Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Nisan 18, 2024

İran Düzleminde ABD-Türkiye Jeopolitik Hesaplaşması

Kuşkusuz ABD, Türkiye’yi bir şekilde cezalandırmak istiyor. Geçmişte İran’a yönelik ambargolara karşı dünyada iki ülke omuz omuza direndi: birisi Türkiye diğeri de Brezilya idi. Sonra ne oldu? O dönem Brezilya devlet başkanı olan Lula da Silva yolsuzluk iddiaları nedeniyle Temmuz 2017’de dokuz yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Geçtiğimiz yılın Kasım ayının son günlerinde ABD’de başlayan Rıza Zarrab davası, görünürde bir iş adamının ABD’nin İran’a yönelik ambargosunu delerek Amerikan Hazine Bakanlığını zarara uğratması ile ilgili gibi gözükse de geri planda esasında ABD’nin “Yeni” Türkiye’yle özellikle İran özelinde jeopolitik bir hesaplaşması olarak tarihteki yerini alacaktır.

Bu dava, Türkiye’nin İran ile olan ilişkilerini yeniden gündeme taşıdı. Özellikle davanın hemen öncesi Soçi’de Suriye’yi görüşmek için bir araya gelen Putin, Erdoğan ve Ruhani’nin el ele tutuştuklarını gösteren fotoğrafın yayınlanmasıyla, Trump’ın Suudi Arabistan ziyareti sırasında Kral Selman ve Mısır devlet başkanı Sisi ile bir kürenin üzerine ellerini koyarak verdikleri pozun içerdiği mesaja karşı bir mesaj ve hamle olarak yorumlandı. Putin, Erdoğan ve Ruhani’nin elele verdikleri pozda görünmeyen bir dördüncü el daha vardı. Bu elin sahibi bir gün önce Soçi’de Putin’le görüşen Beşar Esad idi. Bir başka deyişle Ortadoğu bölgesinde Rusya, Türkiye, İran ve Suriye’nin oluşturduğu bir blok ile ABD, Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail’in oluşturduğu diğer bir blokun güç mücadelesinin başlamak üzere olduğu görülüyordu.

ABD’nin İran Açmazı

Yakın tarihe kadar Ortadoğu denilince akla ilk gelen İsrail, İran ve ABD arasındaki kedi fare oyunuydu. ABD’nin Ortadoğu politikası, 1948’de Truman’ın büyük desteğiyle İsrail’in kurulmasıyla başlayan ve bugüne kadar devam eden süreçte tamamıyla İsrail merkezli şekillenmiştir. İsrail’i korumak, kollamak ve yaşatmak ABD’nin Ortadoğu politikasının temel parametreleridir. ABD’nin Ortadoğu’da düşman-dost tanımlaması dahi İsrail üzerinden şekillenmiştir. İsrail’e dost ülkeler ABD’nin de dostu, düşman ülkeler ise ABD’nin de düşmanıdırlar. 1979’daki İslam Devrimine kadar İran ABD’nin ve İsrail’in stratejik ortağıydı. Doğal olarak İran petrolleri de ABD ve İngiltere’nin kontrolündeydi. 1951 yılında Başbakanlık görevine seçilen Muhammet Musaddık, İran petrollerini millileştirince 1953 yılında ABD’nin girişimiyle CIA planı bir darbeyle görevden uzaklaştırıldı. Şah’ın iktidarı güçlendirildi ve İran petrolleri tekrar yabancı güçlerin eline verildi. ABD, bu darbedeki rolünü her zaman reddetti ama Obama, darbede ABD’nin rolünü kabul ederek özür diledi. İran’da Şah yönetiminin temel dayanağı ABD idi. Bu durumda Soğuk Savaş ikliminin de rolünü göz ardı etmemek gerekir. Geliyorum diyen İslam Devrimine karşı Amerikan yönetiminin duyarsız kalması, devrim ihtimalini düşük görmesi ve İran’ı yanlış okumasından dolayı Ortadoğu’da Arap olmayan en önemli Müslüman müttefikini kaybetti. Yıllarca İran neden kaybedildi sorusu ABD’de tartışılan konuların başında geldi.

İran’ın kaybedilmesi sadece ABD için bir kâbus olmamış, aynı zamanda İsrail için de büyük bir travmaya sebebiyet vermiştir. İsrail, kuruluşundan 1979 İran İslam Devrimine kadar Araplarla, 1948, 1956, 1967, 1973 ve 1979 yıllarında olmak üzere beş savaş yaşamıştır. Her ne kadar İsrail, 1978’de Mısır ile Camp David Barış anlaşmasını imzalamış olsa da Arap ülkeleriyle arasındaki soğukluk işgal altındaki Filistin ve Kudüs nedeniyle devam etmiştir. Bölgede Arap olmayan iki Müslüman ülke vardır. Bunlardan bir tanesi Türkiye, ötekisi ise İran’dır. İran’ın askeri gücü ABD’nin yardımı ve petro-dolarların etkisiyle Türkiye’den daha büyüktü ve geleneksel olarak siyasi ve dini nedenlerle Araplarla ilişkileri çok iyi değildi.

İran’ın kaybı, hem ABD hem de İsrail için yeni bir dönemin başlangıcıydı. Ayetullah Humeyni, İran’da devrimi gerçekleştirdikten sonra İran’ın yeni dış politikasını “ne Doğu ne Batı sadece İslam Cumhuriyeti” şeklinde formüle etmiş, ne Sovyet kampında ne de Batı-ABD kampında olduklarını söyleyerek, bağımsız milli bir dış politika duruşu sergileyeceklerini ilan etmişti.

İran’ı kaybeden ABD vakit kaybetmeden bölgede İran’ın yerine koyabileceği yeni müttefiki seçti. Bu müttefik, NATO üyesi Türkiye’den başkası değildi. Türkiye’nin ABD ile İran Devrimi öncesindeki dönemde Johnson Mektubu, Kıbrıs Barış Harekâtı ve haşhaş ekimi sorunu olmak üzere birçok konudaki görüş ayrılıkları yüzünden ilişkileri çok da iyi değildi. Bu nedenle ABD’nin yörüngesinden çıkmış olan Türkiye’nin rota ayarlarının yeniden yapılması gerekiyordu. 1980 yılında Türkiye’de bir askeri darbe gerçekleştirildi. Darbenin hemen ardından darbeci kadro NATO’ya bağlılığını ilan etti. ABD ise darbeyi yapanları “bizim çocuklar” olarak adlandırarak, darbenin arkasındaki üst aklı gösterdi. ABD için görev tamamlanmıştı. Ortadoğu’da Araplara karşı İsrail’in yeni müttefiki Türkiye’ydi. Ancak bu sefer başka bir sorun ortaya çıkmıştı: dün İsrail’in stratejik ortağı olan İran, bugün İsrail’i düşman olarak görüyor ve bu bölgede yaşam hakkının olmadığını savunuyordu.

1980’ler ABD için nispeten istikrarlı olarak geçti. Sovyetler Birliği’nin zayıflaması ve 1991’de dünya siyaset sahnesinden çekilmesi yeni bir dönemi başlattı. 1990’lar bu yeni dönemin sancıları içinde geçti. ABD, Soğuk Savaş’tan zaferle çıkmıştı. Savaş ganimeti olarak da Sovyetler Birliği’nin boşalttığı zengin enerji kaynaklarına ve dinamik bir pazara sahip Avrasya coğrafyasını kendisine ödül olarak görmüştü ve buradaki güç boşluğunu doldurma niyetindeydi.

ABD’nin Avrasya Politikası

İngiliz coğrafyacı Harlford Mackinder,1904 yılında İngiltere’de Kraliyet Coğrafya Derneğinde sunduğu “Tarihin Coğrafi Ekseni” isimli çalışmasında ve daha sonra yazdığı “Democratic Ideals and Reality” adlı kitabında özetle şunu söylüyordu: “Avrasya’yı kontrol eden dünyayı kontrol eder.” Bu teze İngiltere’den çok ABD sahip çıkmıştı. Fakat Çarlık Rusya’sı ve Sovyetler Birliği, Avrasya coğrafyasının büyük bir bölümüne sahip olması nedeniyle ABD bu coğrafyaya gelemedi. Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından Zbigniev Brzezinski, yazdığı “Büyük Satranç Tahtası” isimli kitabında Avrasya politikasını güncelleyip sistematik bir hale getirerek bir kez daha ABD’nin gündemine taşıdı. Artık ne Çarlık Rusya’sı ne de Sovyetler Birliği, ABD’nin önünde bu coğrafyada engeldi.

2001’de 11 Eylül saldırılarının hemen ardından ABD hızlı bir şekilde Afganistan’a yerleşti ve ilk adımı Pakistan’ı kontrol altına almak oldu. Pakistan’ı daha istikrarlı ve nispeten zayıf bir devlet haline getirmek için adım attı. Bu bağlamda, darbeyle göreve gelen General Pervez Müşerref’i 2008’de yönetimden uzaklaştırdı. Müşerref’in ABD ile ilişkileri oldukça iyiydi. Buna karşın en büyük hatası Çin ile stratejik ortaklığa varan bir ilişki geliştirmiş olmasıydı. Ayrıca 2001 yılında kurulan ve yeni Varşova Paktı olarak adlandırılan Şanghay İşbirliği Örgütü’ne 2005 yılında İran ve Hindistan ile birlikte gözlemci üye olarak girmişti. ABD’nin Asya’da önemli bir müttefik olarak gördüğü Hindistan, sırf Şanghay İşbirliği Örgütünde dengeler sağlansın diye Pakistan’ın karşısında Rusya’nın girişimiyle apar topar örgüte gözlemci üye edilmişti. Bu gelişme, ABD’nin bölge politikalarına büyük sekte vurmuş ve bunun sorumlusu da Pervez Müşerref’in Şanghay İşbirliği Örgütü’ne girme hevesi olarak görülmüştür.

Kuşkusuz, ABD’nin öfkesi sadece Müşerrefe değildi esas öfkesi İran’a idi. Uluslararası toplumda yalnızlaştırılan ve uluslararası güvenliğe ve barışa en büyük tehdit olarak gösterilen, Bush’un Şer Ekseni diye tanımladığı devletler grubunun baş aktörü olarak adlandırılan İran, nasıl oluyor da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin iki daimi üyesinin kurucu üyesi oldukları ve bölgesel barış ve güvenlik temalarını temel felsefe olarak kabul eden bir örgüte gözlemci üye olarak kabul edilebiliyordu. Bu durum, açıkça ABD’nin küresel politikalarına karşı hem İran’ın hem de Rusya ve Çin’in bir meydan okumasıydı. Dahası, başta Mısır, Suriye, Belarus ve NATO üyesi Türkiye hepsi Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olmakla ilgileniyordu. Zaten Henry Kissinger da 2000’li yılların başında yaptığı değerlendirmede ABD’ye meydan okuyacak rakip güçlerin Avrasya coğrafyasından çıkacağı konusunda uyararak, Avrasya coğrafyasının aynı zamanda tehditler de içerdiği konusunda Amerikan yönetiminin dikkatini çekmişti.

ABD’nin İran Politikası

ABD’nin İran’a bakış açısını belirleyen muhtemel nedenler şöyle sıralanabilir: Birincisi daha önce de bahsedildiği gibi Ortadoğu bölgesinde ve uluslararası sistemde İsrail’i korumak ve kollamak misyonu yani bir başka deyişle İsrail’in güvenliği ve bekası. Zira İsrail devletinin temelini İngiltere atmış, inşasını ise ABD tamamlamıştır. İsrail’in bölgede güvenliğine en büyük tehdit bugünkü İran’dır. Ortadoğu’daki diğer bütün Müslüman ülkeler Filistin sorunun çözümünden sonra İsrail ile bölgede bir arada yaşamaya sıcak bakarken, İran, İsrail’in bölgede yaşam hakkının olmadığını savunmaktadır. Hatta önceki İran cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinejat İsrail’in haritadan silinmesi gerektiğini dahi söylemiştir.

Diğer bir neden ise, İran’ın sahip olduğu yeraltı ve yerüstü kaynaklar ve özellikle de petrol ve doğal gaz kaynaklarının durumu. İran dünya petrol kaynaklarının yüzde dokuzuna, doğal gaz yataklarının da yüzde on sekizine sahip. Bu durum İran’a büyük avantaj sağlamaktadır. İsrail ise petrolü dışarıdan almaktadır. ABD’nin nispeten kontrol ettiği Ortadoğu enerji kaynakları, küresel politikalarında kullanabildiği önemli silahtır. Petrol fiyatlarında yapmış olduğu spekülasyonla İran ve Rusya gibi ekonomilerinin büyük bir bölümü petrol satışından elde ettikleri gelire bağlı olan ülkeleri zor durumda bırakabilmektedir.

Özellikle son yıllarda petrol fiyatlarını belli bir aralıkta tutarak Rusya ve İran’ın zarar etmesine neden olmuştur. Çin gibi büyük bir ekonomik güç bile Ortadoğu petrollerine bağımlı durumdadır. Çin, ABD’nin enerji baskısından kaçabilmek adına Orta Asya, Latin Amerika, Rusya ve İran gibi ülkelerle enerji anlaşmaları imzalamıştır. Özellikle İran ile yapmış olduğu anlaşmalar önemlidir.

ABD’nin yakın hedefi İran’ı kontrol ederek Çin’e enerji arzını kontrol altına almaktır. ABD, açıkçası kendi kontrolü dışında olan bir kaynağı istemiyor. İran, ABD’nin rakipleri olan Çin ve Avrupa Birliği için alternatif enerji sağlayıcı ülke haline geliyor. Dolayısıyla ABD tıpkı Ortadoğu’da kontrol ettiği petrol üreten ülkeler gibi İran’ı da kontrol altına alarak tüm enerji kaynakları üzerinde bir tekel oluşturmayı hedefliyor. Zira bu tekel, geleceğin süper gücü Çin’i boğmak için bir silah, müttefikleri Japonya, Güney Kore, Avustralya, Zeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Tayvan ve Hindistan içinse stratejik bir destek olarak görülüyor.

İran, sadece İsrail’in bölgedeki düşman değil aynı zamanda körfezde ABD yanlısı krallıkların, emirliklerin, şeyhliklerin olduğu küçük ama petrol açısından zengin ülkeler için de önemli tehdit kaynağı. Dolayısıyla bu bölgedeki özellikle limanlar, geçiş güzergâhları ve deniz yolları İran ordusunun tehdidi altında bulunuyor. ABD, bunu da önleme adına İran’ı bir şekilde devreden çıkarmayı istiyor.
Belki de bir diğer ve en önemli neden de İran’ın jeopolitik konumudur. İran, batı Asya’da önemli bir kavşak noktasında bulunmaktadır. Bölgede İran’ın önemli bir nüfuzu var ve her şeyden önce Batı Asya’nın kapısıdır. Jeopolitik olarak Asya’ya iki yönden ulaşma imkânı bulunmaktadır: Ya Batı Asya’dan İran üzerinden Asya’ya gireceksiniz ya da Japonya üzerinden Rusya ve Çin bariyerini aşarak doğudan Asya’ya gireceksiniz. Rusya ve Çin bariyerini aşmak da o kadar kolay değil.

Öte yandan İran’ın jeopolitik önemini sadece Amerika kavramış değildir. İran’ın jeopolitik önemini Rusya da kavramış durumdadır. Dolayısıyla 2000’li yılların başından itibaren Rusya, İran ile ilişkilerini sıkı bir şekilde geliştirmeye başlamış; hatta son dönemlerde “İran Kanalı” adı verilen Hazar Denizi’nden Basra Körfezi’ne kadar olan bir alanda bir su yolu inşa edilmesi konusunda İran ile dirsek temasına geçmiştir. Böylece Hazar Denizi’ni Basra Körfezi’ne bağlayacak bu proje hem Rusya’ya hem de İran’a önemli bir jeopolitik üstünlük sağlayacaktır.

Rusya, ABD’nin Asya’da ve Avrasya coğrafyasında etkin olmasını engellemenin en önemli noktalarından birisinin Batı Asya’da İran olduğunun farkındadır. Bu nedenle İran, ne kadar güçlü olursa Rusya’nın da bölgede ve kendi topraklarında o kadar güçlü ve güvende olacağının farkındadır. İran bir nevi Rusya için tampon devlet ve ön karakol vazifesi görmektedir.

Ortadoğu’nun Yeniden İnşasında İran ve Türkiye

Türkiye’nin İran konusunda ABD’yi çileden çıkarmasının ardında aslında uzun süreden beri düşünülen ve birçok kez dile getirilen Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesi yatmaktadır. ABD, Ortadoğu’da en azından gelecek yüzyıla kadar ayakta kalacak bir düzen arayışı içerisinde. Bunun en bariz göstergesi 6 Aralık 2017’de Ortadoğu bölgesinde birçok sorun varken Trump’ın durup dururken Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak gören kararı imzalaması olmuştur. Böylece, ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dönemde Ortadoğu ile ilgili gündeme getirdiği bütün girişimler, projeler ve görüşmelerin hepsinin aslında Ortadoğu’yu yeniden kurmak için olduğu bir kez daha görülmüştür Trump, yıllardan beri süren bu arayışı önceki Amerikan başkanlarının cesaret edemediği yeni bir aşamaya getirmiştir.

Trump, göreve gelir gelmez bir Kuzey Kore türküsü tutturmuş ve her defasında Kim Jong-un’u kışkırtarak sessiz sedasız Ortadoğu’daki asıl planını devreye sokmuştu. Bu planda Suudi Arabistan ve Mısır başrolü oynadı. Planın ilk aşaması bölgede yeni bir blok oluşturulmasıydı. Suudi Arabistan, Mısır ve İsrail bu yeni blokun üyeleriydi. Özellikle Suudi Arabistan’ın son aylarda devrim niteliğindeki değişim kararları, İsrail ile olan ilişkilerine de yansımıştı. Tam da bu sırada ABD eski Dışişleri Bakanı ve Ortadoğu haritasının yeniden çizilmesi projesinin mimarı Condoleezza Rice’ın 5 Aralık günü Suudi Arabistan’ı ziyaret etmesi ve burada kral ve veliaht prens ile görüşmesi, üstelik görüşme içeriğinin basınla paylaşılmaması akıllarda soru işaretlerine neden oldu. Kuşkusuz merak edilen soru şuydu: Stanford Üniversitesinde akademik hayatını sürdüren bir profesör hangi unvan ile Suudi Arabistan’da üst düzey görüşmeler gerçekleştiriyor ve neden halen ABD Dışişleri bakanıymış gibi üst düzey kabul görüyordu?

Ortadoğu’da İsrail merkezli bir Amerikan düzeninin kurulması için öncelikle bu düzene karşı çıkabilecek güçlerin etkisiz hale getirilmesi gerekiyordu. Bu bağlamda, İran, Ortadoğu’daki istikrarsızlığın yegâne kaynağı ve bu yeni oluşum için en büyük engel olarak görülüyor. Ancak İran sorununun çözülmesi için öncelikle dört önemli bölgenin İran nüfuzundan arındırılması gerekiyor:

Birincisi Suriye. Mümkünse Esad’ın gitmesi isteniyor hatta bu yönde Aralık ayında hemen Soçi’deki görüşmenin ardından ABD Dışişleri Bakanı, Esad’ı bir canavar olarak nitelendirmiş ve Suriye’nin geleceğinde Esad’a yer olmadığını söylemişti. Zaten Soçi görüşmesinden hemen sonra Aralık ayında gerçekleştirilen Cenevre görüşmelerinin sekizinci turu da başarısızlıkla sonuçlandı. Buradan çıkan sonuç ABD ve diğerlerinin Soçi mutabakatını kabul etmedikleri ve Esad ile mücadeleye devam edeceği gerçeğidir. Bu nedenle ABD, PYD/YPG aracılığıyla Rakka’dan DAEŞ militanları sağ salim çıkarılarak bilinmeyen bir yere götürüldü. Geçtiğimiz Aralık ayında Rus Savunma Bakanlığının bir iddiası kafaları karıştırdı. Bu iddiaya göre yerel kaynaklardan alınan bilgiye göre ABD Haseke kampında DAEŞ ve Nusra örgütüne mensup eski militanları eğiterek, yeni bir Suriye Ordusu kurma hazırlığı içerisinde. Kurulacak bu yeni ordunun Suriye’nin güneyinde Esad yönetimi güçleriyle savaşacağı tahmin ediliyor.

İkinci sorun Irak merkezi hükümeti ve özellikle Haşdi Şabi grubunun etkisiz hale getirilmesi. Bu noktada Barzani’ye tekrar bir şans verilebilir. En azından Peşmerge güçlerinden faydalanmak için. Son dönemde Barzani’nin bir özgüven içinde tekrar bağımsız bir Kürt devletinden bahsetmeye başlaması, Washington ile tekrar masaya oturmuş olabileceğini akıllara getiriyor.

Üçüncü sorun ise, dünyanın en önemli stratejik deniz geçiş yolu olan ve Hint Okyanusu’nu Akdeniz’e ve Avrupa’ya bağlayan Kızıl Deniz’deki Bab’ül Mendeb Boğazı’nın güvenliğidir. Bu stratejik noktaya en hâkim pozisyonda olan ülke Yemen. Yemen şu sıralar İran destekli Husiler’in mücadelesine tanıklık ediyor. Suudi Arabistan ve onun desteklediği yönetim ile Husiler arasında bir savaş yaşanıyor. Hâlihazırda Süveyş Kanalı Mısır üzerinden ABD’nin kontrolünde dolaysıyla Bab’ül Mendeb’i de İran’a kaptırmak istemiyor. Gerçekte ABD’nin tüm çabası Çin’in Avrupa ile olan en önemli ticaret yolunu kontrol altında tutabilmek. Özellikle Çin’in bir kuşak bir yol girişimini ilan etmesinden sonra geçiş güzergâhları üzerindeki Amerikan kontrolü daha da genişletilmeye çalışılıyor.

Dördüncü ve son sorun ise Lübnan’daki Hizbullah varlığı. Belki de ABD’nin en zor çözeceği sorun olarak görülüyor. 2006’da İsrail Lübnan’a ve Hizbullah’a havadan bir operasyon yapmasına rağmen etkili olmadı. ABD’nin bir kara gücüne ihtiyacı var. Karada savaşmadan Hizbullah’ı Lübnan’dan sökmesi mümkün değil.

150 bin rokete sahip olan ve Suriye’deki savaşta büyük deneyim kazanan Hizbullah, Kudüs’ün ABD tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınmasının ardından İsrail’e savaş ilan etmişti. Yanıt olarak da İsrail, Lübnan yönetimini önlem almaya çağırmış aksi halde “Lübnan’ı taş devri dönemine döndürürüz” diyerek tehdit etmişti. Hizbullah ile sahada etkin mücadele edebilecek güçler yine sahada tecrübe sahibi olan ve her türlü şiddet ve saldırıyı yapabilecek kanun tanımayan gruplar olacaktır. PYD/YPG ve DAEŞ, Hizbullah ile yapılacak bir savaş için ABD ve İsrail tarafından hazırlanıyor.

Hizbullah halledildikten sonra ABD, bu grupları PKK’nin İran kolu olan PJAK’ın çatısı altında birleştirip İran topraklarına sürecek, öbür taraftan İran’daki Azeri Türklerini ayaklandırıp kopartmaya çalışacak. Tabii ki bu bağlamda Azerbaycan’a ve Türkiye’ye ihtiyacı olacak. Bu projeyi daha önce 2003 yılında Irak’ın işgali gündeme geldiğine Bush, Türkiye’ye teklif etmişti. İran Azerbaycan’ı ile Azerbaycan’ın birleştirilmesi. Hatta bu birleşik Azerbaycan’ın da Türkiye ile birleşerek yeni bir yapı oluşturması gündeme getirilmişti. Gerek Türkiye gerekse Azerbaycan bu projeye sıcak bakmadılar. İran’ın toprak bütünlüğünü desteklediler. Bugün bir kez daha bu projeler Washington’ın karanlık koridorlarında konuşuluyor.

İran bölündükten sonra geriye kalan İran topraklarında anayasal monarşi ile yönetilecek yeni bir İran kurulacak. Son İran Şahı Muhammet Rıza Pehlevi’nin ABD’de yaşayan ve sürgündeki Pehlevi Hanedanı’nın başkanı olan 57 yaşındaki oğlu Rıza Pehlevi bu yeni İran’a gelerek tahta çıkacak. Aslında İran şahının tekrar İran’a dönmesi projesi 11 Eylül saldırılarından önce ABD’de gündeme gelmişti. İran’daki mevcut rejimin tekrar eski formatına yani Şahlık yönetimine döndürülmesi düşünülmüştü. Fakat İran’ın büyük olması ve ülkede Şiilik inancının siyasette ve toplumda oldukça etkin olması nedeniyle bu adım atılamadı. Zaten İran Azerbaycan’ı projesinde de ABD’nin önündeki en büyük engel buradaki Azeri Türklerinin İran ile olan mezhepsel bağları. Dolaysıyla İran’daki Azeri Türklerin kimliklerini tanımlarken etnik köken kadar mezhepsel bağlılık da önemli rol oynuyor. Bu nedenle ABD bu projeyi askıya almıştı. Bir de hemen devrimin ertesinde kurulan ve artık bugünlerde çok da adı duyulmayan sol çizgideki Halkın Mücahitleri örgütü var. Bu örgütün de İran’a karşı ABD tarafından tekrar canlandırılması ihtimali bulunmaktadır. Ancak İran toplumunda ne kadar karşılık bulacağı tartışmalıdır.

ABD’nin kıyameti kopartacak Ortadoğu planına İsrail dışında hiçbir devlet destek vermiyor. ABD, sahada kendi askerlerini telef etmek istemiyor. Vietnam, Afganistan ve Irak’tan edindiği engin tecrübeden bu sonuca ulaşmış durumda. Onun için devlet dışı aktörleri kullanmak daha ucuz ve kayıplar nedeniyle vergi ödeyen ve oy kullananlara karşı hesap da vermeyecek. Ayrıca uluslararası hukuk kurallarını ve Birleşmiş Milletleri devre dışı bırakabiliyorsunuz, işiniz bitince de terör örgütü olarak ilan edip ortadan kaldırabiliyorsunuz.

Türkiye, ABD’nin Tekerine Çomak Soktu

Türkiye’nin başından beri İran’a uygulanmakta olan ambargoya karşı temel tavrı, ambargonun ABD’nin kendi politikalarının bir sonucu olduğu görüşüdür. Bu bağlamda Türkiye’nin ambargoya yaklaşımı tamamıyla insani boyutludur. Ambargo sürecinden İran halkının minimum derecede zarar görmesini isteyen bir politika benimsemiştir. Türkiye, bu bağlamda uluslararası hukuk kurallarının ve diplomasinin kendisine tanıdığı hak ve sınırlar içerisinde hareket etmiştir. Türkiye’nin İran’a yönelik her hangi bir ambargo kararı olmadığı gibi ABD’nin bireysel olarak ilan etmiş olduğu ambargo kararına da uyacağı konusunda ne bir beyanı ne de bir taahhüdü bulunmaktadır.

Türkiye, İran konusunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin almış olduğu kararlara zaten uymaktadır. Ancak Türkiye her zaman İran konusunda uzlaştırıcı taraf olmak istemiş, bu bağlamda da P5+1 toplantılarının İstanbul’da yapılması konusunda büyük çaba sarf etmiştir. Hatta geçmiş yıllarda İran ile ABD’nin Birleşik Arap Emirlikleri’nde bir takım gayri resmi görüşmeler yaptığı, bir diyalog arayışında oldukları kamuoyuna yansımıştır. Bu dönemde Türkiye’nin ABD ile İran arasında bir arabuluculuk rolü üstlenme arzusunu dile getirdiği söylentileri kulislerde dolaşmıştır.

Türkiye’nin İran-ABD ya da İran-Batı dünyası arasında arabuluculuk yapma girişimlerinin muhtemel iki nedeni olabilir: Birincisi İran, ABD, İsrail üçlüsünün bir araya gelmesinin Türkiye’nin bölgedeki çıkarlarını tehdit edecek olması. Bu durum, Türkiye’ye çok yabancı değil. 1979 öncesi ABD’nin bölgedeki iki önemli stratejik ortağı İran ve İsrail’di. İkincisi ise, İran’ın bölge ve dünya politikasından uzaklaştırılarak daha hırçın ve salWdırgan hale gelme ihtimali. Bu durumda İran’ın hemen yanı başında bulunan Türkiye, en fazla zarar görecek ülkelerin başında gelecektir. Pek konuşulmayan diğer bir neden de insani boyuttur. Özellikle İran halkının ambargolar nedeniyle zor durumda kalması Türkiye’yi bu yönde harekete geçirmiştir.

Aslında İran’ın Türkiye’yle ilişkileri de çok güllük gülistanlık değildir. İran İslam Devriminin ardından İran’ın yanı başındaki NATO üyesi Batılı bir Müslüman ülke olan Türkiye’nin kendisi için bölgede büyük bir rakip ve alternatif model olması, İran’ı hep rahatsız etmiştir. Bu nedenle Türkiye, zaman zaman İran’la karşı karşıya da gelmiştir. Bu süreç içerisinde İran, gerek milli güvenliğine gerekse milli çıkarlarına karşı Türkiye açısından tehdit unsuru olarak da görülmüştür. Ancak hiçbir zaman Türkiye’nin İranlı yöneticilerin almış olduğu kararlardan dolayı İran halkının cezalandırılmasına sebep olacak bir politikası olmamıştır. ABD’nin İran’a koymuş olduğu ambargonun sonuçları İran halkını doğrudan etkilemiştir.

Türkiye’nin politikası ise ambargolardan İran halkının minimum düzeyde etkilenmesini sağlamaktır. Hiçbir zaman Türkiye İran’a karşı bir intikam arayışı içerisinde olmadığı gibi İran’ın rejimini toptan ortadan kaldırmaya yönelik bir girişimi de olmamıştır. Türkiye’nin temel dış politikası toprak bütünlüğüne saygı ve içişlerine karışmamadır.

Türkiye’nin Soçi’de geliştirdiği Esad’ı dışlamayan, uzlaşmacı ve işbirliğini savunan dış politikası en fazla ABD’yi rahatsız etti. Zira Esad’ın yerinde kalması ABD’nin Arap Baharı projesinin fiyaskosu anlamına geliyordu ki bu durum İsrail’in ve Kudüs Merkezli Yeni Ortadoğu’nun geleceği açısından kabul edilebilecek bir gelişme değildi. Soçi’de ortaya çıkan ve merkezine Türkiye’nin oturduğu bu uzlaşma tablosu ABD’yi endişelendirmişti. ABD’nin Suriye’de izlemiş olduğu kendi çıkarları açısından uygun ama Türkiye’nin milli güvenliği ve milli çıkarlarıyla ters düşen politikaları, özellikle PYD/YPG ile yapılan ittifak ve Türkiye’nin gerek NATO’da gerekse Batı’da ötekileştirilme kampanyası Ankara’yı da farklı adımlar atmak zorunda bırakmıştı. Soçi’de varılan uzlaşmayla Türkiye ile İran arasında Suriye nedeniyle baş gösteren soğukluğun işbirliğine hatta Rusya ile adı konmamış gayri resmi bir ittifaka dönüşmesi, Ortadoğu’nun geleceği ile ilgili önemli ipuçları vermektedir.

Türkiye, artık dış politikasında Batı’ya vermiş olduğu ve karşılığını da tam manasıyla alamamış olduğu abartılı ağırlığın bir miktarını hiç ağırlık vermediği Doğu’ya vermeye başlamıştır. Bunun da karşılığını yavaş yavaş almaktadır.

Geçtiğimiz Kasım ayında bir Çin bankasına Türkiye’de bankacılık faaliyetinde bulunma izni verilerek Çin bankalarının Türkiye’ye gelmesinin yolu açılmıştır. Bu bankalar Çinli yatırımcıların Türkiye’deki yatırımlarını finanse edecek ve krediler verecektir. Ayrıca Çin, üretiminin bir kısmını Türkiye’ye kaydırmak istiyor. Böylece Avrupa’ya hem daha yakın olacak hem de taşıma maliyetlerini aza indirecektir.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Türkiye, Suriye’de izlemiş olduğu önceki politikalardan vaz geçmiş, Rusya’nın yanında yer alarak ve ABD’nin İran’a yönelik planlarında kendini bu planlardan sıyırarak resmen ABD’nin tekerine çomak sokmuştur. Buna karşılık İsrail’i, Mısır’ı ve Suudi Arabistan’ı bir araya getirseniz de yine de bir Türkiye etmiyor.

Bunun farkında olan ABD, Türkiye’nin yerine koyacak hiçbir ülke bulamıyor. Sözün özü Türkiye artık bölgesindeki ve dünyadaki gelişmelere tarihin kendisine yüklediği misyon üzerinden bakıyor.
Kuşkusuz ABD, Türkiye’yi bir şekilde cezalandırmak istiyor. Geçmişte İran’a yönelik ambargolara karşı dünyada iki ülke omuz omuza direndi: birisi Türkiye diğeri de Brezilya idi. Sonra ne oldu? O dönem Brezilya devlet başkanı olan Lula da Silva yolsuzluk iddiaları nedeniyle Temmuz 2017’de dokuz yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu bize tanıdık geliyor mu? Önce 17/25 Aralık operasyonları, ardından 15 Temmuz darbe girişimi ve şimdi de Rıza Zarrab davası. Tüm bu yaşananların o gün ABD’nin İran ambargosuna başkaldıran liderlere yönelik bir intikam operasyonu olduğu açıkça görülmektedir.

Daha Fazla