Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Mart 28, 2024

Sabırsızlar Koğuşu

Efendim! Bu koğuşun ilginç bir hikayesi var. Ne bir hikaye, birkaç tane. Burada tam üç tane vaka var. Vaka dedimse, üç yaralı insan.  Her birinin sebebi, birbirinin benzeri. Siz deyin aynısı. Nedir peki bu sebep? Tabi ki sabırsızlık. Yüce Allah, ibret olsun diye benim önüme getirdi, hatta yüzüme çarptı desem yeridir. Birazdan bunu da anlatırım. İbret-i alem olsun diye ben de size bu üç vakayı anlatayım. Sizin de başınıza gelmesin aman. Çünkü bunların hepsinin tam da başlarına gelmiş. Zaten başımıza ne geliyorsa ya yaptıklarımızdan ya da yapmadıklarımızdan. Yüce Yaratan Kitab’ında “Başınıza gelen her musibet yapıp ettikleriniz yüzündendir” diye boşuna uyarmıyor bizi. Ne demiş ünlü filozof Aristo: “Öncekilerden ibret alın ki, sonrakilere ibretlik olmayasınız.” Sizce de öyle değil mi? Öyleyse anlatayım efendim. Zaten ben alacağımı aldım. Sizin hissenize de anlatacaklarım düşsün. Nereden başlayacağımı da bilmiyorum. Aha şu birinci yataktan başlayayım.

Bu aslında bir gariban. Hoş, varlıklı olsa ne yazar! Sanki sonuç değişecek mi? Arabayı dayısından almış. Yalvar yakar… Adam bir türlü vermek istememiş, içi rahat değil. Dayının ağzından girmiş burnundan çıkmış sonunda razı etmiş. Dayı, üstüne basa basa,

-Bak evladım! Sen biraz sabırsızsın. Sakin ol, dikkatli kullan!

-Ya dayı! Sen benim şoförlüğümü biliyorsun. Evvel Allah! Hiç bir şey olmaz…

-Benden hatırlatması, sonra bozuşmayalım.

Arabayı alır almaz, basmış gaza. Dayının içinden bir şeyler akmış gitmiş ama yapacak bir şey yok. Hayır olur inşallah, deyip teselli etmiş kendini. İki de arkadaşını yanına alan bizim delikanlı çıkmış yola. Aman ne çıkış! Önünden bir kaçan bir de kenarda duran kurtuluyor. Arkadaki arkadaşı yavaş dedikçe yanındakinin gaz vermesiyle, gaza geliyor, ha bire basıyor. Caddede trafik sıkışıklığı var, ara sokaklara dalıyor. Kediler köpekler, korkudan duvar kenarlarına siniyor. Sonunda ana caddeye çıkıyor. Arkada oturan korkusundan kemerini bağlamış. Önde iki kafadar onunla dalga geçiyor. “Oğlum çok korkuyorsan in istersen” gibi gevrek gevrek laflar ediyorlar. O arada ne oluyorsa oluyor, kocaman bir inek yola dalıyor. Hızı çok yüksek, durması imkansız. İneğe çarpsalar araba da kendileri de parçalanır. İneğin arkasından, yolun kenarından dolanırım deyip biraz daha gaza basıyor. Yolun kenarı mıcır, arabayı kaydırıyor ve ardından taklalar. Kaç takla attıklarını bilmiyorlar. Herkes koşup yardım ediyor. Arabada sadece bir kişi kalmış. Arka koltukta kemer takılı, bayılmış vaziyette. Ama şükür, ağır bir durumu yok. Zaten hastaneden birkaç gün içinde tahliye edildi. Bizimkinin durumu ağır, yanında oturan arkadaşı sizlere ömür. Her ikisi de arabadan metrelerce uzakta bulunmuş zaten. Şu andaki durumu kötü. Başına iyi bir darbe almış. Artık kaç ameliyat geçirir, bilmem.

Gelelim ikinci hastaya. Bunun durumu daha ilginç. Bu, bir sürücü değil, yolcu. Uçakta başlamış olayı. Uçağın tekerleri yere değer değmez, bizimki hemen ayağa fırlamış, bagaj kapaklarını açıp çantasını alacak. Anons, anons üstüne, zor oturtmuşlar yerine. Fakat bizimki kıpır kıpır bir türlü yerinde duramıyor. Yanındakiler de başlamış uyarmaya, uçak durmadan ayağa kalkılmaz diye. Kim tutar bizim sabırsızı. Dişlerini sıkıyor, bir sağa bir sola bakıyor. Artık herkes suspus olmuş, gözünü ondan kaçırıyor. “Bu adamın başına bir gelecek var” deyip içlerinden söyleniyorlar. Neyse ki uçak park yerine ulaşıyor ve duruyor. Herkesten önce bu fırlıyor, çantasını kapıyor. Fakat o an herkesler ayakta, yerinde kalıyor. Bıraksalar en öne gidecek. Canı sıkkın, sürekli kımıldıyor; elleri, ayakları bir türlü yerinde durmuyor. Tespihini de unutmuş, canı biraz da bundan sıkkın, dişlerini gıcırdatıp duruyor.

Neyse ki, uçaktan sağ salim iniyor. Hemen orada bulunan otobüse koşuyor. Bilet alıp arkada bir koltuğa yerleşiyor. Önde yer bulamamış, yolu görmek için iki de bir koridora doğru eğiliyor. Sanki otobüsü kendisi kullanıyor. İçinden şoföre talimatlar yağdırıyor. Neyse ki terminale yaklaşıyorlar. Bizim ki gene ayağa fırlıyor, çantasını kaptığı gibi otobüsün arka kapısının yanına dikiliyor. Otobüs şoförü, birkaç kez uyarıyor ama bizimki hiç aldırmıyor. O sırada ne olduysa oluyor. Kimisi köpek, kimisi kedi diyor. Ani bir frenle otobüs zınk diye duruyor. Bizimki yere kapaklanıyor boylu boyunca. Kafasından kanlar fışkırıyor. Kaldırmaya çalışıyorlar. Koca vücut, kim kaldırabilir? Otobüsün ara yerine sıkışmış kalmış. Zar zor sırt üstü yatırıyorlar. Yüzüne gözüne su döküyorlar, yanaklarına vuruyorlar, ne ses ne soluk. “Eyvah adam ölmüş” deyip bırakıyorlar. O sırada birinin aklına nabzına bakmak geliyor. “Adam yaşıyor” deyip bağırıyor. Şoför direksiyonu kırıp doğru hastaneye.

Geldiğinde adeta bitkisel hayattaydı. Muayene ettik. Düşerken almış olduğu darbe sonucu beyinde hasar. Yakında biraz kendine geldi. Ama onun da birkaç ameliyatı görünüyor.

Efendim! Bu üçüncüsü Suriyeli. Bunun hikâyesi orada başlamış. Şu diktatörden bir an evvel kurtulalım, Avrupa gibi demokrasiye geçelim diye, akranlarıyla nümayişe başlamışlar. Hesaplarına göre bütün Avrupa ve Amerika arkalarında. Artık kim durur önlerinde. Birkaç güne kalmaz, bütün demokratik dünyanın desteğiyle yıkarlar baskıcı rejimi, kurarlar taze gelin bir demokrasi. Gösterilerin dozajı arttıkça etkisi de görülmeye başlamış. İyi de gidiyormuş aslında. Rejim ilk zamanlar bazı tavizler de vermiş. Fakat bunların sabrı yok, işler daha hızlı yürümeli. Gerekirse silaha sarılıp darbe yapmalı. Zaten duyuyorlar, çeşitli grupların silahlı eyleme geçtiğini. Silahtan biraz ürkmüştü ama fena fikir değildi. Çünkü rejim sertleşmeye ve yer yer silah kullanmaya başlamıştı. Silahtan ürkmesi işe yaramış, o günlerde evden pek çıkmamış, arkadaşlarına bir takım bahaneler uydurmuştu. Sonra dayanamamış o da çıkmış. Artık o da silahlı bir grubun içinde. Ancak bir sorun var, adeta kör ve sağır gibi. İçine girdiği grubun ne yaptıklarını biliyor ne de amaçlarını. Herkesin ağzında bir demokrasidir gidiyor. “Ne güzel Avrupa gibi özgür olacağız. Özgürce konuşup, özgürce slogan atıp, kapı-pencere kırıp özgürce yumruk sallayacağız. Bunun için bedel ödemek lazım. Gerekirse canımızı vereceğiz, şehit olacağız.” Bu son sözler pek hoşuna gitmemişti. İçinden “şimdi can vermek, şehit olmak… bu da nereden çıktı. Şunun şurası özgür olup hayatın tadını çıkarmak istiyoruz…” Bu duygularla yatmış, o gece epeyce kâbus görmüştü. Sabah sağ-salim kalkmış neyse ki. Ancak o gün büyük bir çatışma çıkmış, iki arkadaşının yanında can verdiğine şahit olmuştu. Şahit olmuş ama şehit olmak istemiyor. Silahı attığı gibi oradan uzaklaşmış. Eve bile uğramamış. Kendisi gibi düşünen birkaç arkadaşıyla sınırın yolunu tutup kendilerini Türkiye’ye atmışlar.

-İşte özgürlük! Savaşacaksın da özgür olacaksın! Külahıma anlat sen!

Ancak burada da işler kolay değil. Hiç hesap ettikleri ve hayal kurdukları gibi de değil ortam. Zaten herkes biraz kekre ve kuşkulu bakıyor gelenlere. Bir sorun daha var, o da parasızlık. Zar zor bir iş bulmuşlar. Kıt kanaat kendilerini geçindirecek kadar para kazanıyorlar. Kulübe gibi bir yere de sıkış tıkış sığınmışlar. Ama bizimki sabırsızdı bir an evvel özgürlüğe Avrupa’ya kavuşmak istiyor. Arkadaşlarına dönüp

-Bir an evvel para bulmalıyız,

-Nasıl olacak?

-Bir yolunu bularak.

-Olmaz biraz sabredelim. Daha yeni gelmişiz, başımızı sokacak bir yerimiz yok.

-Benim sabredecek ne vaktim ne halim var.

Bu tartışmayla yatmış. Gece gene kabuslar… Ani bir gürültü. Önce rüya gördüğünü zannetmiş, sonra elini başına götürmüş, elinde sıcak kan. O sırada bayılmış. Suriye tarafından atılan bir havan tam da bunu bulmuş. Gözünü burada açtı. Kafadan ciddi bir darbe almış, birkaç ameliyatta onun görünüyor.

Bitti mi? Hayır bitmedi. Turpun büyüğü torbada. Esas sürpriz şimdi geliyor.

Efendim ben deniz beyin cerrahı. Aslında ben sabırlı biriydim. Zaten beyin cerrahı olmak sabır gerektirir. Öyle birden bire olmaz bu iş. Senelerini alır insanın. Almıştı da zaten. Cerrah olmuştuk ama yaş otuz beş civarı ne çoluk var ne çocuk. Biraz da ailenin zorlamasıyla evlendik. Evlilik çoluk çocuk derken epey paraya ihtiyaç var. Bizim meslek de para getiren cinsten. Fakat bizim oralarda yani Afganistan’da kimde para var ki, getirsin. Duydum ki böyle meslek sahiplerine Avrupa kucak açıyor. Fakat benim pek bir şöhretim yok. Afgan olmam da büyük dezavantaj. Öyleyse önce bir Türkiye’ye gidip biraz tanınayım dedim. Özbek olmam da, oraya gitmemi kolaylaştırdı. Küçük bir şehre yerleştim. Bir hastane bulup işe başladım. Ev tuttum çoluk çoğu da getirdim. Aslında Afganistan’a göre iyi de para kazanıyoruz. Ama yerimde duramıyorum, bir an evvel Avrupa’ya kapağı atmam gerekir diye sabırsızlanıyorum. Eşimin uyarıları da fayda etmedi ve karar verdik ailecek Avrupa’ya gitmeye. Bu işi yapan bir adam buldum ve kazanıp biriktirdiğim paranın çoğunu ona verdim. Hazır vaziyette beklemeye başladık. Haber gelir gelmez yola çıkacağız. Çok para verdiğim için bizi özel araçla götürecekler ve yine özel botlarla geçirecekler. Gittik de sorunsuz. Kıyıda iyi görünümlü bir bot bizi bekliyordu. Aldılar ona, hepsi bizim gibi. İyi giyimli ve gözde meslek erbabı. Her biri bir yerden. Dinleri, kültürleri, milliyetleri ayrı ayrı ama amaçları aynı. Bir an evvel Avrupa’ya kapağı atıp hem özgürlüğe hem de paraya kavuşmak. Bindik bota gidiyoruz. Epeyce açılmıştık ki, birden hava bozmaya başladı. Halbuki bize güvence vermişlerdi. Hava bugün güzel olacak diye. Bu da neyin nesiydi? Çocukların biri annesine biri bana sokuldu. İşin aslı onlardan çok biz korkuyorduk. Bildiğimiz bütün duaları okumaya başladık. Fakat deniz kabarıyor, bot sallanıyordu. O sırada büyük bir dalga geldi botun altını üstüne getirdi. Hepimiz denizdeydik. Bağrışmalar bir süre devam etti. Sonra yavaş yavaş sessizlik hakim oldu. Ben yüzme biliyordum ama eşim ve çocuklarımın bu şansı yoktu. Etrafımda döndüm, arandım. Hiç birini göremedim. Birisi bana tutundu ve beni dibe doğru çekmeye başladı. Ondan zor kurtuldum. Yukarı çıktığımda üç bek kişiydik suyun yüzünde kalan. Çaresiz kıyıya doğru yüzmeye başladık. Kıyıyı hayal mayal hatırlıyorum. Gözümü açtığımda bir hastanede buldum kendimi. Bir hafta yattıktan sonra kendime gelebildim. O an eşim ve çocuklarım aklıma geldi, içimde büyük bir boşluk oluştu. Adeta elimin içinden kayıp gitmişlerdi. Sanki elimle onları kudurmuş dalgalara teslim etmiştim. Deniz alıp götürmüş, cesetlerini bile vermemişti. Çaresiz döndüm ayrıldığım hastaneme bir başıma…

Evet efendim! İçimizdeki hırs rüzgârı, çarşaf gibi sabır denizinin üstüne üstüne eser, kabartır da kabartır. Beden teknesinin altını üstüne getirir. Özünü alır, kabuğunu bırakır. Bazen onu bile bırakmaz…

Cağfer Karadaş

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir