Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Nisan 25, 2024

Batı Başkentlerinin Işıkları Sabaha Kadar Sönmedi

Emekli Albay Savunma Strateji ve Güvenlik Uzmanı Yusuf ALABARDA:

“Türkiye kendisine yönelik terör eylemleri devam ettiği takdirde, 30. kilometrede elini kolunu bağlayıp oturmayacak. Bu noktada Rusya ile varılan Adana mutabakatı özellikle gündeme getiriliyor. Bu ne demek? Türkiye, Suriye içerisinde 31. kilometrede de 40. kilometrede kendisine tehdit oluşturabilecek terör örgütleriyle Suriye coğrafyası içerisinde askeri anlamda terörle mücadele konseptini yürütebilecek.”

Barış Pınarı Harekâtı, başladığı andan itibaren Suriye özeli ve Ortadoğu genelinde taşlar yerinden oynadı. Küresel bir nizamı hedefleyenler bile kendi içinde olmak üzere şaşkındı. Neydi bu harekâtın amacı? Türkiye neyi hedefledi, ne elde etti? Harekâtın başladığı andan itibaren sınırın dibinde gelişmeleri takip eden Emekli Albay Savunma Strateji ve Güvenlik Uzmanı Yusuf Alabarda ile Barış Pınarı Harekâtı’nı, sonrasındaki gelişmeleri konuştuk.

9 Ekim’de başlayan Barış Pınarı Harekâtı bölgede birçok dengeyi değiştirdi. Resulayn ve Tel Abyad’daki terör örgütü işgali sonlandırıldı. Ayrıca bu iki kent arasında bulunan kırsal bölgede ve buradaki yerleşim alanları da çok kısa bir sürede temizlendi, M-4 karayoluna inildi. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin harekât planlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Silahlı Kuvvetler özelinde konuyu değerlendirmek gerekirse, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, çukur terörü dediğimiz olaylarda, Afrin’ deki Zeytin Dalı Harekâtı, onun öncesinde Fırat Kalkanı Harekâtı ve en sonunda da Barış Pınarı Harekâtıyla meskûn mahal ve terörle mücadele konusunda bölgedeki en etkin ve verimlilik esasına göre çalışan silahlı güç haline geldiğini değerlendiriyorum. Özellikle meskûn mahalde muharebe ve terörle mücadelede çok yoğun teknoloji kullanımı, bunun yanında profesyonel erbaş ve erlerden oluşan yapısı TSK’nın bölgede nasıl bir söz sahipliği yaptığı konusunda bence bütün dünya tarafından yakinen izlendi. Tüm bunlara rağmen öngörüm oydu ki, TSK’nın 450 kilometrenin üzerindeki bir cepheye sahip Fırat’ın doğusuna bir harekât yapmayacağı, yaptığı takdirde bunda başarılı olamayacağı, çünkü bunun Afrin’ deki Zeytin Dalı Harekâtı ile Fırat Kalkanı Harekâtı’nın çok daha fazlasına tekabül eden bir bölgeyi ihtiva ettiğiydi. Fakat bu beklentiler TSK’nın kendi içerisinde bir sıklet merkezi tesis edip Tel Abyad-Resulayn arasında bu sıklet merkezi üzerinden ele alması ve bu bölgede de çok başarılı bir iç güvenlik harekâtı ve gayri nizami harp unsurlarına yönelik olarak terörle mücadele harekâtı gerçekleştirip başarılı olmaya başladığımızda öngörüm odur ki; Batı başkentlerinin ışıkları sabaha kadar sönmedi.

SON YILLARDAKİ
EN BAŞARILI OPERASYON

Yaklaşık 7 gün gibi kısa sürede alan kontrol altına alındı. Yani bölgenin tamamının her bir zerresinin teröristlerden temizlenmesini kastetmiyorum, alan kontrolü anlamında 7 gün içerisinde bölgenin ele geçirilmesi Silahlı Kuvvetleri’n son yıllarda yaptığı en başarılı operasyonlardan biriydi. Özellikle bu harekât öncesinde bölgeye yapılan yığınakların da harekât boyunca devam eden çok karmaşık yapıdaki bir harekât tarzının kullanılması ve müşterek harekâtın icra edilmesi Silahlı Kuvvetlerine bu başarıyı getirdi.

Müşterek harekât nedir?

Müşterek harekât dediğimiz; geride topçu birlikleri, TSK ile birlikte sahaya inen Suriye Milli Ordusu, Özel Kuvvetler Komutanlığımız gibi gayri nizami harp ve terörle mücadelede uzman birimler, zırhlı personel taşıyıcılarının ve tankların içine bindirilmiş zırhlı birlikler, yukarıda da Hava Kuvvetlerine bağlı unsurlar ile insansız hava araçları ve silahlı insansız hava araçlarımız. Bütün bu unsurların tek bir şekilde, tek bir elden kontrol edilmesi ve harekât merkezinin hem bölgede, hem de Ankara’da Genelkurmay Karargahı’nda tahsis edilmiş olması ve bunların hepsinin müthiş bir senkronizasyon içerisinde harekata devam etmesi bence diplomasinin dışında, uluslararası ilişkilerin dışında ayrıca askeri analistler tarafından analiz edilmesi gereken bir husustur. Ayrıca bu harekâtların lojistik desteğinin sağlanması, bölgenin içerisine sürekli olarak akaryakıt, yiyecek, içecek her türden ikmal, malzeme ve mühimmat sevkiyatının da yapılması Silahlı Kuvvetlerin harekât boyutuna aynı zamanda da lojistik faktörlerin ne kadar etkin bir şekilde eklemlendiğinin en güzel göstergesi oldu.

7 günün sonunda malum olduğu üzere Batı özellikle kendi eliyle besleyip büyütmüş olduğu organizasyonun tamamen elden çıkmasına mani olmak maksadıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne Amerika Birleşik Devletleri aracılığıyla 120 saat, daha sonra da Rusya Federasyonu’yla 150 saatlik bir bekleme moduna geçme ile ilgili bir mutabakat yaptılar. Bu mutabakat sonucunda Silahlı Kuvvetler karşısında dayanma gücünün olmadığını anlayan terör örgütü unsurlarının sair ekseriyetinin bölgeyi boşalttığını, başta özel askeri firma temsilcisi yabancı terörist savaşçılar başta olmak üzere bölgeyi boşalttıklarını, bölgede kalan bir takım terör unsurlarının hali hazırda Amerika Birleşik Devletleri’nin vermiş olduğu silah ve mühimmatlarla Mehmetçiği şehit etmeye bir süre daha maalesef istemeyerek de olsa dilimiz bunu söylemek istemiyor devam edebileceklerini değerlendiriyorum. Ama bunların artık bir tehdit unsuru oluşturacağını zannetmiyorum.

Sizce Türkiye Barış Pınarı harekâtı ile Batı’ya ABD’ye meydan mı okudu?

Bu suali onların ağzıyla cevaplamak lazım.  Aksi takdirde belki bizi okuyanlar bir retorik, bir hamaset ile söylediğimizi düşünebilir. Bununla ilgili 3 kişiye baktığımızda sonucu anlayabiliriz. Pentagon’un başındaki Savunma Bakanı Mark Esper, Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey ve  ABD Dışişleri Bakanı Pompeo’nun söylemiş oldukları… Bunlara baktığımızda Türkiye’nin meydan okuyup okumadığını, ne yapıp ne yapmadığını, çok rahatlıkla anlayabiliyoruz. Esper; “Türkiye Cumhuriyeti Devleti bizden bu bölgeye müdahil olmak noktasında herhangi bir ricada bulunmadı. Sadece bu bölgeye müdahil olacaklarını söyleyip, bizden askerlerimizi çekmemizi istediler. Biz de buna mecbur kalıp askerlerimizi çektik” diyor. Diğer bir husus ise yine Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey kongrede, Cumhuriyetçi Senatör Lindsey Graham’ın önderlik ettiği ekip ile birlikte yapılan mülakatta “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Amerika Birleşik Devletleri’nden izin istemediğini, Amerika Birleşik Devletleri’ne ‘harekâta başlayacağını dolayısıyla Amerika’nın askerlerini çekmesi gerektiğini’ söyledi. Biz de bu duruma yapılan istişare sonucunda karşılık olarak askerlerimizi 30 kilometre güneyine çekmek zorunda kaldık” dedi.

POMPEO’NUN
AÇIKLAMALARINDAKİ AYRINTI

Bir diğer husus ise Amerikan Dışişleri Bakanı Mike Pompeo.  O da diyor ki; “Bundan sonra yapacağımız diplomatik ilişkilerde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kendi planları doğrultusunda harekât icra edebilme kapasitesinin önüne geçmek için adımlarımız olacak.” Yani yapılan bu harekât o kadar rahatsız etmiş ki Türkiye’nin elindeki kapasiteyi bir dahaki sefere bu şekilde kullanamaması için dizayn yapacaklarını söylüyor.

Şimdi bu sözleri dikkate aldığımızda Türkiye’nin bu noktada Amerika Birleşik Devletleri’nden izin almadığını, kendisine biçilen bu terör devleti ile Türkiye’yi boğma projesine asla rıza gösterilmeyeceğini bu anlamda zaten binlerce yıl içerisinde barındırmış olduğu o devlet geleneği, son zamanlarda da biraz önceki bölümde izah etmiş olduğum gibi geliştirdiği kapasite, teknoloji birikimiyle birlikte kendisine rağmen bu bölgede bir oyuna müsaade etmeyeceğini gösteren bir harekâttı bu. Dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri’nden izin alıp almadığı hususunda Amerikalıların ağzından bu şekilde izah edebiliriz.

Harekât süresince Türkiye’ye yönelik çok yoğun bir psikolojik savaş yürütüldü, baskı yapıldı. Bu baskının harekâtın başarısı görüldükçe artması da dikkat çekiciydi. Hatta karşıt kutupta yer aldığı bilinen ülkeler bile dozu farklı olsa da harekâta benzer tepkiler verdi. Bunu nasıl okumak lazım?

Harekâta yönelik bir okuma yapılabilir. Bir de tarihsel perspektiften bir okuma yapılabilir. Tarihsel perspektiften okuma yapıldığında Avrupa’nın Türkiye ve bu bölge söz konusu olduğunda, birlikte hareket etmesi ilk defa görülmüş bir husus değil. Bunu Haçlı Seferleri’nden günümüze, şartlar kendileri açısından namüsait seyrettiğinde, bir araya gelmekte asla sıkıntı çekmediklerini gördük. Afrin’deki terör unsurlarına yönelik gerçekleştirdiğimiz Zeytin Dalı Harekâtı’nda da aynısını yaşamıştık.

Şimdi gelmiş olduğumuz noktada Barış Pınarı Harekâtı’nda aynısını yaşıyoruz. Dolayısıyla özelde Avrupa’nın genelde Batı dünyasının bu şekilde bir davranış geliştirmesine şaşmamak lazım. Sadece onların bu tepkileri üzerine her türden kendimizle ilgili geliştirilmiş olunan senaryoya evet der isek asıl ona şaşmak lazım. Batının ben bu anlamdaki tepkilerinin bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gelmiş olduğu ekonomik, askeri ve dünya üzerindeki bir anlamda siyasi anlamda geliştirmiş olduğu siyasetle bir şekilde dengelendiğini açıkçası düşünüyorum.

Batı bu anlamda burada tepki gösterdi diye Türkiye Cumhuriyeti Devleti harekâttan hiçbir şekilde vazgeçmedi, vazgeçmeyecek de bundan sonra. Ama bu tepkileri ortaya koyanların Rakka’da, Felluce’de, Ninova bölgesinde, Musul’da, Irak coğrafyasında, Hadifa kasabasında, Afganistan coğrafyasında neler yaptıklarını adeta bir Moğol ordusu gibi binlerce yıllık Babil uygarlığı dâhil olmak üzere yerle yeksan ettiklerini, buralardaki müzelerde tarihi değeri olan eserleri bile evlerine götürmekte sakınca görmediklerini Rakka’da 4 binin üzerinde Şii’nin çoluk – çocuk ve kadın demeden toprağın içerisine terörle mücadele diye gömüldüğünü Birleşmiş Milletler kendi raporlarında yazıyor.

Sadece bizim söylememiz değil. Rakka’nın DEAŞ terör örgütünden ele geçirilmesinden sonraki görüntülerle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Tel Abyad, Rasulayn hattına yapmış olduğu bu harekâttan sonraki görüntüler karşılaştırılırsa kuşkusuz ne demek istediğim çok daha anlaşılabilir. Rakka ve Tel Abyad üzerindeki harekât sonlandırıldıktan hemen iki gün sonra Tel Abyat’ta berberlerden kasaplara, bakkal dükkânlarından tüm esnafına birçok işyerinin açılarak hayatın seri bir şekilde başlamış olması da bunun en güzel örneğidir. Ama unutmayalım ki İran destekli milisler ile Esed’in Şebbihaları’ nın Halep de yapmış olduğu katliam sonrası aradan geçen 2 küsur yıldan bu yana Halep’ de yaşam hala başlamadı.

Rakka’nın şehir denecek hali kalmadı. Tekrardan ayağa kaldırılması çok uzun yıllar sürecek ama Türkiye’nin harekât yaptığı bölgelerde Azez’de, Cerablus’ta,El -Bab’da, Afrin şehir merkezinde ve Rasulayn ile Tel Abyat’ da harekatların hemen sonrasında hızlı bir iyileşmeye gidilerek şehirdeki hayati fonksiyonların ivedilikle yerine getirildiği ve bugün rejimin kontrol ettiği noktalarda birçok şeyin açtığı sıkıntı çekilirken, Türkiye’nin kontrolü altındaki bölgelerde okullardan hastanelere hayatın dolu bir şekilde aktığını hep birlikte biliyoruz.

Keza Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Suriye coğrafyasında kurulacağı belirtilen 3 adet yeni üniversitenin gelecekteki Suriye’ye katkıları olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bütçeleri ile açılacak olan bu üniversiteler Türkiye’nin olaya nasıl baktığının en önemli göstergelerinden bir tanesidir. Dolayısıyla bu noktayı nazardan okuduğumuzda o yapılan eleştirilerin kendimize olan güvenimiz, savaş ahlakımız ve savaş ahlakı ile geçmiş çok derin bir tarihsel derinliğimiz olduğunu biliyoruz. Batı’dan öğrenebilecek çok fazla sözümüzün olmadığını da söylemek isterim.

Büyük resmi anlattınız. Peki biz dünyaya kendimizi anlatabildik mi ya da nasıl anlatabiliriz?

Kendimizi dünyayı anlatma noktasında şartlı olarak manipülatif olarak dünyayı yanlış bilgi ile donatma noktasında yeminli olanlara kendimizi anlatma konusunda çok şansımızın olmadığını düşünüyorum.

Çünkü zaten onların amacı bilgiyi manipüle ederek kafaları karıştırmak ama hem Avrupa’da, hem dünyada bir de ne oluyor diye hüsnüniyetle dinlemek isteyen önemli bir kitlenin olduğunu düşünüyorum. Batı’nın da tek bir Batı olmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla bunlara kendimizi daha iyi anlatma noktasında eksiklerimizin olduğunu da görüyorum.

Bunların başında da harekât başladığı günden bu yana Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin faal bir şekilde varlığına devam eden üniversitelerin ki yüzün üzerinde uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi bölümü var bunların her birinden 10 öğretim üyesi bir şekilde sosyal medya ve akademik yazılarla harekâta destek verir mi diye yapmış olduğum taramada maalesef akademiden bu noktada çok fazla destek gelmediğini, entelektüellerimizin bu noktada yeterli katkıyı sunamadıklarını gördüm.

Bir taraftan Türkiye’nin terörle mücadelesi devam ederken batının YPG ve PYD’yi terör örgütü olarak tanımlama noktasında çatlak ses çıkararak Türkiye’nin harekâtını boşa çıkartacak, Mehmetçiğin daha fazla kanının akmasına sebebiyet verecek açıklamalar varken ve bunlarla ilgili mücadelemizin yeterli olmadığını, Türkiye’de ana muhalefet düzeyinde dahi bu konuların Batı’yla aynı paralelde ele alınıyor olması bizim en büyük sıkıntımız.

Ben ne Amerika Birleşik Devletleri’nde ne de Batıda terörle mücadele konusunda kendi ülkeleri Türkiye kadar bile terörün bir şekilde kurbanı olmasa dahi terörle mücadele söz konusu olduğunda nasıl yek ve sert bir ses verdiklerini, nasıl herkesin bir araya geldiğini bizzat Batı’da yaşamış bir insan olarak canlı şahidiyim ama söz konusu Türkiye olduğunda bir taraftan Batı, bir de içimizde PKK-YPG- PYD’yi bir terör örgütü olarak tanımlama noktasında ortaya atılan sıkıntılı ifadeler var.

Bu olay bana sorarsanız kendimizi anlatamamamızdaki en önemli sıkıntılı ayaklarından bir tanesi. Diğer önemli husus ise bizim bu anlamda daha kapsamlı orta ve uzun vadeye yayılmış bir stratejik planımızın ve aklımızın oluşması gerekiyor. Maalesef bu noktada da büyük mesafeler kat edilmesine rağmen düşünce kuruluşlarından üniversitelere yayın ve neşriyat yapan medya organlarımıza kadar farklı dillerde sesimizi duyulabilecek bir etkinliğin içerisinde olmadığımızı görüyorum. Hiç kuşkusuz gayreti çabaları olan TRT World ekranı güzel şeyler yapma noktasında gayretkeş ama bunun da yeterli olmadığını düşünüyorum.  Özellikle Türkiye’nin Almanya’da üç buçuk milyonun üzerinde bir vatandaşının yaşadığı düşünülürse Avrupa üzerinde 3,5 milyon bunun ekseriyeti Almanya’da yaşıyor. TRT Word’ün Almanya’da Almanca yayın yapan servisinin daha bu ay hizmete giriyor olması bu işlerde ne kadar geç kaldığımızın en güzel göstergesi.

Çözüm olarak belki üniversitelerin ister vakıf üniversitesi, ister devlet üniversitesi olsun daha üretken olmaya zorlanması bu anlamda yazılmış olunan akademik yayınlarının sosyal medya üzerinden de yayılması ve akademi içerisinde bulunan kişilerin savaşın farklı bir boyutu haline gelen sosyal medyada daha organize bir şekilde karşılık verecek şekilde bir etkileşim içerisine girecek motivasyona tabi kılınması bu sorunun çözümünde önemli bir katkı sunacaktır diye düşünüyorum.

Önce 17 Ekim’de ABD ile ardından 22 Ekim’de Rusya ile biri 13 diğeri 10 maddeden oluşan mutabakat gerçekleştirdik. Harekâtın bütünü ve bu mutabakatlar çerçevesinde Türkiye harekâtta neyi hedefliyordu neyi aldı?

Bunu şu boyuttan değerlendirmeliyiz; Cumhurbaşkanı’nın iki yıldan bu yana söylemi vardı. “Fırat’ın doğusunda bize tehdit oluşturacak hiçbir terör örgütünü barındırmayacağız.”

Bununla da yetinmedi Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda bir harita çıkarttı ve o haritada 30 kilometrelik sınırlarımız boyunca bulunan hattı, terör örgütü unsurlarından arındırma, ikincisi olarak da bu bölgeyi adeta bir barış koridoruna çevirerek Türkiye’deki sığınmacıların bir bölümünün buraya yerleştirilmesi şeklinde iki siyasi bir hedef koydu.

Bu iki siyasi hedefe diploması alanında bir çare bulunamayınca da askeri bir harekâta girişildi. Bu askeri harekâtın başarılı olması sonucunda hem Amerika, hem de Rusya’yla terör örgütü mensuplarının belirlenmiş olunan Fırat’ın doğusuna tekabül eden Irak sınırına kadar dayanan bölgeden 30 kilometre aşağıya çekilmesi taahhüt edildi. Bu taahhüt doğrultusunda Tel Abyad- Rasulayn  arası Amerika ile varılan mutabakat ile Rusya ile varılan mutabakat kapsamında ki süre şu an için çalışıyor. Fırat’ın doğusu dediğimiz Irak sınırıyla Fırat nehri arasında ve buna ilaveten de Mümbiç ile Tel Rifat’ı da dahil edecek şekilde terör örgütü unsurunun kalmaması isteniyor.

Eğer bu mutabakat masada planlandığı gibi sahada da karşılığı olursa ki Amerika Birleşik Devletleri ile yapılan mutabakat çerçevesinde Resulayn ve Tel Abyad arasında yaklaşık bine yakın teröristin bölgeden kendilerine gösterilen yol üzerinden bölgeyi boşalttığı Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından da teyit edildi. Bu husus diğer bölgelerde de sağlanırsa Aynel-Arap’ta, Münbiç’te, Malikiye’de, El- Basri’ye de bu bölgelerde sağlanırsa o zaman Türkiye siyasi anlamda koymuş olduğu hedefine kısmen de askeri gücü ile ama daha çok masadaki başarısıyla ulaşmış sayılacaktır. İkinci hedef olan sığınmacıların bu bölgeye yerleştirilmesi ile ilgili hususta önümüzdeki süreçte en hararetli konularından biri olmaya devam edecektir diye düşünüyorum.

TÜRKİYE GEREKİRSE 40 KM’DE
TERÖRLE MÜCADELE EDECEKTİR

Yapılan mutabakatlarda YPG’nin  Fırat’ın doğusunda 30 km altında varlığını sürdürmesi riskine dikkat çekiliyor. Örgütün varlığını sürdürmesi, gelecekte Türkiye açısından terör tehdidinin devam edeceği anlamına mı geliyor?

Bu konu ile mücvir muhit kavramını kullanmak istiyorum.  Tabi ki Türkiye kendisine yönelik terör eylemleri devam ettiği takdirde, 30. kilometrede elini kolunu bağlayıp oturmayacak. Bu noktada Rusya ile varılan Adana mutabakatı özellikle gündeme getiriliyor. Bu ne demek? Türkiye, Suriye içerisinde 31. kilometrede de 40. kilometrede kendisine tehdit oluşturabilecek terör örgütleriyle Suriye coğrafyası içerisinde askeri anlamda terörle mücadele konseptini yürütebilecek.  Dolayısıyla bu şekilde olaya bakmak lazım ama derseniz ki; PYD ve YPG 30 kilometrede değil 300 kilometrede de bulunmasın! Bu da sizin masadaki ve sahadaki gücünüz ile alakalı. Ben Türkiye’nin 200- 300 kilometre güneye inerek terörist kovalamak gibi bir siyasi ve askeri bir hedefinin olmadığını düşünüyorum. Doğrusunun da şu an olduğu gibi kendi sınırları içerisinde tehdit edecek bir yapının kendi sınırlarından 30-40 kilometre uzaklaştırılmasının ve daha sonra da bu noktalardan gelebilecek terör saldırıları olursa bunun da Adana mutabakatı çerçevesinde arkasından koşulmasının en doğru şu an için kullanılabilecek bir seçenek olduğunu düşünüyorum.

ŞAM İLE TEKRAR ESKİSİ GİBİ OLMAZ

Adana Anlaşmasını vurguladınız bu durum Şam ile diyaloğun yolunu mu açıyor?

Adana mutabakatını uygulama noktasında Şam’ın yüzünün olmadığını düşünüyorum. Şam ile diyalog noktasında zaten bürokrasi bazında bir diyaloğun olduğunu hep birlikte biliyoruz. Özellikle de istihbarat paylaşımı başta olmak üzere ama ben şartlar ne olursa olsun anayasa komitesi çalışması devam ederken ve Suriye’de anayasa komitesi çerçevesinde yeni bir Suriye hedefi ortada dururken sanki hiçbir şey olmamış gibi birilerinin istediği şekilde Şam yönetimiyle tekrar geçmişte olduğu gibi sarmaş dolaş bir görüntü verileceğini zannetmiyorum. Çünkü hiç kimse unutmasın ki Şam rejimi eli kanlı bir rejimdir. 6 milyon vatandaşını başka ülkelere sürmüştür. Milyona yakınını da bizzat kimyasal bombalarla katletmiştir. Şu an için yeni oluşturulacak anayasa komitesi çerçevesindeki Suriye projesi ortaya çıkana kadar da Şam’da mevcudiyetini sürdüren bu rejim ile hiçbir şekilde irtibat kurulmaması anlamına gelmez. Dolayısıyla ben Rusya Federasyonu’nda varılan mutabakat ile Şam rejiminin şu anki hükümet tarafından her konuda muhatap alarak elinin sıkılacağı ve onlarla çok güzel görüntüler verileceği bir dönemden çok, terörle mücadele başta olmak üzere bazı hususlarda Rusya’nın orkestra şefliğinde bir koordine içerisinde bulunulma ihtimalini yüksek görüyorum.

Rusya ile varılan mutabakat sonucu Rusya, Fırat’ın doğusuna geçmiş oldu. Rusya’yı kazançlı saymak mümkün mü, bu durumun oluşturabileceği riskler var mı?

Suriye coğrafyasında Türkiye tek başına oyun kurucu değil. Dolayısıyla bölgeye kimin girip kimin çıkacağına Türkiye tek başına karar vermiyor. Dolayısıyla bir güç maksimizasyonu yapabilecek durumda değiliz. Hattı zatında Rusya da, Amerika Birleşik Devletleri de bu durumda tek başına değil. Dolayısıyla Rusya’nın güney sınırlarımız boyunca Türk askerleri ile birlikte devriye gezmesi sınırlarımıza bir şekilde komşu oluyor gibi gözükmesi çok da sıkıntılı bir husus değil. Bu bölgede kontrol edilmesi ve rasyonel karar mekanizmaları olmayan PKK – YPG, uluslararası istihbarat örgütlerinin adeta taşeronu haline gelmiş DEAŞ gibi terör örgütlerinin bulunmasındansa, o toprakları Rusya Federasyonu gibi rasyonel bir devlet aklının kontrol ediyor olması bizim açımızdan çok sakıncalı bir tutum değil.  Bunun sebebi de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Suriye coğrafyasındaki aktörlerin kimin olacağı ya da kimin olmayacağı noktasında tek başına dizayn etme gücünün ve kapasitesinin olmamasından kaynaklandığını ama bu aynı kapasite eksikliğinin Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin; Rusya… Amerika Birleşik Devletleri Suriye coğrafyasına izinsiz gelmiş bir devlettir ama Amerika Birleşik Devletleri’ni oradan çıkartıp atma noktasında yetersizdir.

Amerika Birleşik Devletleri için Rusya’nın bu bölgede olması istenilen bir husus değildir ama Rusya, Hmeymim başta olmak üzere birçok üs konusunda Suriye rejiminden taviz almış, bölgede etkinliğini arttırmış bir devlettir. Aynı şey Türkiye Cumhuriyeti Devleti için de geçerlidir.  Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye’nin Suriye coğrafyasında Afrin’den Irak sınırına kadar olan bir bölgeyi kontrol etmesini istememektedir. PKK’nın Suriye kolu olan YPG’ ye bu denli etkin tedbirler almasını istememektedir ama Türkiye’nin bu noktada ortaya koymuş oldu iradeye de engel olamamaktadır.  Denkleme bu noktadan baktığınızda o eleştirilerin çok fazla bir anlamının olmadığını düşünüyorum.

İRAN TÜRKİYE’NİN BÜTÜNLEŞTİRİCİ SİYASETİNİ TEHLİKELİ BULUYOR

Bölgede bir diğer önemli aktör Astana sürecindeki garantör üç ülkeden de biri olan İran. İran’ın Barış Pınarı Harekâtı’na yönelik olumsuz bir tutum takındığı görüldü. Hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda İran Cumhurbaşkanı Ruhani’ye yönelik sitemi oldu. İran neden rahatsız oldu harekâttan?

İran Türkiye’nin Suriye coğrafyasında anayasa komitesi gibi çok kritik bir sürece girildiğinde daha fazla alan kazanması ve etkinlik kazanmasını istemiyor aynı zamanda Barış Pınarı Harekâtı’nda da Türkiye’nin rolünün İran’ın Tahran’dan Beyrut’a kadar giden yol üzerinde bu faaliyetlerini rahatsız edebilecek bir boyutunun olduğunu düşünüyor. Asli siyaseti Türkiye’yi, Suriye’yi, Irak’ı kendi içlerinde manipüle etmek.

Bir diğer boyutu da İran kendi siyaseti ve stratejisi açısından mücadeleyi kendi coğrafyasında vermek yerine, Yemen’de, Lübnan’da, Irak’ta, Suriye’de ve hatta mümkün olsa Türkiye’nin içerisinde vermeyi tercih edebilecek bir devlet. Bu anlamdaki siyasetinden hiçbir şekilde vazgeçmiyor. Yeri geldiğinde İran’ın içerisindeki PKK unsurlarını himaye etmekten asla geri durmuyor. Yeri geldiğinde alan sosyolojisi asla İran’ın mezhepsel anlamda bir girişimde bulunmasına müsaade etmese de Suriye coğrafyasında da adeta Irak coğrafyasında olduğu gibi rahat hareket etmek istiyor. Irak coğrafyasında malumunuz olduğu üzere Şiilerin çoğunlukta olduğu bir coğrafya olmasına rağmen Suriye coğrafyasında Nusayrilerin ve Alevilerin yüzdelerine bakıldığında İran’a bu coğrafyada çok rahat hareket etme imkânı sağlamamasına rağmen Afganistan’dan Tacikistan’a kadar mezhepsel temelli ve demografiyi değiştirecek yabancı terörist savaşçıları bu bölgeye taşıyıp Halep’te etkinlik kurmak istiyor Fişhabur kapısında etkinlik kurmak istiyor. Farklı diğer noktalarda etkinlik kurmak istiyor. Türkiye’nin bu noktada ki bütünleştirici siyasetini de kendisi için büyük bir tehdit olarak görüyor. Tipik Fars’i siyaseti ile yani bir taraftan bir eliyle sırtınızı okşarken öbür tarafta da diğer eliyle de farklı noktada farklı pazarlıklar içerisine girebiliyor. Cumhurbaşkanı bu noktada İran’a yönelik olarak çok net açıklamalar yaptı. İran bu tavrını bu bölgede bu şekilde sürdürmeye devam ettiği takdirde kendisi için sıkıntı haline gelen ambargolar konusunda Türkiye’nin uzattığı rahatlatıcı elin kendisine uzanmayacağını da sanırım anlamış olmalı.

İran’la Türkiye karşı karşıya gelir mi?

İran’ın kendisine ait bir gücü yok. Kendini terörleştiren milisleri aracılığıyla bu coğrafyalarda mücadelesini sürdürüyor. Dolayısıyla İran ile Türkiye’nin ben zaten Suriye coğrafyasında farklı zamanlarda karşı karşıya kaldığını, İdlip’te, Afrin Harekâtı’nda, Barış Pınarı Harekâtı’nda gördüğümüzü söyleyebilirim ama İran’a ait unsurların bizzat kendi kara gücüyle Suriye’ye vasıl olacak bir kara bağlantısı malum üzere yok yine milisleri aracılığıyla söylemiş olduğunuz vardır.

Hattı zatında bu risk olmaktan çıkıp zaman zaman pratiğe de dökülmüştür. Ancak İran’ın, milisleri aracılığıyla biraz önce saymış olduğum çok dominant bir terörle mücadele unsuru olan Suriye coğrafyasının en etkili gücü olan Türkiye’yi karşısına alabilecek bir gücünün olmadığını da bilmemiz gerek.

Harekat sonrasında bir teröristin parlatıldığını da görüyoruz. Amerikalıların “Mazlum Kobani” adını taktıkları Şahin Cilo kod adlı Ferhat Abdi Şahin… Bakıyoruz bizim medyada bile “Mazlum Kobani” diye ismi zikrediliyor. Amerikalıların hedefi ne?

Amerika Birleşik Devletleri, Şahin Cilo kod adlı terörist üzerinden PKK’dan farklılaştırdığı bir yapı ortaya çıkartmak istiyor. PKK’nın giymiş olduğu üniformamsı o yapı dahi Şahin Cilo namlı teröristin üzerinde farklılaşıyor ve kendisine bir general payesi yakıştırılıyor. Bununla ilgili yapılmak istenilen bu 30 kilometrenin dışındaki alanda terörist olmadığı ve adıyla müsemma bir görüntü çizmeye çalıştıkları masum ve mazlum bir halkın önderliğini yapan kişi imajı çizilmek isteniyor.

Dolayısıyla mazlum isminin seçilmesi de dahil olmak üzere bir subliminal mesaj yöntemi olarak kullanıldığını düşünüyorum. Fakat Mazlum Kobani denilen Şahin Cilo kod adlı ve birçok takma adı bulunan teröristin Türkiye ve Afrin saldırısı dâhil olmak üzere birçok saldırıda PKK’lı olarak kırmızı bültenle arandığını ve Türkiye’nin Suriye coğrafyası da dahil olmak üzere bulduğu ilk yerde etkisiz hale getirme noktasında kararlı olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri, YPG konusunda sınırlarımız boyunca 30 bin tır dolusu silahı bir şekilde taşımama noktasında kendisine yapılan ikazları nasıl dikkate almayarak bu noktada devam ettiyse, bu ismi verilen teröristi koruma ısrarı devam edecektir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti kendisi açısından terörist eylemler yaptığından hiçbir şekilde şüphe bulunmayan bu şahsı tıpkı diğer kırmızı bültenle aranan ve Kandil Dağı’nda ve farklı coğrafyalarda bulunan ve etkisiz hale getirilen teröristleri nasıl imha ettiyse onu da imha etmekten imtina etmeyeceğini kısa bir zaman içerisinde hepimiz hep birlikte şahitlik edeceğiz.

RUSYA, PYD OLUŞUMUNU
ABD’YE TERK ETMEK İSTEMİYOR

Rusya’nın tavrının ise Amerika’dan biraz daha farklı olduğunu düşünüyorum. Çünkü Rusya PYD bir terör örgütü olarak kabul etmiyor, aynı zamanda da hiçbir şekilde PKK – PYD -YPG oluşumunu tek başına Amerika Birleşik Devletleri’nin eline terk etmek istemiyor. Dolayısıyla da Şahin Cilo lakaplı terörist ile Rusya Savunma Bakanlığı yetkilileri arasında basına servis edilen görüntü aslında, 30 kilometreye biz sizi bir şekilde iteklemek, Türkiye’nin taleplerine boyun eğmek durumunda kalıyoruz ama unutmayın ki biz sizi tanıyoruz, tanımlıyoruz. Bu anlamda yeri geldiğinde sizinle telekonferans yapıyoruz anlamında verilen bir mesaj olarak okumak lazım.

Ben YPG ve PKK’nın Suriye coğrafyasında bu vakitten sonra 30 kilometrenin güneyine indiklerinde petrol sahalarının bekçiliğini yapma noktasında Amerika Birleşik Devletleri tarafından gönlünün okşandığını da düşünüyorum.

Bu noktada tekrardan eskiden olduğu gibi bir terör devleti yaratma noktasında Rakka ve Deyr Ez Zor hattında çok fazla şanslarının olmadığını alan sosyolojisinin YPG’ye bu noktada destek verecek bir demografiye sahip olmadığını söyleyebilirim.

PARÇALI BİR SURİYE YARATILACAK

Suriye’de yeni bir anayasa süreci başlıyor. Bu süreçle ilgili öngörüleriniz nedir?

Anayasa süreci sona erdiğinde Suriyelilerin kendi yönetimlerini kendilerinin belirleyeceği bir rejimi, bir düzeni, bir devleti hiçbir şekilde kavuşamayacaklarını düşünüyorum. Bu noktada akıl hocalarının Irak’ta, Lübnan’da Bosna Hersek’te kurguladığı düzen akılda tutulduğunda Suriye’deki rejimin de farklı etnisiteler, farklı mezhepler, farklı inanç grupları arasında bölünerek adeta bölünmüş ve bir Suriye’ye imza atılacağını, bunun destekçisinin başta İsrail olacağını düşünüyorum.

Suriye bu anayasa komitesi ile birlikte Mısır’da Muhammed Mursi’nin iktidara gelmesi ile ilgili yaşanan sürecin bir benzerinin bir şekilde Suriye’de kurgulamak isteyeceklerini dolayısıyla da şartlar ne olursa olsun halk kime oy verirse versin Cumhurbaşkanının bir mezhepten olduğu, Başbakanın farklı bir mezhepten olduğu, silahlı kuvvetlerinin komutanının farklı bir etnisiteden olduğu parçalı bir Suriye yaratılacaktır.

BAĞDADİ’NİN ÖLDÜRÜLMESİ
SORUNU ÇÖZMEYECEKTİR

Terör örgütü DEAŞ’ın başındaki Bağdadi’nin öldürüldüğü iddiaları ortaya çıktı. Bu iddialar doğru ise DEAŞ’ın başına sizce kim geçer, DEAŞ terör örgütüne yeni bir misyon mu yükleniyor?

Pentegon’un basın muhabirleri aracılığıyla bu iddia ortaya atıldı. Trump’ın açıklamaları farklı bir noktaya tekabül ediyor. Şunu söylemek gerekiyor; Amerika Birleşik Devletleri’nin DEAŞ elebaşını öldürdüğünü iddia etmesi, iddia diyorum çünkü elimizde ne Usame Bin Ladin ile ilgili ne de Bağdadi ile ilgili bir bilgi yok. Amerika yine aynı taktiği kullanarak Bağdadi’nin etkisiz hale getirildiğini öldürüldüğünü başkan ağzıyla duyurdu. Bütün dünyanın bu söylenilen her şeye adeta haşa iman edercesine inanması isteniyor.

Bağdadi öldürülmüş olsa da olmasa da bizim açımızdan çok kayda değer bir husus değil. Çünkü Amerika Birleşik Devletleri’nin soğuk savaş sonrasında en önemli projesi, terör örgütleri vasıtasıyla yaratıcı kaos dediğimiz kaos düzeninin; Çin’den Orta Asya’ya, Orta Asya coğrafyasından Kafkasya’ya, Kafkasya’dan Ortadoğu’ya ve Afrika içlerine kadar bir siyaset güdüyor.

Dolayısıyla Bağdadi’nin öldürülmüş olması sorunu çözmeyecektir. Bölgede istihbarat örgütleri tarafından Amerika Birleşik Devletleri ve Batı’nın ihtiyaçları doğrultusunda zaten sosyolojisi alanda hazır olan radikalleşmiş unsurlar etrafında farklı isimlerle, farklı terör örgütleri yaratma noktasında bir sıkıntılarının olmayacağını ön görebilirim.

Bu noktada yalnız bu coğrafyanın insanın da başta Türkiye Cumhuriyeti Devleti olmak üzere bir bilinç oluştu ve bu bilinç doğrultusunda artık Deaş denilen terör örgütü diğer terör örgütü vasıtasıyla neler oluyor noktasında manipülatif düşünmeye itilmediğini ve olaya sorgulayıcı bakış açısı geliştirilerek Amerika Birleşik Devletleri’nin terörle bir dizayn, bir finansal düzenleme yaptığı noktasında herkesin kafasının çok berrak olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla Bağdadi’nin öldürülmesi Trump’ın seçim kampanyası açısından önemli bir noktaya tekabül edebilir ama Ortadoğu coğrafyasında özellikle Türkiye siyaseti açısından çok bir değerinin olmadığını düşünüyorum.

Çünkü Türkiye bu noktada kendisi için oynanan oyunu görmüştür. Bu noktadan sonra ister adına DEAŞ deyin ister başka isim koyun! Türkiye terörle kendisinin kuşatılmasına ve Batı medyasında da bir şekilde terörle irtibatlı gibi gösterilen zırva açıklamalara tavrını çok net bir şekilde ortaya koymuştur.

İDLİB’İ ISITACAKLAR

DEAŞ elebaşının öldürüldüğü iddiası doğruysa bu İdlib’e yapılacak bir operasyonun habercisi mi?

Bu olay İdlib’te olsa da olmasa da ben İdlib’in ısıtılması noktasında asla tereddüt etmeyeceklerini, İdlib’ i bir şekilde ısıtmak isteyeceklerini düşünüyorum. İdlib’ten de Türkiye’ye yönelik olarak bir düzensiz göç hareketi olduğu takdirde, Fırat’ın doğusundaki sorunu halletmiş ve gücünü farklı noktalara tevkif etme noktasında eli daha da rahatlamış bir Türkiye’nin İdlib noktasında olup bitenlere seyirci kalmayacağını, sınırları içerisinde 3-4 milyon daha Suriyeliyi daha kabul etmeyeceğini söyleyebilirim

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir