilinen XIV. Louis’nin ‘Devlet Benim’ (l’État c’est moi) sözünde özetlenen mutlak monarşisinin son yılıdır. Bu tarihten itibaren yeğeni olan Philippe d’Orléans krallığı niyabeten (Le Régent) yönetir ve bu döneme ‘Naiplik’ (Régence) dönemi (1715-1723) denmektedir. Aristokrat ailelerle birlikte klasik sanatlara olan ilgiyi artıran XIV. Louis, aynı zamanda Fransız Bilimler Akademisi’ni (Académie des Sciences) de kuran kişidir. XIV. Louis yönetimindeki Fransız hükümeti yönetimde adil davranmıyordu. Fransız Parlamentosu devre dışı bırakılmış, halkın talepleri karşılık bulmayacak şekilde bir siyasi sistem oluşturulmuş ve 1614’ten beri hiç toplanmamıştı. Toplanmaya da gerek duymuyorlardı. Toprakların çoğu ruhban sınıfı ve asillerin tekelindeydi. Bu nedenle, Fransız İhtilal’i olduğunda, halka karşı ve halkın taleplerine karşı kral ile birlikte bu her iki sınıf doğal müttefik olarak mücadele edeceklerdi. Bunlar aynı zamanda kilise, ordu ve hükümette de güçlü mevkilere sahipti. Vergi kaçırmakta çok yetenekli idiler. Çoğu köylülerden oluşan Fransız nüfusunun yüzde 95’i ayrıcalıklı aristokrasi tarafından sömürülüyordu. Sosyal yapıdaki bu arızalar, gelmekte olan İhtilal’in ne denli yıkıcı ve kanlı bir tabloya sahip olacağının da işaretlerini veriyordu. Ancak, ne kral ve etrafındaki aristokrasi ne de Kilise, böyle bir patlamanın olacağına ihtimal dahi vermiyorlardı.

Filozoflar Kiliseye Karşı

Aynı dönemde, bir bakıma doğal olarak, düşünce alanında geleneksel Kilise’nin dogmatik anlayışı yerine, dini değerleri yok sayacak ‘filozoflar’ın düşünceleri etkin olacaktır. Din adamları ve teşkilatının siyasi erkin her türlü haksız uygulamalarını desteklemesi, onunla işbirliği yaparak toplumdaki şikayetlere çare bulacak yerde ondan istifade etme yoluna gitmesi, insanlarda etkisi günümüze kadar devam edecek olan ‘din karşıtlığı’na evrilecek bir durumun ortaya çıkmasına sebep olacaktır. Bu nedenle Fransız İhtilali, en az Kilise kadar merhametsiz olmuştur. 1697’de Bayle (ö. 1706), Dictionnaire Historique et Philosophique (Tarih ve Felsefe Sözlüğü) adlı eserini tamamlamıştır. Bir yandan ünlü siyaset kuramcısı Montesquieu ve Fontenelle, diğer yandan Voltaire ve açıkça ateistliğini ilan eden Diderot, Hıristiyan inançlarına, Kilise’ye ve onun siyasi yönetimdeki aygıtı olan ‘Kilise ve papazlar Teşkilatı’na karşı açıkça cephe almışlardır.

Kilise’yi hedef alanlar arasında sadece ateist olanlar yoktur. Mesela, dinî düşünce yapısına sahip olan Rousseau da Hıristiyanlığın bazı inançlarını ve Kilise’nin dogmalarını hedef almıştır. O, Aydınlanma felsefesi ile birlikte düşünce alanında önemli bir kavram olarak tartışılan, akıl ve duygulara dayanan ‘tabiî din’i savunmaktadır. Tabiî dinin savunucularının asıl hedefi, genel olarak bütün ‘vahye dayalı’ dinlerdir. Onlara göre, insanlar ‘vahiy kaynaklı’ olduklarını iddia eden dinlere değil, ‘akla dayalı’ ‘tabiî din’e inanmalıdır. Fakat, her halükarda, dönemin konjonktürü gereği, filozofların ve düşünürlerin ‘din’ ile kastettikleri şey halka karşı konumlanmış olan ‘Katolik Kilisesi’ ve uygulamaları için meşruiyet zemini olarak kullandığı ‘dogmaları’dır. Bu nedenle, Fransız İhtilali’nin ‘din’ ile hesaplaşması asıl itibariyle ‘Katolik Kilisesi’ ve onun siyasi hayattaki yansıması olan ‘Kilise Teşkilatı’ ile olacaktır. Bu nedenle, İhtilal’in hedefinde, Kardinaller ve Başpiskoposlar’la birlikte hiyerarşik olarak onlara bağlı olan rahiplerden papazlara ve manastırdaki keşişlerden rahibelere kadar Kilise Teşkilatı’nın tamamı olacaktır.

Katolik Kilisesi’nin her türlü inancına ve ritüeline karşı yeminli olan bu düşünürler, savundukları düşüncelerin evrenselliğinin doğruluğunu ispatlamak için başka kıtalardaki ve ülkelerdeki putperest toplumların inançlarında ve ritüellerinde yüksek ahlakî öğretilerin olduğunu gösterme çabasına gireceklerdir. Onlara göre, bu sözde ‘yabanî’ topluluklar bile Kilise’nin dogmaları ile kirletilmediği için daha ‘tabii’ inançları içlerinde barındırmakta idiler. Bu iddiayı ispat maksadıyla birçok mukayeseli çalışmalar yapılacaktır. Hatta, kimilerine göre, yabani olarak nitelenen toplulukların medenî kabul edilenlerden daha mutlu oldukları bile söylenebilir. Bu anlayıştan hareket eden Rousseau’ya göre, insan tabiatı gereği iyidir ve onun bozulması ‘medeniyetle’ irtibatı sonucunda olmuştur. Rousseau bu görüşünü ifade etmek için ‘Emile’ adlı romanını yazacaktır. Romanda, toplumun her türlü etkisinden uzak yetiştirilen Emile adlı çocuk, büyüdüğünde hem zihinsel hem de ahlaken mükemmel bir birey olacaktır. Aynı zamanda, buradan hareketle Rousseau, Hıristiyanlığın ve Katolik Kilisesi’nin temel bir dogması olan ‘aslî günah’ın (péché originel) olmadığını ve insanın doğuştan ‘masum ve fıtraten temiz’ yaratıldığını ortaya koymak istemiştir. Aslında Rousseau, bu romanıyla, Kilise Teşkilatı’nın üzerine dayandığı ‘aslî günah’ dogmasının yanlışlığının ispat edilmesiyle birlikte Kilise’nin inanç bakımından kendiliğinden yıkılacağına da işaret etmekte idi.

Cizvitler ve Jansenistler

Fransız İhtilali arifesinde, Kiliseyi teşkil eden din adamları, toplumu oluşturan zenginler ve fakirleri destekleyenler olarak ikiye ayrılmış durumda idiler. Bu çerçevede Katolik Kilisesi, merkezi Kilise yönetimini savunan Cizvitler ile toplumun ve yerel yönetimi savunan (Jansenizm) Jansenistler olarak ikiye ayrılmış durumda idi. Jansenizm, Ypres piskoposu Cornelius Jansen’in (1585-1638) 1640’ta yayınladığı Augustinus adlı eseri ile başlattığı hareketin adıdır. Başlangıçta Katolik Kilisesi’nin teolojik ve ahlaki gelişimine karşı dini bir yorumu temsil eden bu anlayış, zamanla mutlakiyetçi krallığı reddeden ve yerel idare ile halkın yönetime katılmasını savunan siyasi bir hareket olacaktır. Merkeziyetçi ve mutlakiyetçi idareleri savunan Katolik Kilisesi, halkın iradesine karşı cephe alması nedeniyle Katolik halkın kendisine olan teveccühünden mahrum olmuştur. Bunun sonucunda Kilise, erkek din adamı adayları bulma zorluğu yaşayacaktır. Böyle bir durum içerisinde olan Kilise ve teşkilatının üst kademesinde görev yapan bazı piskoposlar arasında dinî hassasiyetler oldukça zayıflamıştı; alt kademede görev yapanlar ise, görev yaptıkları bölgelerden (diocèse) elde ettikleri gelirlerine zarar gelmemesi için sorumlu oldukları topluluğun maneviyatına dair bir endişe taşımamakta idiler.

Fransız İhtilali döneminde yaşanan olayları araştıran tarihçi ve araştırmacıları en çok hayrete düşüren konulardan biri de, ‘özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’ gibi yüksek ideallerin savunulduğu bir hareketin en bariz özelliklerinden birisinin, aşırı derecede fanatik kilise-karşıtlığı olmasıdır. Bu yüzden, bazı araştırmacıların Fransız İhtilali’ni yaz-boz tahtasına ya da yamalı bohçaya benzetmesinin doğruluk payı olduğu kabul edilmektedir. Mesela; 1790’da Fransa’da ilan edilen ‘Kilise Sivil Anayasası’, Fransa’daki Katolik Kilisesi’nin organizasyonunu doğrudan devlet kontrolüne vermekte idi. Bu yasaya dayanılarak, Katolik Kilisesi’nin Fransa’daki bütün mal varlıkları devletleştirilmiş, manastır ve tarikatlar lağvedilmiş, Devlet’in bu uygulamalarına karşı gelen ve Devlet’e sadakat yemini yapmayı reddeden yüzlerce dindar rahip ve rahibe Katolik katledilmiştir. Katolik Kilisesi’nin o gün başında olan Papa VI. Pius’un bu durumu kınamasının, Fransa’daki Kilise karşıtı uygulamalar ve Fransa Kurucu Meclisi üzerinde çok hafif denecek derecede bir etkisi olmuştur. Zaten, o dönemde Fransa Kurucu Meclisi’ni teşkil eden taşra kökenli birçok üye, taşradaki din adamlarının sayılarının gereksiz yere aşırı derecede fazla olmasından şikayetçi idiler.

Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik

Fransız İhtilali’nden hemen sonra, Fransa’daki Katolik Kilisesi mensuplarının önünde iki tercih vardı: Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı kalmaya devam etmek ya da Paris’teki yasama erkinin isteklerine boyun eğmek. Her türlü siyasi bağımlılıktan bireyi kurtarıp onu kutsayan ve toplumsal eşitliği merkeze alan bu seküler anlayış, geliştirdiği bu yeni kurgusunu (liberté, égalité, fraternité / özgürlük, eşitlik, kardeşlik) devletin kurumlarına da yansıtacaktır. Toplumun iradesini doğrudan temsil edecek olan devlet teşkilatlanmasında ne krallığın ne de ona bağlı olan Kilise’nin artık yeri olmayacaktır.

İhtilal’in devleti Hıristiyanlık’tan arındırma politikasının etkileri, kısa zamanda Fransa’nın dini kurumları üzerinde görülmeye başlanacaktır. Buna göre, öncelikle Pazar gününün dini bir gün olduğu resmi takvimden çıkarılır. Aşırı Kilise karşıtlığı özelliği ile dikkat çeken Fransız İhtilal Meclisi, bu konuda hiçbir uzlaşıyı kabul etmemekte idi. Bu yüzden, Meclis’in 1795’te yayınladığı ‘dini özgürlüğe’ dair yasa, Katolikler’e bireysel özgürlüğü teşvik edici bir düzenleme olmaktan çok, Katolik Kilisesi’ne karşı siyasi bir düzenlemeyi amaçlamakta idi.

Aydınlanma felsefesinin ürünü olan bu eleştirilere genel olarak Kilise sükut etmiştir. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde aynı düşünceyi paylaşan ve Kilise’nin siyasi kararlara ortak olmasından şikayetçi olan prensler ve krallar, Kilise teşkilatlarına karşı açıkça cephe almışlardır. Katolik Kilisesi’nin başka devletlerin iç işlerine müdahale ederek onları bütünüyle ele geçirme arzuları o kadar ileri gitmişti ki, daha henüz Fransız İhtilali olmadan krallıklar tarafından Kilise’ye bağlı bir tarikat olan Cizvit tarikatının faaliyetlerine son verilecektir. Bu çerçevede, söz konusu ülkelerdeki Kilise teşkilatına sorgusuz sualsiz tabi olan Cizvit tarikatinin tasfiyesi ve papazlarının ülke dışına sürgüne gönderilmesi veya cezalandırılması aynı tepkinin en açık göstergelerinden biri olacaktır: Portekiz’de 1758’de, Fransa’da 1764’de, İspanya’da 1767’de, Napoli Krallığı’nda ve Parma Dukalığı’nda 1768’de Cizvitler ülke sınırları dışına atılacaktır. Bunun üzerine, Avrupa ülkeleriyle ilişkileri bozmak istemeyen Katolik Kilisesi, Papa XIV. Clément’nın (1769-1775) 1773’de yayınladığı Dominus ac Redemptor adlı kısa bir genelgeyle Cizvit tarikatının lağvedilmesine karar verir. Tarikatın yeniden faaliyete geçişi yarım asır sonra Papa VII. Pie zamanında, 1814’te olacaktır. Bu kadar kısa bir zaman içinde yeniden Cizvit tarikatını ihya girişimi, bu tarikatın Devlet işlerine müdahalede Katolik Kilisesi için ne kadar önemli olduğunu gösteren bir karardır. Ancak, Cizvit tarikatının lağvedilmesi kararının sonucunda Katolik Kilisesi, yirmi bin üyeden oluşan önemli bir milis gücünü yitirmiş ve bu durumdan daha da zayıflamış olarak çıkacaktır.

Ancak, Cizvit tarikatının lağvedilmesine kadar giden süreç dikkatle incelendiğinde, Fransız İhtilali arifesine kadar Katolik Kilisesi’nin Avrupa’daki krallıkları tarikatlar marifetiyle içten ele geçirme planları yaptığını görmek dehşet vericidir. Zannedildiğinin aksine, Katolik Kilisesi bu arzusundan kısa vadede vazgeçmeyecektir. Nitekim, Fransız İhtilali’nde Katolik Kilisesi’ne ağır bedeller ödetilmesinin arkasında, Kilise’nin halka rağmen tarikatlar marifetiyle ülkelerin idaresini ele geçirme girişimlerine olan öfkenin de çok büyük rolü olduğu söylenebilir.

Cizvit tarikatının mensuplarının başına gelenler konusunda Cizvit rahibi Pierre-Joseph Picot de Clorivière’in hayatı örnek olarak zikredilebilir. Tarikata 1756’da dahil olan Clorivière, Fransa’da Cizvit tarikatının faaliyetleri 1764’te yasaklanınca, dönemin İngiliz-Belçika bölgesine taşınır. Daha sonra, oradan Protestanların himayesinde Londra’ya geçer (1766-1767). 1767’de, o zamanlarda Avusturya topraklarına dahil olan Hollanda’ya geçer. 1775’te, Cizvit tarikatının faaliyetleri orada da yasaklanınca Hollanda topraklarından sınır dışı edilir. 1779’da tekrar Fransa’ya dönen Clorivière, bir mahalle kilisesinde papazlık görevine başlar. İhtilalden sonra Paris’e yerleşen Clorivière, 1790’da burada tarikatları kapatılan papazları bir araya toplamak için iki gizli örgüt kurar. İhtilal yılları boyunca faaliyetlerini gizli yürüten ve kendisini gizlemek zorunda kalan Clorivière’in açıktan vaazlar vererek faaliyete başlaması, 1801’de olacaktır. Ancak, kanun kaçağı olanları saklama, yardım ve yataklık yapma suçundan yakalanan Clorivière, 1804 ile 1809 yılları arasında hapis cezasına çarptılacaktır. Bu süre içerisinde gözlerini kaybeden Clorivière, buna rağmen, 1814’te Cizvit tarikatının yeniden faaliyete geçmesi ile birlikte, ileri yaşta olmasına rağmen tarikat faaliyetlerine aktif olarak katkıda bulunacaktır. Clorivière’e göre, 14 Ağustos 1792’de İhtilal hükümetinin yayınladığı yasanın gereği olarak ‘özgürlük ve eşitlik’ fikrine bağlılık yemini yapmak tam bir sapkınlıktır. Zira, Papa’nın da 1792 tarihli genelgesinde de belirttiği gibi, özgürlük ve eşitlik fikirleri Hıristiyanlık karşıtı ve onu yıkıcı fikirlerdir. Oysa, Paris’teki diğer bazı Katolik piskoposlar ve din adamları, 1792’de alınan kararda yer alan bu yeminin siyasi bir yemin olduğunu ve dinle alakası olmadığını belirttikleri için bu fikre karşı çıkıyorlardı.

Tarikatlar, Vakıflara Dönüşüyor

Fransız İhtilali ile birlikte tarikatların yasaklanması ve bunların yerine geçecek gizli tarikatlar kurmak için piskoposluklara yapılan başvurular reddediliyordu. Zira, Fransız İhtilal hükümeti, aynı şekilde gizli tarikatlere karşı da çok ciddi tedbirler ve cezalar uygulamakta idi. Bunun üzerine, eski tarikat üyeleri yeni bir formüle başvuracaklar. Buna göre, tarikat kurmak yasaklanınca, yerine ‘vakıf’ kurma fikrini ve yöntemini benimseyecekler. Böylece, tarikat faaliyetlerini vakıflar aracılığıyla devam ettirme yöntemi benimsenecektir. İlginç bir şekilde, İhtilal öncesi Katolik Kilisesi’ne karşı yaygın bir öfkenin olduğu dönemde din adamı olmak ve tarikatlara üye bulmak git gide zorlaşmış iken; 1794 yıllarından itibaren vakıflar paravanası altında faaliyet gösteren ve sayıları gün geçtikçe artan tarikat kurumlarına olan teveccüh beklenenin de üzerinde gerçekleşecektir. Muhtemelen, bu süreçte tarikatlar kendi hatalarını görme ve kendilerine çeki düzen verme kararlılığında olmaları etkili olmuş denilebilir. Avrupa’da İhtilal yıllarında kurulan gizli tarikat faaliyeti yapan vakıflardan en meşhur olanları, 1794’te Almanya’da Tournély, de Broglie ve Pere Varin tarafından kurulan La Société des Pères du Sacré-Coeur ile İtalya’da Nicolas Paccanari tarafından kurulan La Société de la Foi de Jésus’dür.

Fransız İhtilali arifesindeki tarikatlara dair yapılan araştırmalarda dikkat çeken hususlardan bir diğeri ise, o dönemde erkeklerin yönetiminde olan tarikatlara üye bulmak zorlaşırken, kadınların mensubu olduğu tarikatların üye sayısında normal dışı bir artışın olduğudur. Bu durumun, erkeklere nispetle kadınların ekonomik ve siyasi krizlere karşı kadınların daha çok direnç göstermiş olmalarından kaynaklandığı sonucuna varılmıştır. Bu da, kadınların benimsedikleri inanç ve fikirlere olan sadakatlerinin erkeklere nispetle daha güçlü olduğunu gösteren ilginç tespitlerden biridir. Ancak, bu kurala uymayan istisnaî gelişmeler de olmuştur. Mesela, Alsace bölgesindeki erkek tarikat üyelerinin sayısında aynı dönemde artışların olduğu görülmüştür.

Bununla beraber, kadın tarikatlarının İhtilal ile birlikte hemen ortadan kaldırılmamasının bazı sosyolojik sebeplerinin olduğunu da kabul etmek gerekmektedir. Özellikle, tarikatların kapatılmasıyla birlikte, tarikat müştemilatında kalan kadın üyelerin bir anda sokaklara terk edilmesinin neden olacağı toplumsal infiali İhtilalciler hesaplamakta idiler. Yani, sosyolojik bir gereklilik, kadınların teşkil ettiği tarikatlara müdahaleyi daha tedrici bir yöntemin benimsenmesini gerekli kılacaktır. Bunun dışında, kadınların teşkil ettiği tarikatların toplumsal faydaları oldukça fazla idi ve yerlerinin doldurulması hemen hemen imkansızdı. Bu da İhtilalciler tarafından göz ardı edilebilecek bir durum değildi.

Özellikle eğitim faaliyetleri, sağlık sektörü, hayır işleri, hastaların refakati ve muhtaçlara yardım gibi konularda kadınların teşkil ettiği tarikatların faaliyetleri görmezden gelinebilecek faaliyetler değildi. İhtilalciler’in, bu konularda onların desteklerini yok sayarak ihtiyaçları gidereceğini düşünmesi imkansızdı. Bu durum, kadınların oluşturduğu tarikatların kapanmasının, erkeklerin mensup olduğu tarikatların kapatılmasına göre, geciktirilmesine sebep olacaktır.

İhtilal döneminde tarikat faaliyetlerinin kesintiye uğramadan varlıklarını sürdürdükleri yerlerden biri de, şehirden uzak kırsal dağlık bölgelerdeki manastırlar olacak. Özellikle Fransiskenlerin ilgilendiği dağlık ve fakir köylülerin yaşadığı bölgelerde, tarikat faaliyetlerinde bir kesintiye gidildiğine şahit olunmamıştır. Muhtemelen, İhtilal hükümeti, zaten fakirlik içerisinde zor bir hayat süren insanların dertleriyle ilgilenen tarikatlarla ve ayrıca kendi üzerine düşen kamu görevini yerine getirdikleri için onlarla uğraşmak istememiş olabilir. Bazı Fransisken tarikatları için İhtilal tedbirleri bir bakıma kurtarıcı rol da oynamıştır. Zira, zaten zor bir kriz içerisinde boğuşan Fransisken tarikatlarının üyelerinin büyük bir kısmı, İhtilal’in şoku ile birlikte, tarikatın bizzat kendisinin zorlaması dışında, yeni bir hayat şeklini benimsemek zorunda kalacaklardır. Bunlardan bazıları yeni rejime sadakat yemini yapmayı kabul ederken, bazıları çareyi ülkeyi terk etmekte bulacaklar. Kimileri, yasa dışı faaliyetlerde bulunmayı tercih edecek. Kimi Fransiskenler ise, sessiz sedasız toplumdan el etek çekmeyi tercih edecektir. Bu nedenle, İhtilal’in tarikat üyelerindeki etkisi farklı farklı olacaktır.

Kadın tarikat üyelerinin tasfiye sürecinde gösterdikleri direnç, Fransız İhtilali dönemini anlatan sayfaların en acıklı kısımlarından bir olacaktır. Karmelit tarikatına mensup olan kadınların, İhtilale karşı koymayı dini bir vecibe ve ilahi bir plan olarak yorumlamaları ise oldukça ilginçtir. Karmelit kadınlar, İhtilale karşı canlarını feda etmelerini, Tanrı’nın gazabını dindirecek ‘kurban’lar olarak yorumluyorlardı. Bu uğurda ölmeyi o kadar mistifiye decekler ki, o dönemde kaleme alınan yazılardan anlaşıldığına göre, Madame Lidoine ve Avila’lı Thereza gibi Ortaçağ’daki bayan mistiklerin kendilerini feda etmelerini örnek alarak, ‘mistik kurban olma’ ritüelinin yeniden canlanmasına neden olmuştur. Öyle ki, bazı karmelit kadınlar, idam edilecekleri esnada Tanrı’ya karşı yaptıkları yakarışları ilahiler şeklinde birer vird gibi okunuyor, dilden dile dolaşıyordu. İhtilale karşı çıkmayı ve krallık taraftarı olmayı Papalığın emri gereği dini bir vecibe kabul eden kadın tarikat üyeleri, ölümle cezalandırılmayı seve seve kabul ediyorlardı. Onlar, İhtilali ‘seküler bir sapkınlık’ olarak görüyorlardı. Öğretmen açığını düşünen İhtilalciler, öğretmen olan kadın üyelerin ‘sadakat yemini yapmalarını’ mecburi tutacaktır. 1792’ye kadar kadın tarikat mensuplarına daha toleranslı davranan İhtilalciler, bu tarihten sonra diğer tarikatlara uyguladıkları yöntemleri onlara da uygulamaya karar verecektir.

Fransız İhtilali ile birlikte tarikatların kapatılması ve mallarının müsadere edilmesi, Devlet hazinesine büyük bir taşınmaz zenginliğinin nakledilmesi sonucunu doğurmuştur. Buna göre, 2846 manastır bütün mülkleriyle birlikte Devlet hazinesine nakledilecektir. Kilise’ye ait malların Devlete nakledilişine dair kararın alınması, Meclis’te ayakta alkışlanacaktır. Kararın ertesi günü, Fransa’daki bütün manastır ve binalar halk tarafından yağmalanacak, eşyaları satılacak veya talan edileceklerdir. Bazıları devlet dairelerine çevrilirken, bazıları da göz göre göre yıkılıp yok edilecektir.

Sonuç itibariyle, Fransız İhtilali’nin Katolik Kilisesi başta olmak üzere, tarikatlar üzerinde çok yönlü olumsuz etkileri olmuştur denebilir. Ancak, olayların gelişimi genel olarak değerlendirildiğinde, tarikatların Devlet’e sızma veya siyasette söz sahibi olma girişimlerinin bedeli ağır olmuştur denebilir.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir