Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Mart 28, 2024

Eleştirilerde Üslûp Meselesi ve Bir Üslûp Üstadı Olarak Abdülhak Şinasi Hisar

Giriş

Edebî eleştiride, eleştirmenin bir fikir ve yöntem sahibi olması kadar bir üslûp sahibi olması da önemli esaslardan biridir. Edebî bir anlayışa ve yönteme sahip olmadan edebî bir metnin/eserin gerçek değerini ortaya çıkarmak nasıl mümkün değilse, aynı şekilde edebî bir üslûba sahip olmadan da herhangi bir metne/esere dair elde edilen düşünce ve kanaatleri sağlıklı bir biçimde ortaya koymak mümkün değildir. Demek ki edebî eleştirinin fikir ve yöntem gibi temel unsurlarından biri de üslûptur. Eleştiride üslûp, belli bir yöntemle elde edilen düşünce ve kanaatlerin eserin özüne en uygun biçimde ortaya konulma çabasıdır. Kusurlu veya çarpık bir üslûpla doğru ve anlaşılabilir hükümler ortaya koymak zordur. Böyle bir üslûpla belki polemik yapılabilir, polemik ise eleştirinin gizli düşmanıdır. Polemiğe kapı açan bir eleştiriyle sağlıklı değerlendirmelere ulaşmak imkânsızdır. Çünkü polemik, eleştiriyi kemiren ve içten içe çürüten bir virüstür! Elbette polemik de doğru alanda kullanıldığında işe yarayabilir ama eleştiri alanında zararlı ve gerçeği gölgeleyen bir husustur.

Türk edebiyatında modern anlamda eleştirinin kendisini göstermeye başladığı Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerinde eleştiri adına en önemli sorun, kuşkusuz yazarların edebî bir anlayışa, ardından da edebî bir yönteme sahip olmayışlarıdır. Namık Kemal ve Beşir Fuat’ı kısmen istisna kabul ederek söylersek; başlangıçta genellikle iyi-kötü, güzel-çirkin ve faydalı-zararlı gibi değer yargıları çerçevesinde öznel değerlendirmelerle eleştiri yapılıyordu. Edebî bir kritere ve yönteme sahip olmayan yazarlar elbette çelişkili değerlendirmeler yapmaktan kurtulamıyordu. Bu da eleştirinin ciddîye alınmasını, dolayısıyla edebî bir tür olarak ortaya çıkmasını engelliyordu. Ne zaman ki Ahmet Haşim ve Yahya Kemal edebiyat sahnesinde ağırlığını hissettirmeye başladı, işte o zaman estetik meselesi önem kazandı. Edebî bir eserin dili, muhtevası ve biçiminin nasıl olması gerektiğine dair yapılan tartışmalar edebî görüşlerin şekillenmesine, kuram ve yöntemlerin oluşmasına yol açtı. Ayrıca Millî Mücadele yıllarının ardından Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in fikirleri ve yazdıkları, taraftarı ve muhalifiyle bir edebiyat atmosferinin oluşmasını sağladı. Bu atmosferin en önemli verimi dergiler ve sohbet meclisleriydi. Böylece eleştiri ve eleştirel düşünce kendine bir zemin buldu. Ne var ki sacayağı tamamlayacak olan üslûbun önemi henüz tam olarak fark edilmemişti. Bu sebeple modern edebiyatımızda ilk edebî tartışmalar ve poetik metinler çoğu zaman polemikle ve hakaretamiz ifadelerle malûldür. Üslûbun önemi fark edildiğinde ise eleştiri edebî bir tür olarak edebiyatta yerini yavaş yavaş almaya başlar. Bunu fark eden ve Türk edebiyatında eleştiriye üslûp kazandırmaya çalışan ilk yazarlardan biri Abdülhak Şinasi Hisar’dır (14 Mart 1887-3 Mayıs 1963).

Abdülhak Şinasi Hisar’ın eleştirmenliği ve üslûp hassasiyetini edebî bir tür adına şuurdan ziyade kendi edebî tarzına ve zevkine uygunlukla açıklamak gerekir. Onun edebiyat yazıları, anlama ve anladığını ifade etme gayretinden doğan bir hayat tarzının ürünüdür. Yazılarında doğru anladığını doğru ve güzel ifade edebilme çabasına girer. Bu sebeple düşüncelerini ifade biçimine büyük bir özen gösterir. Üslûp hassasiyeti de buradan kaynaklanır. Yoksa edebiyat yazılarını bir eleştiri anlayışı ve yöntemiyle kaleme almaz. Eleştiriye giderek/yazarak ulaşır. Abdülhak Şinasi Hisar’ın yazarlığı aslında diğer türler için de böyle ve biraz rastlantısaldır. Romanlarını, döneminin roman anlayışıyla veya herhangi bir roman tarzının ilke ve kalıplarını dikkate alarak yazmaz. O, kendini; yaşadığı ve aradığı dünyayı/geçmişi yazmaya çalışarak korkularının etrafına edebî bir güvenlik halkası oluşturmak ister. Yazıyla yalnızlığını gidermeye/aşmaya çalışır. Bu düşünceler şiir denemeleri için de geçerlidir. Onun için duygularını ifade eden güzel bir mısra ister kendi kaleminden çıksın ister herhangi bir zaman diliminde yaşamış bir şaire ait olsun fark etmez. Hazırladığı şiir seçkisini (Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde) böyle değerlendirmek mümkündür. Zira şiir denemeleri ile seçkisine dâhil ettiği mısra ve beyitler onun duyarlığını bire bir yansıtmaktadır.

Ne adına olursa olsun Abdülhak Şinasi Hisar’ın eleştiri yazıları ve bu yazıların üslûbu modern edebiyatımızda eleştirinin ciddîye alınmaya başladığının ve bir seviye tutturma gayreti içinde olduğunun ilk işaretleri olarak değerlendirilmeyi hak edecek nitelik ve niceliktedir.

 

Hakkında Yazılmış İki Kitap

Abdülhak Şinasi Hisar hakkında yazılmış önemli kitaplardan biri Sermet Sami Uysal’ın Abdülhak Şinasi Hisar adlı eseridir. Yazar, kitabında konumuz bağlamında önce Abdülhak Şinasi Hisar’ın üslûp titizliğini tespit eder: “Çalışırken çok titizdir… O uzun, dolgun ve olgun cümlelerinin zaman zaman kendisi de sihrine kapılırsa da sık sık, yazdığı birkaç satır üzerinde günlerce düşündüğü olur… Bu üslûp titizliği ona, Fransız ve Lâtin sanatçılarının en güzel fakat en çileli armağanıdır.”

Yine Sermet Sami Uysal, Mustafa Şekip Tunç’un Abdülhak Şinasi Hisar’ı “İlk zamanlar şiirin çilesi ile haşrolduktan sonra tenkide geçen ve buradaki temiz ve güzel örnekleriyle temayüz eden bu şahsiyet…” şeklinde nitelediğini nakleder.

Bu arada Sermet Sami Uysal’dan onun, “Hiç namaz kılmadım ve camie de gitmedim. Yazık ki ben mutekit değilim. Namaz ile öteki dünya dedikleri yere gidileceğini ummuyorum. Fakat bu mâni değildir ki hemen bütün insanlar gibi ben de her gün ve her gece Allah’tan niyaz, rica ve duadan geri kalayım…” dediğini öğreniriz. Ayrıca hayatıyla ilgili çok ilginç bir detay ya da itirafı; “Hayatta bir evlenme hatasını yapmadım. Ara sıra ya evlenseydim de iki çocuğum olsaydı; oğlum komünist, kızım aktris olsaydı hâlim nice olurdu, diye düşünürüm de şimdiki hâlime şükrederim.” dediğini paylaşır. Benzer şekilde bir itiraf da Boğaziçi Mehtapları’nda yer alır: “Tehlikeli bir hürriyet içinde ailemin bana yalnız din için bir hürmet telkin etmek istediğini görür fakat dine de inanamazdım.”

Abdülhak Şinasi Hisar, anne tarafından dedesinin Rumelihisarı’ndaki yalısında dünyaya gelir. Anne ve baba tarafı köklü bir soydandır. Ataları arasında paşalar, beyler, servet sahibi ve kalem erbabı kişiler vardır. Zamanına göre varlıklı, kültürlü ve seçkin bir muhitte doğar; aşçılar, hizmetçiler ve mürebbiyelerle büyür; özel hocalardan Fransızca ve Türkçe dersleri alır, Tanzimat ve Meşrutiyet Dönemlerinin Batı kültürüyle yetişir.

Cumhuriyet Döneminde sanat ve fikir çevrelerinin merkezî yerlerinde bulunur ancak yeni anlayış ve hayat tarzından uzak durur; geçmiş günlerin ve güzelliklerin hayaliyle yaşamaya devam eder. Bir çeşit mazi cennetindedir! Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’le mazi üzerinden dosttur. Değişen İstanbul’da eskiye ait izlerin peşinde ve özlemi içindedir. 1922’de doğup büyüdüğü yalıları yanar, bu yangında kitapları ve eşyaları kül olur. Eserlerinde bu küllerin arasındaki eski dünyayı, çocukluğunun dünyasını hayatının sonuna kadar hisseder, yaşar ve dile getirir. Kalıcı olana inanmaz; gelip geçenin bıraktığı tatla ve hayal âleminde yaşamayı tercih eder. Dili ve üslûbu özenlidir. Kelimeleri sanki bir mimar gibi, bir kuyumcu ustası gibi ele alır ve bir musiki ahengiyle cümledeki yerlerine yerleştirir. Çok zengin tasvirleri vardır ve sıfatları bolca kullanır. Yazılarında duyguyu ve güzelliği yaşar ve yaşatmaya çalışır. “Fânilerin Hüznü” başlıklı yazısı hayat felsefesinin özetidir. Ruhun ebedîliğine ve öbür dünyaya inanmayan, bu yüzden her geçen günle insan ömründen bir şeyin eksildiğine, koptuğuna üzülen bir hayat felsefesine sahiptir.

Sermet Sami Uysal, Adile Ayda’nın Abdülhak Şinasi Hisar ile ilgili “Abdülhak Şinasi Hisar’ın sanatındaki en kıymetli hususiyet şüphe yok ki şarkla garbın ahenkli bir terkibini bize sunmaktaki muvaffakiyettir. Abdülhak Şinasi, gerek ruh ve mana, gerek şekil ve usul bakımından aynı zamanda hem şarklı hem garplıdır.” dediğini aktarır.

Sermet Sami Uysal’a göre Fransız romancı Marcel Proust’un sanat anlayışından etkilendiği, yine Fransız yazar ve siyaset adamı Maurice Barrès’in siyasî/milliyetçi fikirlerinden beslendiği daha sağlığında yazılıp söylenmiştir. Gerçekten o, birçok yönüyle; hayatı, hayata bakışı, edebî tarzı ve nihayet eseriyle Marcel Proust’a benzer.

Bütün bunlar bizim, Abdülhak Şinasi Hisar’ın kişiliği ve yazı hayatı hakkında sağlıklı ve sağlam kanaatlere ulaşmamıza yardımcı olur. Onun hayata bakışı, inanç ve düşünceleri, kişiliği, yetişme tarzı ve çevresiyle ilgili birinci elden bilgiler ediniriz. Yalnızlığı ve geçmişe özlem hassasiyeti onun için bir yönüyle bir çıkmaz, bir saplantı hatta bir hastalık hâlini alırken diğer yönüyle de yazarlığını besleyen, onu hayata bağlayan ve üslûp sahibi kılan bir husustur. Geliştirdiği estetik dil ve üslûpla kendine bir hayat alanı oluşturur. Bir şeyi güzelce ifade etme, geçmişe olan özlemini dindirir ve onun haz dünyasının devam etmesini sağlar. Söze ve onun ifade güzelliğine sığınan, buradan seçkin bir hayat tarzı edinen yazar, yazıyla fildişi kulesinin duvarlarını örer ve kimsenin içeri girmesine müsaade etmez! Varlığı yoklukta arar ve yokluğa teslim olur ancak buradan dinî, mistik ve felsefî bir düşünce elde edemez; toplumdan ve çevresinden uzak katı bir bireysellik yaşar. Elbette bizi ilgilendiren inanç ve düşünceleri değil, bir şeyi ifade etme kabiliyeti ve ifade biçiminin (üslûp) özellikleridir.

Abdülhak Şinasi Hisar hakkında yazılmış önemli kitaplardan bir diğeri yine Abdülhak Şinasi Hisar adlı Necmettin Turinay’a ait bir doktora çalışmasıdır (ki tez danışmanı Prof. Dr. M. Orhan Okay’dır) ve o da bu çalışmasında onun bir “üslûpçu” olduğunu tespit eder ve ayrıca Dergâh, İleri ve Yarın mecmualarında neşredilen “tenkitlerinde mevzu ettiği eserden ziyade bunlar vesilesiyle geliştirdiği ve merkezden bir hayli uzaklaşan mülâhazaları”nın dikkat çekici olduğunu söyler. Bu da onun eseri bir mesele üzerine ele aldığına delâlet eder. Bir meseleden yola çıkarak eserle ilgili değerlendirmelerde bulunması, aslında eseri derinlemesine kavramış olmasını gerektirir. İkinci yazma evresinde (1928-1930’dan sonra) önce Türk Yurdu ve Milliyet, ardından Varlık, Ulus, Muhit ve Ağaç’ta, sonra da tekrar Türk Yurdu ve Yeni İstanbul’da yazdığını belirtir.

Necmettin Turinay, çalışmasında biraz abartılı bir biçimde “Abdülhak Şinasi Hisar’ın nazarında Cumhuriyet Türkiye’sindeki değişmelerin tasviple karşılanmadığını” ifade eder. “Aldığı kültür, edindiği telâkkiler ve hayat tarzıyla yeni Türkiye’deki yapı değişikliklerini tasviple karşılaması zaten beklenemezdi. Gerçekten yazılarının kronolojisi gözden geçirildiğinde Mustafa Kemal hakkında menfi değilse bile müspet bir kanaat izharından özellikle kaçındığı görülür.” der. Bundan da onun yeniye ve yeniliğe karşı teslimiyetçi değil, sorgulayıcı/eleştirel bir kişiliğe sahip olduğunu anlarız. Gelgelelim o, sadece Cumhuriyet Döneminin yeni hayat tarzı ve anlayışlarına değil, Meşrutiyet Döneminin yeni hayat tarzı ve anlayışlarına da tepkiyle yaklaşmıştır. Zira onu asıl rahatsız eden yenilik adına geçmişin küçümsenmesi ya da inkârıdır. Bunun dönemlerle ve dönemlerin siyasî aktörleriyle doğrudan bir ilişkisi yoktur.

Abdülhak Şinasi Hisar’ın eleştiri vasıflı yazılarının dışında roman, hatıra ve fıkralarında hatta şiir denemelerinde bile açıktan veya alttan alta bir eleştirel duyarlık, yaklaşım ve üslûp görülür. Eserleri bu bakış açısıyla incelendiğinde ne söyleyeceğine verdiği önem kadar, nasıl söylemesi gerektiğine de özen gösterdiği açıkça kendini belli eder. Üslûp hassasiyeti, düşüncesini şekillendirir; inceltir ve zarif hâle getirir. Ona göre eserin ruhu üslûbudur. Onda klişe ifadeler bulunmaz. Yalın bir hükmü, karmaşık bir meseleyi veya zor bir konuyu kendine özgü üslûbuyla işler; bir hissiyata, bir fikir zenginliğine dönüştürür. Kırmaz ve dökmez; dokunur ve kendi etki alanına çeker.

Neticede bilgisi, hayata bakışı, meseleleri kavrayış derinliği, üslûp hassasiyeti, yüksek edebî zevki ve bir bütün olarak kişiliği eleştiri kabiliyetinin gelişmesini sağlar. Yazılarından başlayarak (ki bunları da Necmettin Turinay derlemiştir) eserlerindeki eleştiriye ve eleştirel üslûba dair örnekleri inceleyelim.

[Yeri gelmişken Abdülhak Şinasi Hisar’ın eserlerini derleyip yayına hazırlayan ve her birine ayrı ayrı ön söz yazan Necmettin Turinay’ın, bu işi yaparken gerekli titizliği göstermediğini söylemek gerekiyor. Dönemi; dönemin roman, hikâye ve şiirini anlamaktan son derece uzak; konuyla doğrudan ilgisi olmayan, birbirinden kopuk, savruk ve tekrara boğulan bu uzun ön sözler, derleme süreciyle ilgili bilgilerin dışında önüne konulduğu kitaba dair hiçbir fikir vermiyor. Anlaşılan Necmettin Turinay, doktoradan sonra konuyla hiç ilgilenmemiş. Faydasız, sıkıcı ve en önemlisi “üslûp hassasiyeti” bakımından Abdülhak Şinasi Hisar’ın kitaplarının önüne yakışmayan bu metinlerin yeni baskılarda çıkarılmasını öneriyorum. Varsa derlemeyle ilgili okuyucunun bilmesi gereken bilgiler, bunlar yayıncının notu olarak kitabın künyesinde verilebilir. Ayrıca derleyenin hayat hikâyesinin yazarın hayat hikâyesinin yanında kitabın başına konulmasını yadırgadığımı ve bunun da yazara bir saygısızlık olduğunu belirtmeliyim. Kitapların kapağına ve künyesine bakılırsa anlaşılan yayınevi editörünün kafası da onların türü konusunda oldukça karışık! Bir de kitaplar baştan sona iyice tashih edilmeli; inanılmaz yazım hataları var, bu asla kabul edilemez. Öte yandan korkarım ki derleme işi de bu özensiz ön sözler gibidir. Bu sebeple edebiyat araştırmacılarının Abdülhak Şinasi Hisar’ın sağlığında kitaplaşmamış yazılarını yeniden derlemesinde fayda mülâhaza ediyorum.]

 

Makaleleri

Abdülhak Şinasi Hisar, Kitaplar ve Muharrirler adı altında bir araya getirilen makalelerinin birinci cildinde (Mütareke Dönemi Edebiyatı) yer alan yazılarında okuduğu/tanıttığı kitapları bir eleştirmen tavrı ve dikkatiyle ele alır. Konuyu, kurguyu, ifade ve imlâ yanlışlarını, bunların doğrusu ve olması gerekeni yapıcı bir üslûpla dile getirir. Âdeta konuyu tasarlayarak yeniden yazar ve mevcudu bununla karşılaştırır. Böylece yazara/okuyucuya bir çeşit yol göstermiş olur.

Diğer taraftan bu yazılarında eleştirmen kimliğini münevver ve mütefekkir tarafıyla mezceder. Önce ilgi alanına giren nitelikli kitabı seçer. Öyle gelişigüzel ve önüne çıkan her kitapla ilgilenmez. Ele alacağı kitabın konusu ve yazarı ona göre önemli olmalıdır. Kendi sözünü onun üzerinden söylemeye değmelidir. Yani ele aldığı kitabı ve yazarı kendi sözünü daha güçlü ve etkili söyleyebilmek için bir aracı, bir zemin ve bir fırsat olarak görür. Başta kitabın işlediği konuya dair kendi düşüncelerini serdeder, ardından kitabı ve yazarı tanıtır, iktibaslar yapar, eksikliklerini görür, önemine vurgu yapar, varsa benzeri kitaplarla kıyaslar, okuyucuya mesaj verir ve yazarı teşvik eder. Bütün bunları yaparken kitaba ve konuya genellikle müspet cepheden yaklaşır. Satır aralarında okuma metodu ve üslûbuna dair ilginç ve önemli ipuçları verir. Meselâ “Zaten her eser daha canlı bir eserin müsveddesi değil midir? Her eser, müstakbel bir eserin istihzarî notları mahiyetinde değil midir?” Bu sorularla yazarı daha iyiye doğru teşvik ederken yönelttiği eleştirilere karşı soğukkanlı olmasını sağlar, bir anlamda devamlılık ve mükemmellik fikrinin sonsuzluğunu göstermiş olur.

Tevfik Fikret üzerine yazdığı yazılarda şiiri ve şairi ruh dünyasına girerek yakalamaya çalışır. Etkilerini, lehinde ve aleyhinde yazılanları değerlendirir; şiirinin yerini ve ağırlığını ortaya koyar. Şairin hayallerinden ve hayal kırıklıklarından bahseder. Sonunda edebî anlamda asıl rolünü tespit eder:

“Fikret garbın irfanından edebileceği istifadeyi ederek kendi kıblesinin yerini yavaş yavaş bulduran bir hamle, bir ilham ile Rübâb-ı Şîkeste’sine yeni bir tel ilâve etti. Ve küçük, ahenktar rübab üstünde lâ-dinî bir insaniyet, beşerî bir fazilet ve mesut bir medeniyet mefkûrelerinin dolgun mefhumunu, hüsn ü füsununu, aşk ve alâkasını teganni ve lisanımıza bu kelimelerin, bu fikirlerin güzelliklerini nefhetti. Fikret’in rübabında yeni bir meftuniyet ve incizap hislerini teganni ettiği bu tel, sonraki eserlerinde bütün rübâb-ı şiirini kaplamış, gitgide yegâne çaldığı tel olmuştu. Bu itibarla da lisanımızda yeni bir merhaledir.”

Başka bir yazısında “Eski şiiri, yaptığı hamle ile yıkan ise Tevfik Fikret olmuştur. O, edebiyatımızda bir merhale, onun mısraı, şiir telâkkimizde bir dönüm noktasıdır. Bu şair, rebabını öyle bir tarzda çalmıştır ki kendisinden sonra gelen hemen her şairin sazı bir Fikret perdesiyle duyulur olmuştu.” der. (“Rübâb-ı Şîkeste’deki Gizli Manalar”, Kitaplar ve Muharrirler III)

Bu yorumlarda Tevfik Fikret hakkında söylenebilecek her şey mevcuttur. İçeriden ve kuşatan bir bakış açısı, incelmiş bir zevk, incitmeyen nazik bir üslûp ve sağlam bir hüküm. İşte Abdülhak Şinasi Hisar’ın eleştirmen karakterinin belirgin özellikleri bunlardır.

Kitaplar ve Muharrirler’in birinci cildinde yer alan bir yazısında çok sevdiği ve beğendiği Yahya Kemal’i vezin ve kafiye uğruna yaptığı zorlamalardan dolayı şiirinden örnekler vererek eleştirir ve bozuk ifadelerini düzeltmeye çalışır. Bunu o dönemde ondan başka kolay kolay kimse yapamaz.

Ahmet Haşim’in Göl Saatleri üzerine yazdığı bir yazısının satır aralarında ise eleştiri anlayışının ipuçlarını bulmak mümkündür: “Bir sanatın harimine girmek için onun ruhunu bilmek veya sezebilmek lâzımdır. Sanat bir haremdir. Selâmlıktaki ağaları, efendileri savdığımız zamanlar, geceler içerisine yine mutaassıp bir kalp ile avdet ettiğimiz bir harem!…”

Pierre Loti üzerine yazarken kullandığı şu cümlenin edebî ve estetik gücü insanı âdeta büyüler: “Ve şafak sökünce yukarı taraftaki caminin minaresinden üstlerine ezan sesleri dökülüyor!…” Pierre Loti için kullandığı “ahenkli ve ipek gibi bir üslûp” tabiri de en çok kendisine yakışır. Yani el elin aynasıdır, atasözü tecelli eder ve kendisi nasılsa öyle görür.

Abdülhak Şinasi Hisar, eleştirinin öneminin farkındadır. Ancak eleştiriye dair eskilerin tabiriyle efradını cami, ağyarını mâni bir anlayışı yoktur. Bunu Kitaplar ve Muharrirler’in birinci cildindeki “Edebiyatta Tenkit” başlıklı yazısında açıkça görmek mümkündür. Eleştiriye genellikle “hoşuma gidiyor”, “bana hoş gelmiyor” ve biraz da “fayda” anlayışıyla yaklaşır. Gelgelelim derli toplu bir eleştiri görüşü olmasa da incelmiş bir fikir ve zevk sahibi olduğu için ele aldığı eseri veya yazarı büyük bir hassasiyetle değerlendirir. Görülmesi gerekeni büyük ölçüde görür, onu naif bir şekilde ifade etmeye çalışır ve sözünü de esirgemez. Ustalığı ifade etme tarzı ve üslûbundadır; eleştirmen kimliği buradan neşet eder. Eseri, geleneğiyle veya çağındaki benzerleriyle karşılaştırır. Yazarın yerini ve ağırlığını ortaya koyar. Düşünce ve kanaatlerini sert yargı cümleleriyle değil, ihtimalleri de içeren kuşatıcı ve yumuşak ifadelerle dile getirmeye çalışır. Bu sebeple hoşa giden veya gitmeyen ya da faydalı bulduğu şeyler, eleştirel bir süzgece tâbi tutulduğundan şahsî yorumdan fazla bir kıymeti harbiyeye sahiptir. Bu yönüne de en çok üslûp dehasıyla kaleme aldığı metinlerinde rastlarız.

Abdülhak Şinasi Hisar’ın asıl eleştiri yazıları, Kitaplar ve Muharrirler adı altında bir araya getirilen makalelerinin ikinci cildinde (Edebiyat Üzerine Makaleler (1928-1936)) yer alır. Bu yazılar, öncesi ve sonrasıyla birlikte ele alındığında onların eleştiri bağlamında merkezî bir role sahip olduğu görülecektir. Öncesindeki eleştirel izler bu dönemde belirginleşmiş, sonrasında ise daha uzun soluklu metinlere dönüşmüştür.

Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatının temellerinin atılmaya çalışıldığı 1930’lu yıllarda yazılarında eleştirel izler taşıyan Suut Kemal Yetkin, Nurullah Ataç ve Peyami Safa gibi yazarların önünde eleştiri adına yazdıklarıyla örnek alınabilecek yegâne isim Abdülhak Şinasi Hisar’dır. Farklı görüşlerin ürünü olan Dergâh ve Varlık mecmualarını aynı hassasiyet ve gayretle sahiplenmesi dikkat çekicidir. Edebiyatı siyasallaştırmadan onu bir kültür hâdisesi, bir eğitim aracı ve hayat tarzı olarak algılayan yaklaşımı sebebiyle değişik çevrelerin ilgisine mazhar olmuştur. Bu yüzden onun eleştiride üslûbu yeni, deneme ve roman tarzında girişimi kendine özgü ve yenidir.

Abdülhak Şinasi Hisar, eleştiriye dair benimsediği usul ve esasları çoğu zaman yazdığı metinlerin satır aralarında tahlil ve yorumlarını tekit babından dile getirir. Meselâ Yakup Kadri’nin Hüküm Gecesi romanı üzerine yazdığı bir yazısında, “Tenkidin vazifesi, kendi nokta-i nazarına sadık kalmakla beraber muharririnkini anlamaya çalışmak olmalıdır.” cümlesine rastlarız. Burada çok önemli ve temel bir ilkeye işaret eder ve buna yazarak ulaşır. Yani yöntem ve tarzını kendi pratiğinde keşfeder ve gösterir. Kendi bakış açısına bağlı kalarak yazarın bakış açısını anlamaya çalışan bir eleştiri anlayışı çok ileri ve değerli bir anlayıştır. Gelgelelim edebiyatımızın eleştiri tecrübesi uygulamada bu anlayıştan uzak gelişmiştir. Eleştiriyi doğrudan konu edindiği üç beş makalesinde ise eleştirinin usul ve esaslarına değil, daha çok ne olduğuna, ne işe yaradığına veya tarihçesi tarzında konulara değinir. Şüphesiz eleştirinin ne olduğunu, nasıl olması gerektiğini gayet iyi biliyordu. Bu sebeple açıkça bizde eleştiri ve eleştirmen yoktur diyordu. Kendisini ise bu işe tam olarak vermemişti. Kitaplar ve yazarlar üzerine yazdığı yazılar, değini ve tanıtımın çok ötesinde gerçekten eleştiriye örnek olabilecek metinlerdi. Ne var ki bunlar süreklilik arz etmeyen dağınık yazılar olduğundan eleştiri de bunların arasında dağınık hâldeydi.

Öte yandan yazılarında üslûp hassasiyeti gözettiği, aradığı bir husustur. Üslûbu bir zevk meselesi olarak değerlendirir. Bu durum, döneminin sanat anlayışında Ahmet Haşim ve Yahya Kemal gibi bir grubun belli başlı hassasiyetidir. Bunun karşısında olanlar ise mana ve mesajı öne çıkarmaya çalışırlar. Bu bağlamda Yakup Kadri’nin Hüküm Gecesi’ni bir de üslûp ve dil açısından ele alır. Yazarın dilindeki ahenk ve ritmi önemser, dil yanlışlarını görmezden gelir. Bunları örnekleriyle anlatır. Ancak Arapça, Farsça ve Fransızca kelime ve deyimler kullanmasını sıkı bir şekilde eleştirir. Demek ki Abdülhak Şinasi Hisar’ın dil ve üslûp şuuru, yazılarında bu konuya gösterdiği hassasiyet döneminin diğer yazarlarının çok ilerisindedir. Bu da bizim onun yazar/edebiyatçı kimliğini ciddîye almamızı zorunlu kılmaktadır.

Çağında edebiyat ve fikir çevrelerinde tartışılan konulara getirdiği bakış açısı ve yorum son derece güçlüdür. Hamdullah Suphi üzerine yazdığı bir yazı bunun en güzel örneğini teşkil eder. Bu yazıda klâsik ve romantiğin ne demek olduğunu, ikisi arasında birbirine geçişleri ve bu konudaki yanlış anlayışları tartışır. Ruşen Eşref’in bir kitabı üzerine yazdığı birkaç yazıdan birinde ise çağının getirdikleri ve götürdüklerine, insanoğlunun bitmeyen arayışının derinliğine, fâni olanla ebedî olana, yalnızlık ve hüzne, ölüme ve hayatın manasına dair kuşatıcı bir üslûpla anlattıkları ve sonra bunları şiirin, edebiyatın anlam ve misyonuna bağlamaya çalışması; sözü, herkesin söylediğinden farklı ve etkili söyleme kabiliyeti eleştirisindeki üslûp gücünü göstermesi bakımından çok güzel bir örnektir.

Burada Abdülhak Şinasi Hisar’ın eleştiride üslûbunun besleyen ve doyuran tarafının kendinden sonra takip edilmesinin önünü bir biçimde kestiğini de söylemek gerekiyor. (Belki Asaf Hâlet Çelebi’nin yazıları onun devamı sayılabilir.) Çünkü okuyucuyu kendi yorumuna esir eden ve açık kapı bırakmayan böyle bir üslûbu senteze sokabilecek karşı bir üslûp bulmak çok güçtür. Bu sebeple onun üslûbuyla diyalektik zemin oluşturmak neredeyse imkânsız gibidir. Siz ancak başka bir şeyi güzel ifade edebilirsiniz, onunla aynı konuda benzer üslûbu yakalayıp tartışmanız, dolayısıyla üçüncü bir yoruma kapı aralamanız biraz beyhudedir. Zaten onun yazıları tartışılmamış; beğenilmiş ya da görmezden gelinmiştir.

Batı klâsiklerinin tercümesi meselesi üzerine yazdığı iki makale, tercümenin usul ve yöntemine dair çok kıymetli yazılardır. Bilgi, hassasiyet, bakış açısı ve üslûp bu makalelerde birbirini tamamlar. Düşüncelerini bir iddia olarak anlatmaz, onları hissettirerek benimsetir.

Kendisine “Arap” denilmesinden çok rahatsız olan aziz dostu Ahmet Haşim’in bu tepkisini, “Ahmet Haşim’e ‘Arap’ demek, onu bütün varlığını temin eden bir âlemden ayırarak bir hiçe döneceği bir âleme atmak, fâni ömründe değil, ömrünün tesellisi olan atisinde, bu atide yaşatacak olduğuna inandığı eserinde öldürmek istemekti.” şeklinde açıklayan Abdülhak Şinasi Hisar, onun için “Ahmet Haşim hiçbir zaman Bağdat’a dönmek ve doğduğu bu yerlerdeki hatıralarına kavuşmak ihtiyacını duymadı. Hatta oradan kendisine küçük bir irat getiren yerlerini satıp, orasıyla rabıtasını büsbütün kesmeyi bile tercih etmişti. Babası Türk hükûmetinin memuru ve kendisi Türk harsının mükemmel bir mahsulüdür. Irken bilmesem de milliyet itibarıyla o kadar mükemmel Türk’tü ki, Türklüğün en ince hislerinden birkaçının ifadesi onun eserindedir.” değerlendirmesini yaptı. Bu değerlendirmedeki bakış açısı, hassasiyet ve üslûbu, milliyetçiliğin/ırkçılığın zirve yaptığı bir dönemde kuşağı içinde ancak onun gibi olgun ve erdem sahibi biri ortaya koyabilirdi. Esası kaçırmayan, sorunu gören ve onu sağduyuyla yorumlayabilen bir kalem erbabıydı. Esasa dair söylediği şeyler ise eleştirinin görmesi ve ortaya çıkarması gereken şeylerdi. Yazarın eserini/işini ciddîye alması meselesi ve ona yüklediği anlam… Yine yazarın, eserini yazdığı dilin inceliklerine ve o dili besleyen kültüre hâkimiyeti meselesi… Ahmet Haşim’e işte buradan bir mana atfeder. Abdülhak Şinasi Hisar, bir yazar olarak ele aldığı bütün kitapları mutlaka bu yönlerden değerlendirmeye çalışmıştır. Bu da tam bir eleştirmen tavrıdır.

Süleyman Nazif üzerine yazdığı ve onun hayatının son yıllarında eski bir gazeteci olarak matbuat âlemiyle kuramadığı münasebet, bundan kaynaklanan yalnızlık ve trajedisine dair makalesi (Gazetelerde Süleyman Nazif); anlayan, tartışan ve hisseden üslûbuyla oldukça etkileyicidir. Süleyman Nazif üzerinden toplumun değişen ve kaybolan değer yargılarını, nesiller arası uçurumları ve bunların meydana getirdiği trajik hâlleri ustalıkla anlatır.

Paris’te kaldığı yıllarda öznel/izlenimci eleştirinin öncülerinden Anatole France ile tanıştığı bilinen Abdülhak Şinasi Hisar’ın, olgusal eleştirinin öncülerinden Sainte-Beuve ve Hippolyte Taine’den, onların eleştiride yazarın hayatını esas alan yönteminden de haberdar olduğu anlaşılıyor. “Paul Bourget’ye Dair Hatıralar” yazısında onun kitaplarından söz ederken, adını zikrettiği iki kitabının “bizde hâlâ numunesini görememiş olduğumuz vicdanlı ve canlı tenkit numunelerini ihtiva ettiğini” söylüyor. Sainte-Beuve ve Hippolyte Taine’den sonra Paul Bourget’nin “edebî tenkide getirdiği zenginlikten” bahsediyor ve eleştiri yönteminden ötürü Paul Bourget’ye yöneltilen eleştirilerin onun fikirlerinde büyük değişikliğe yol açtığını, bu bağlamda “tenkidin münhasıran ‘teknik’ olmasını istediğini” hatırlatıyor. Abdülhak Şinasi Hisar, Paul Bourget’nin fikirlerinden ve yazarlık prensiplerinden belli ölçüde etkilense de onun eserlerini eleştirmekten geri durmuyor ve “Paul Bourget’nin şiirsiz, halâvetsiz, ziyasız, helecansız bir üslûbu, bir nesri vardır ki, onu en büyük Fransız şairleri olan büyük Fransız naşirleri yanında saymamıza mâni oluyor. Bourget’nin hiçbir cümlesi gülmüyor, inlemiyor, haykırmıyor, ağlamıyor, vecde düşmüyor, raks etmiyordu. Hiçbir cümlesi bize derin bir musiki duyurmuyordu. Bu, onun cümlelerini sevmemize ve bir tanesini olsun hatırlamamıza mâni oluyor. / Edebiyat, bilhassa bir üslûp işi, bir üslûp meselesidir.” diyor. Böylece kendi eleştiri anlayışını ve bunda üslûbun rolünü ortaya koymuş olur. Ayrıca onun, burada olduğu gibi yazılarında sık sık kullandığı “canlı tenkit” tabiri son derece dikkat çekici ve önemlidir. Bunu eleştirinin misyonu ve üslûbu bağlamında ele aldığımızda nasıl bir eleştiri sorusuna tam bir cevap vermiş oluruz.

Abdülhak Şinasi Hisar, bu kitaptaki makalelerinden de anlaşılacağı gibi üzerinde yoğunlaşarak en çok Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Namık Kemal, Tevfik Fikret, Abdülhak Hamid, Pierre Loti ve Victor Hugo hakkında yazı yazar. Eleştiride ustalığını da en çok bu yazılarında gösterir.

Abdülhak Şinasi Hisar’ın, Kitaplar ve Muharrirler adı altında bir araya getirilen makalelerinin üçüncü cildinde (Romana Dair Bazı Hakikatler (1943-1963)) romana dair yazdığı yazılar ve söyleşileri yer alır. Roman anlayışı, devrindeki roman tartışmaları üzerine düşünce ve değerlendirmeleri bu kitaptaki yazıların eksenini oluşturur. Teori ağırlıklı bu yazılarda onun romana vukufiyeti, Batı romanına ve Türk edebiyatında roman tecrübesine dair sağlam bilgisi açıkça kendini belli eder. Hem roman teorisi hem de romanları orijinaldir ve o, yaptığı işi çok iyi bilen birisidir.

Abdülhak Şinasi Hisar’ın romanı, başta Ahmet Hamdi Tanpınar olmak üzere dönemin bütün edebiyatçılarını âdeta sarsar. Hiç kimse onun romanıyla ilgili içeriden ve derinlemesine yorum yapamaz. Türünden, denemelerinden, üslûbundan, hatıralarından vs. söz ederler sadece. Oysa Abdülhak Şinasi Hisar, romana dair serdettiği düşüncelerinden anlaşılacağı gibi yeni bir tarzın çıkışını yapmaya çalışmaktadır. Bunu yüksek edebî zevkine bağlasa da aslında varoluşla ilgili bir çıkıştır bu. Varoluşunu kendi yaşamışlığında ve zamanında arayan, çocukluğu varoluşun saf hâli gören bir çıkış… Yazarak var olma ve yazarak gerçeği, varoluşu yakalama gayreti… Yöntemi ise tecrübî ve ben merkezlidir. Doğrudan anlatmayı tercih eder ve dolaylı anlatıma itibar etmez. Bu yüzden edebiyatımızda romanının, o güne kadarki romanlar arasında bir benzeri yoktur. Belki kendisinin de önemsediği Aşk-ı Memnu (Halit Ziya Uşaklıgil), onun romanı için bir arka plân oluşturabilir. Fakat o, asıl Fransız romancı Marcel Proust’un sanat anlayışından etkilenir ve ondan aldığı ilhamla kendi görüşünü şekillendirir. Rüzgârından bir şekilde etkilenen Refik Halit Karay, Peyami Safa ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın denediği roman tarzı ise yine onun yükselttiği çıtanın altındadır. Dolayısıyla edebiyatımızda Abdülhak Şinasi Hisar’ın romanı; kurgusu, anlatımı ve üslûbuyla postmodern romana kadar etkisiz ve takipsiz kalır.

“Romancının Şahısları I ve II” ile “Romana Dair Bazı Hakikatler I ve II” yazıları, roman görüşünü yansıtması bakımından önemlidir. Ona göre roman, her şeyden önce bir sanat ve edebiyat eseridir. Sanat da “sanatkârların eserlerini yaratmak için duydukları fıtrî bir ihtiyacın mahsulüdür.” Bu yüzden “Hakikî romancı, romanını kendi kendinin bile idare edemediği, içinden gelen kuvvetlere uyarak yazmaya mahkûm olduğunu duyar ve böyle yazar.” Elbette “Her yiğidin bir yoğurt yiyişi olduğu gibi her romancının da bir roman yazışı vardır.” Ayrıca bir sanat eseri için “zaman” ve “üslûp” kavramları birinci derecede önemlidir. Sanatta zaman, “ebediyete kavuşmak isteyen ve cidden biraz karışan bir zamandır.” Üslûp ise “hariçten takılan bir süs değil, süsler değil, vücudun kendi güzelliğidir.”

“Romancı, sanatın kutsî vasıtasıyla âdeta kendi kendine söylenir gibi kırk yıllık dostu telâkki ettiği okuyucusuna hitap etmeye başlayınca dünyayı ve hayatı, olduklarını bildiği gibi tarif ve tasvir etmek ihtiyacını duyar. Eseri âdeta hakikati bulup ele geçirmek vazifesiyle yazdığı bir rapor gibidir. Esasında samimî, beşerî bir hakikat araştırması olan sanat, gördüklerini söyleye söyleye büyüdüğünü, duyduklarını anlata anlata derinleştiğini anlar. Ve bunun için de bildiklerinden ve düşündüklerinden kolay kolay çok şey saklayamaz ve kendine uzak diyarlardan gelen fuzulî tenkitlerin yabancılığını duyarak kolay kolay onlara kulak asamaz!” (Romancının Şahısları II) Öyleyse “Bir hakikati söyleyebilmek, onu ele geçirmek demektir.”

Romanı ise ana hatlarıyla ikiye ayırır. Birinci grup romanı macera, cinaî, vaka, tesadüf ve tefrika romanı olarak adlandırırken ikinci grup romana fikir, inkişaf ve tahlil romanı der. Üslûp meselesini ikinci grup roman bağlamında değerlendirir. Birinci grupta bir üslûp meselesi olmadığı kanaatindedir. “Üslûp, adî bir süs merakı değil, fikirlerle sözün, duygu ile ifadenin aralarındaki mahrem münasebetlerin uygunluğudur ve bütün edebiyatın vasıtası lisan olduğuna göre dilin doğruluğu, güzelliği, topluluğu ve ahengi demektir.”

İşte Abdülhak Şinasi Hisar’ın roman görüşünün özeti budur. Kendinden önceki yazarlar ve çağdaşlarının hiçbiri romana bu zaviyeden bakamaz. Onlar, romanın gayesini dışında/tesirinde ararken o, romanın kendi iç dinamiklerinde, yani onu meydana getiren ve sanat eseri yapan unsurlarda arar. Böylece sanat, sanatkârın eserini meydana getirmek için duyduğu fıtrî ihtiyacı karşılamış olur.

Abdülhak Şinasi Hisar’ın bu kitaptaki yazıları da son derece güçlü ve estetik bir üslûpla kaleme alınmıştır.

 

Biyografileri

Abdülhak Şinasi Hisar, hatıralara dayanan biyografik eserlerinden İstanbul ve Pierre Loti’de Fransız deniz subayı, seyyah ve romancı Pierre Loti’nin Osmanlı ve İslâm kültürüne hayranlığı, İstanbul sevgisi, İstanbul’a dair hatıraları ve bıraktığı etki ile kara günlerimizde dostluğunu anlatır.

Asıl adı Louis Marie Julien Viaud olan Pierre Loti (1850-1923), bir subay ve ataşe olarak birçok kez Selânik ve İstanbul’a gelmiş, bu gelişlerinde uzun süre İstanbul’da yaşamış, Osmanlı hayat tarzı ve İstanbul’dan büyülenmişçesine etkilenmiş, Anadolu’nun işgali sırasında Avrupa’ya karşı Türkiye’yi savunmuş, Türkiye’yi ikinci vatanı olarak görmüş Türk dostu bir yazardır. Romanlarında aşk, yalnızlık ve ölüm temalarını, görevi dolayısıyla gezip gördüğü çok sayıdaki Asya ve Afrika ülkelerinden edindiği bilgi ve tecrübelerin ışığında izlenimci bir anlayışla ele alır. Gezip gördüğü ülkeler ve şehirlerden en çok Türkiye’yi ve İstanbul’u sever. İlk romanı Aziyade (1879), Selânik’te tanıyıp âşık olduğu Hatice adlı Çerkez güzeli bir cariyenin hikâyesidir ve olay İstanbul’da geçer.

Pierre Loti Türkiye’yi sevdiği kadar Türkler de onu sever ve sahiplenir. Ancak dönemin bazı aydın ve yazarları onun hakkında olumlu düşüncelere sahip değildir. Abdülhak Şinasi Hisar ise onu gerçek bir Türk dostu kabul ettiği için sever ve eleştirenlere karşı savunur.

Abdülhak Şinasi Hisar, Pierre Loti’nin, Avrupa devletleri tarafından İtalya’nın Eylül 1911’de Trablusgarp’ı istilâsıyla başlayıp Balkan Harbi, Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale Savaşı, Anadolu’nun işgali, Sevr Antlaşması ve derken Millî Mücadele yıllarıyla son haddine ulaşan vatanımızı parçalama plânlarının yürürlüğe konulduğu o zor zamanlarda inkâr edilmek istenen haklarımızı nasıl müdafaa ettiğini, bu esnada hangi zorluklar ve tehditlerle karşılaştığını, bunları hangi düşünceyle yaptığını eserlerini bir bir zikrederek anlatırken, bütün bu olaylar karşısında Türk aydın ve yazarlarının içinde bulunduğu trajik hâli şu hazin cümlelerle ifade eder:

“Düşünüyorum ki, Edebiyat-ı Cedide zamanlarımızda üstat addettiğimiz muharrirlerden hiçbirinin eseri nihayet bir yabancının bu kitapları kadar sırf millî bakımdan bu kemiyet ve keyfiyette, bu kıratta, onunkilerle boy ölçüşecek bir eser teşkil etmiyor. Milliyetimiz ve memleketimizin hukuku, kendi müdafaamız ve kültürümüzün mahiyeti bakımından bu nispette bu kadar kıymetli eserlerimiz mevcut muydu? Denilebilir ki, bunların hepsi birden daha hiçbir muharririmize nasip olmuş değildir. Loti’nin ruhunun bir kısmı açıktan açığa bir şarklı olduğu görülüyor. Eserlerinin bir kısmıyla, âdeta kendisinin ikinci bir vatanını teşkil eden Türkiye’ye ait eserleriyle şarklı ve hatta kısmen Müslüman ruhuyla bu ikinci vatanını söylemiş, yazmış ve duyurmuş oluyor.”

Abdülhak Şinasi Hisar’ın, Pierre Loti’ye başta Türk dostu olduğu için derin bir sevgi ve saygı beslediği açıktır. Nasıl beslemesin ki? Kendimizi anlatacak ve haklarımızı savunacak kimsenin olmadığı zamanlarda bu işi Pierre Loti yükleniyor. Abdülhak Şinasi Hisar, önce olaya buradan bakıyor. Sonra da hatıralarına değer veren bir yazar olduğu için onu önemsiyor, üslûbunu ve tarzını kendine yakın buluyor. Elbette onun, Pierre Loti’ye karşı nesnel olması ve ona eleştirel yaklaşması beklenmemelidir. Buna rağmen o, yazılarında onun bazı bilgi yanlışlarını düzeltmekten geri kalmamıştır. Fakat Pierre Loti’ye, mutaassıp addedilen ve bu yüzden Türk inkılâbına uymayan fikirlerinden dolayı tepki gösterilmesini; bazı yazarların, onun geçmiş zamanlardaki hayatımızı sevmekle bizimle eğlendiğini sanmalarını; yine bazı yazarların, halkın Pierre Loti’yi sevmesini bir “hastalık” olarak görmesini ve bizim için yaptıklarına ve hatırasına karşı vefasızlığı anlamsız bulur ve buna üzülür.

Hatıralara dayanan biyografik eserlerinden Yahya Kemal’e Veda’da şairin Paris’te geçen gençlik zamanlarını, Türk Ocağı’ndaki yerini, şiir ve tarih görüşünü, şiir ve nesirlerini değerlendirir. Uzun ve muhkem cümleleri, güçlü ifade ve üslûbu sayesinde sayfalarla anlatılabilecek konuları özlü ve etkileyici bir şekilde bir iki paragrafta özetler. Meselâ Yahya Kemal’in durduğu yeri bir paragrafta anlatırken, “Yahya Kemal tam da budur.” dedirtir:

“Yahya Kemal, bizim neslimizin her genci gibi muasır Fransız şiirini bir öncü olarak okuyordu. Ancak Fransız şiirinde bir manzume, bir kıta, bir beyit yahut bir mısraın cazibesine kapıldığı zaman, kendi içindeki o hiç göz yummayan sabit bakışlı sanatkâr hiç şüphesiz bu şivenin, bu nüktenin Türkçede nasıl eda edilebileceğini düşünüyordu. Ve Yahya Kemal’in muasırları olan gençlerden belki ayrıldığı ve onlara muhakkak üstün kaldığı esaslı nokta bu idi. Denilebilir ki Yahya Kemal, İstanbul’a döndükten sonra bizim millî havamız içinde Avrupa’yı bir an unutmamış olduğu gibi, Paris’te bu dokuz senelik ihtiraslı hayatı içinde de Türkiye’yi, Türkçeyi ve Türklüğü bir an unutmuş değildir. İşte bunun için bize hem en millî hem en Avrupakârî şiirleri o vermiştir.”

Yahya Kemal’i yazarken edebiyatımızda eleştirmenin yokluğunu hisseder: “Edebiyatımızın büyük bir noksanı nesillerden beridir büyük bir edebiyat münekkidimizin yetişmemiş olmasıdır.” der. Hemen hemen aynı yıllarda aynı düşünceyi benzer ifadelerle Ahmet Hamdi Tanpınar da dile getirir. Bu iki yazar, yokluğunu hissettikleri şeyi kendileri yapmaya çalışır. Edebiyatımızda edebî tür olarak eleştiri böyle gelişir.

Abdülhak Şinasi Hisar’ın eleştiriye örnek teşkil eden en özgün ve önemli eseri Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı adlı eseridir. Eleştiri tarzını ve üslûbunu en doğal hâliyle bu eseri yansıtır. Burada önce yazarın eserinin doğru anlaşılması için önem arz eden hayatından kesitleri kendi hatıralarıyla mezcederek bir kişilik tahlili yapar. Sonra eseriyle hayatı arasındaki ince ve mahrem ilişkiyi keşfeder ve onu misalleriyle gösterir. Ardından eserin dilini ve temasını zamanın geçerli ve moda olan dili ve fikirleriyle karşılaştırır. Hükmünü ve tercihini yazardan yana ortaya koyarken eleştiri kabiliyetini ve üslûp hünerini sergiler. Böylece okuyucu, konu edilen/değerlendirilen yazarı ve eserini hissederek, yaşayarak ve biraz da benimseyerek okur. Neticede maksat hâsıl olur; edebî zevkle yazılan kitap edebî zevkle okunur.

Geçmiş zamanların Bağdat’ı, Dicle Nehri kıyılarında geçen çocukluk yılları, akşam ve gecenin sessizliğinde bülbül sesleri, gökyüzünde ve nehrin sularında parıldayan ay, hayalinde çocukluk hatıraları ve annesi, derin ve iz bırakan hislerle geçmiş zaman hülyaları; şarap misali yıllandıkça kıymeti artan, uzaklaştıkça yakın hissedilen, şiirleştikçe ete kemiğe bürünen duygular ve duygulanmalar… İşte Abdülhak Şinasi Hisar’ın gözüyle Ahmet Haşim’in “Şi’r-i Kamer”i; bir şiirin ve bir şairin hikâyesi; bizim hikâyemiz…

Ahmet Haşim, bir gün Galatasaray Mektebindeyken edebiyat hocası Ahmet Hikmet’in (Müftüoğlu) şiire ilişkin “Bir şiir yazılmak için bir fikir düşünülüp mantıkî bir kanaat ifade edilirse bu yazı bir şiir olmazdı. Şiir ancak kullanılan güzel kelimelerin yardımıyla ve ahenkli kafiyelerin sayesinde tatlılaşarak mantığın haricinde bir eda ile hakikî bir şiir olabilirdi.” tarzında bir düşüncesinden son derece etkilenir. Şiir görüşünün ve tutumunun temelini bu düşünce oluşturur. “Şiirde Mana” başlığıyla önce Dergâh’ta neşrettiği (Numara: 8, 5 Ağustos 1337/1921) ve daha sonra küçük değişikliklerle şiir kitabı Piyale’nin (1926) önüne koyduğu “Şiir Hakkında Bazı Mülâhazalar” başlıklı manifesto gibi makalesindeki görüşlerinin ilham kaynağı burasıdır.

Yahya Kemal gibi Ahmet Haşim’i de şiirinden örnekler vererek eleştirmekten geri durmaz. Ahmet Haşim’in ise bu eleştirilere hak verdiğini söyler.

 

“Dalların zirvesindeyiz ancak,

Yarı yoldan ziyade yerden uzak,

Yarı yoldan ziyade maha yakın.

 

(Zaten sanıyorum ki bu şiir daha iyi duyulmak için:

 

Yarı yoldan ziyade maha yakın

Yarı yoldan ziyade yerden uzak!

 

tarzında olmalı idi.)”

Aynı şekilde:

“‘Bir taraf bahçe, bir tarafta dere’ mısraının aslı, belki ‘Bir taraf bahçe, bir taraf da dere’ olmalıydı.”

Ahmet Haşim’in nesri için düşüncesi şudur:

“Ahmet Haşim’in ince, zarif, nükteli, sanatlı, işlenmiş, kadife gibi yumuşak ve açılmış çiçekler gibi olgun nesrini meth için ne söylense belki az gelir. Ekseriyetle pek zeki ve bazen de için için müstehzi olan bu nesir, hakikaten ne güzeldir!”

Ahmet Haşim, devrinin ünlü zevatı gibi ülkesini terk edip yurt dışına gitmez. Diğer taraftan sözde milliyetçi ve vatansever değildir; “1914’te askere alınıyor, ihtiyat zabiti oluyor ve Çanakkale Muharebesine iştirak ediyor.”

Kitapta Ahmet Haşim’in hayatından kesitler anlattığı bölümlerde onun yaşadığı zorlukları ve şikâyetlerini aktarırken şöyle bir paragraf oldukça dikkat çekicidir:

“Esasen Ahmet Haşim’in gizli gururu, başkalarının kendisine acımalarına hiçbir zaman razı olmazdı. Bunun için bütün bu hisler kendisine pratik bir yardım yapılmasından ziyade hüzünlü bir düşünüş şeklinde tecelli ediyordu. Bunun için gizlice beklediği şey, belki de kendisinin şiir payesinin daha ziyade takdir olunması ve daha iyi anlaşılmış bulunması idi. Haşim, bilhassa şiirlerinin güzel mısralarının anlaşılmazlıkları karşısında isyan ediyordu.”

Burada şairin karakterini esastan ve ustaca tahlil eder. Yine şu paragrafta onun bir başka yönünü özünden yakalayıp aktarır:

“Ahmet Haşim’in öyle bir kafası vardı ki kendisine yapılmış bir iyiliği hazmedemez, zihninde büyütür, bunu yapmış olan adamın bundan birtakım ahkâm çıkaracağına hükmeder, kendi üzerinde bir velâyet hakkı duyacağını farz eder ve zihni böylece yavaş yavaş o adamın aleyhine harekete gelerek ve işleyerek eğer ona karşı istiklâlini ispat etmezse bir nevi himayenin hacaleti altında kalacağını sanır, nihayet günün birinde artık duramaz, yapılacak en müstacel iş olmak üzere gider, bu kendisine iyiliği dokunmuş olan adama çatardı. Ahmet Haşim hayatında böylece kendisine bir yardım etmek fırsatını bulmuş olan bütün insanlara, bu iyiliklerinin hatırası kendisinde daha silinmeden evvel hücum etmek mecburiyetini duymuş ve hücum etmiştir.”

Ahmet Haşim’in hastalığı ve son günlerini anlatırken ölüm gerçeğine farklı bir ayna tutar:

“Mektep arkadaşlığı, fikir ve his yakınlığı, insanlar arasında bir nevi akrabalık tesisi ediyor. İnsan tanıdıklarını değil yalnız yabancıların ölümünü işitse, ölümü belki bir türlü tahayyül edip anlayamayacaktı. Çünkü tabiat ölümü sanki bize göstermiyor, saklıyor gibidir. Onu ancak yakınımızdan, kendi neslimizden, kendi muhitimizden, hulâsa içimizden birini sarmaya başladığı vakit, ancak o zaman anlıyoruz ve görüyoruz ki her giden hayat, karışmış olduğu bütün hayatlardan birer parçasını da beraber sürükleyip götürüyor.”

Ahmet Haşim’den “Melâli anlamayan nesle aşina değiliz.” ve “Bize bir zevk-i tahattur kaldı / Bu sönen, gölgelenen dünyada!” gibi unutulmaz mısralar naklederken aslında onunla olan ruh akrabalığını anlatmış olur.

Dikkat çeken başka bir husus da Abdülhak Şinasi Hisar’ın Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı adlı eserinde Yahya Kemal’in, Yahya Kemal’e Veda adlı eserinde de Ahmet Haşim’in olmamasıdır. Oysa bu iki şair ve onların şiiri döneminde birlikte ve kıyaslanarak okunur ve değerlendirilirdi. Onun böyle yapmaktaki hassasiyeti ikisinden de vazgeçmemesi ve ikisini hem ayrı hem de birlikte çok sevmesiydi. Yani birini diğerine feda etmeden anlatmaya çalışmıştır.

Konumuz bağlamında son olarak şunu da söylemek gerekir: Yahya Kemal’in şiirde Ahmet Haşim’den üstte olduğu fikri nasıl ezbere dayalı bir yanılsamaysa, yine onun nesirde çağının öncüsü olduğu fikri de aynen öyle ezbere dayalı bir yanılsamadır. Modern Türk şiirinin XX. yüzyıldaki gerçek öncüsü önce Ahmet Haşim ve ardından onu takip etmeye çalışan Yahya Kemal’dir. Bunu, her iki şairi karşılaştırarak okuyanlar rahatlıkla görecektir. Modern Türk nesrinin XX. yüzyıldaki ilk öncüleri ise Abdülhak Şinasi Hisar ve Ahmet Haşim’dir. Yahya Kemal’in nesri Abdülhak Şinasi Hisar’ın nesrinin yanında kuru bir tekrar ve yer yer bir klişeden ibarettir. Nesirde Abdülhak Şinasi Hisar’ı asıl Ahmet Haşim’le kıyaslamak gerekir. O zaman Ahmet Haşim’de fikir ve ruhun, Abdülhak Şinasi Hisar’da ruh ve üslûbun öne çıktığı görülecektir. Bu da biri diğerini tamamlayan, biri diğerinden rol çalmayan bir husustur. Şiirde ve nesirde Yahya Kemal ezberi, onun aristokratlığından kaynaklanmaktadır. Yani eserine verilen değer ve gösterilen ilgi daha çok şahsıyla alâkalıdır.

Geçmiş Zaman Edipleri, Abdülhak Şinasi Hisar’ın yakından tanıdığı bazı yazarlar hakkında hatıralarından hareketle kaleme aldığı deneme, hatıra ve portre türü yazılarından oluşmaktadır. Bu kitapta toplanan yazılarında anlattığı kişilerin hayatlarını ve psikolojik hâllerini trajik ve etkileyici bir üslûpla hikâye eder. Hatıralarını yâd ederken onların hayatlardan ve eserlerden geriye kalanlara bakar ve acı gerçeği usulünce dile getirir. Bu metinlerde eleştirel değil, betimleyici bir üslûp ağırlık kazanır.

Geçmiş Zaman Edipleri’nde çok ilginç yazılar vardır. Meselâ “Halit Raşit” bunlardan biridir. Abdülhak Şinasi Hisar, bir gün Paris’teyken tanıdığı Halit Raşit adlı biraz şair ve sosyalist bir Türk gencinin Rus sevgilisiyle/metresiyle birlikte yaşadığı fakir talebe odasına gider. Orada gördüğü ve sonradan 1917 Ekim Devriminin önderi olan SSCB’nin kurucusu Vladimir İlyiç Lenin’le karşılaşmasını anlatır. Anlaşılan sürgündeki Rus muhalifler, Halit Raşit’in odasında toplanmışlardır.

“Esvapları siyah ve yüzleri sarı birçok genç sakallı Ruslar, burada matemli edalarla oturmuşlar, belki başlıca gıdalarını teşkil eden çay içiyorlardı. Biraz konuştuk. Bu hava benim ruhumu sıkıyordu. İhtimal ki bu fakir, sarı ve siyah odanın loşluğunda, mahrumiyetten kısılmış ve bitkin bir sesle konuşan ve birbirine benzeyen (zira bir hayat ve mukadderatın adamları hep birbirini andırırlar) ve âdeta birer tarik-i dünyaya dönmüş olarak çay içenlerden biri, sonraları bir kısım beşeriyetin talihini ve bir kısım dünyanın yüzünü değiştirecek olan insanlardan biri idi: Lenin!… Ve belki böylece ben, haberim olmadan o gün kendisiyle bir müddet beraber bulunmuşumdur. Zira Lenin’in, o senelerde Paris’te gayet mütevazı bir hayat geçirdiğini ve Closerie des Lilas kahvesine bir iki kere bu çiftle birlikte gitmiş olduğunu sonradan işittim. Belki bu tarih, daha sonraki bir zamana tesadüf eder. Fakat böyle olmasa da şimdi milyonlarca zihni dolduran bu isim, vakitsizken, yani daha hiçbir mana ifade etmediği zamanlar kulaklara değse de hafızaya bir şey söylemediği için hatırda kalamazdı.”

Müthiş bir tasvir ve anlatım; sözünü ettiği kişiyi hem görüyor hem görmezden geliyor, hem gücünü ve büyüklüğünü takdir ediyor hem geçmişini ve zayıflığını gösteriyor. Neticede hayata, hayatın garip cilvelerine ve mukadderata teslim oluyor, hatıralarını anlatarak/yazarak o günleri tekrar tekrar yaşıyor ve yaşadıklarını bize de hissettiriyor.

Geçmiş Zaman Edipleri’nde insan ve aile ilişkileri, söylentiler, malûmat, çevre, durumlar, karakter tahlilleri, hatıralar ve yazarlık hikâyeleri büyük bir itinayla, geçmiş zaman diliyle ve bir üstat üslûbuyla anlatılır. Geniş açılı eleştirel bir ruh fotoğrafı çekilir. Bu fotoğraf içinde isteyen herkes kendine bir yer bulabilir.

Genç kuşaktan çok sevdiği ve kendi tarzına yakın bulduğu/gördüğü Ziya Osman Saba’nın ölümü üzerine yazdığı yazının son paragrafı, şairin ve eserinin veciz bir tahlilidir. Anlatımıyla şairi hissettiren ve eserinin hükmünü ortaya koyan bir değerlendirme örneğidir:

“Ziya Osman Saba, yavaş yavaş, zaman ile tesis etmiş bulunduğu ve muhit ve iklim içinde samimî sanatının hudutlarını taşmayarak, şiirleriyle hep ruhunun duygularını yazmak, hep çocukluk hislerini duyurmak, hep bir aile evinin hatıralarını söylemiş ve hep ölüleri yâd etmiş oluyor. Bazen de Tanrı’sına, manevî duygularını aşan hitaplara eriyor. Hep aynı gündelik kelimelerin yardımıyla, hiç adileştirmediği diliyle, şiirlerinde ne kahramanlık menkıbeleri söylenilmekte ne de aşk ilâhesinin çektirdiği buhranların uzun ilâhileri duyulmaktadır. Kendisi o kadar mazbut ve mütevazı görünür ki, ömrünün sıyanet melekleri olan samimiyet ve ciddiyet sayesinde şiirin duymadığı ve ruhunun inanmadığı mübalâğalara hiçbir zaman sapmamıştır.”

 

Deneme, Roman ve Diğer Eserleri

Abdülhak Şinasi Hisar’ın üslûpçuluğu, hiç şüphe yok ki Boğaziçi Mehtapları, Boğaziçi Yalıları ve Geçmiş Zaman Köşkleri adlı deneme kitaplarıyla zirve yapar. Şiirsel anlatımın hâkim olduğu bu kitaplardaki yazılarında mekân ve eşyalar ile insan ve varlıkları geçmiş zaman üzerinden anlatırken gerçekle hayalin, madde ile aşkın olanın iç içe girdiği bir hayat tasavvur eder. Bu tasavvur, nostaljiden çok bir tekliftir. Gündelik olanı yeterli görmeyen, asalet ve sürekliliği arayan ve tercih eden bir teklif. Bu yazılarında ahenk ve güzelliğin hâkim olduğu bir anlatımı vardır. Üslûpçuluğu esas olarak kendini bunlarda gösterir. Bu tür yazılarını yaşayarak ve hissederek okursunuz. Anlatımında hatırladıklarıyla hayal ettikleri birbirini tamamlar. Bazen geçmişte olanı görmek istediği gibi, bazen de hayalî olanı yaşanmış gibi anlatır. Böylece zaman kavramını geçmiş zaman üzerinden sürekli hâle getirir:

“Zaman dediğimiz ve kendine mahsus bir cismi olmayan o evveli ve ucu bulunmaz mesafe içinde bütün günlerimizin bir dünü ve sonuncusundan maadasının da bir yarını vardır. Fakat zaman dünü bugünden, bugünü yarından ayıramaz. Çünkü o hep devam eden bir şeydir. Geçen ancak biziz ve her şeydir. Zaman birdir ve ebediyettir. Biz yaşadığımız zamanı ancak kendimize göre mazi, hâl ve ati diye üç kısma ayırıyoruz. Fakat zamanın böyle bölünmesi keyfîdir. Zamanı maziden ayıran hiçbir fasıla yoktur. Mademki geçen bir zaman yoktur; her ‘zaman’ bir mazi olmuştur ve yine maziye dönecektir. Mademki her hâl ve her istikbal de atide bir mazi olacaktır. Mademki her neslin de bir mazisi vardır. Fakat bu, bir ve aynı değildir. Zaman içinde mazi diye muayyen bir devre verilecek bir isim, bir zaman parçası yoktur. Evvelki gün geçmiş neslin ati dediğine biz bugün mazi diyoruz. O neslin mazisi, hâli ve atisi bizim için hep birden mazi olmuştur. Kendi içimizde hâlâ yaşadığını duyduğumuz bir zaman parçası da bizim için hâlâ yaşadığımız bir hâl demektir.” (Boğaziçi Mehtapları)

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “mazi seyahatnamesi” dediği, kendisinin de eserleri arasında en çok beğendiği ve âdeta “mısra-ı berceste”si kabul ettiği Boğaziçi Mehtapları’nda çocukluğunun Boğaziçi’ndeki mehtap sefalarını ve buradaki musiki fasıllarını bütün ayrıntılarıyla tasvir ederek anlatır. Kitabın son bölümü olan “Hatırlayış”taki zaman tasavvuru ve bu tasavvurun içinden hatıralara bakışı gerçekten çok özeldir. Bu bölümdeki yazılarında kendince bir zaman ve hayat felsefesi vardır. Zaman içinde hatıraya dönüşmüş hayatların ebedîliği ve mazi cenneti…

“Hemen hiç kimse zamanın kendine mahsus çerçevesi içinde kalmaya razı olmaz. Hâl içinde yaşayanların bir kısmı istikbale vurgun, bir kısmı da maziye âşıktır. Gençlerin çoğu tahayyül ettikleri bir atide ve yaşlıların çoğu daha emin olarak hatırladıkları bir geçmişte yaşarlar. En güzel zamanımız ya hayalimizde atiyi kurduğumuz ya hafızamızda maziye konduğumuz zamandır. Hemen herkes, uzun müddet umduğuna göre geleceğini sandığı bir zamanı kolladıktan sonra yavaş yavaş kendi gençliğinde geçmiş olan zamanları aramağa koyulur.”

Elbette geçmiş zamanın geri gelmeyeceğinin farkındadır. Ancak bu geçmişin inkârı anlamına gelmemelidir. Zira geçmişin inkârı başka ve çok tehlikeli bir durumdur. Bu sebeple geçmişe yüklediği anlama bir de buradan bakmak gerekir:

“Geçmiş bir zamanı diriltmek, kendi gençlik çağımızı tekrar etmek gibi tamamen imkânsızdır. Fakat insanın da, milletin de sağlam temelleri bu tekrar dirilmesine imkân olmayan geçmiş zamanlarıdır. Milliyetçilik muarızları en evvel millî maziyi unutturmak isterler. Bir millete yapılabilecek sinsi ve en şeytanî hücum onun vicdanından mazisini almak, hafızasında mazisini yok etmektir. Bundan mahrum edilen bir millet en emin kuvvetini kaybetmiş olur. Bize saldıran düşman daima topraklarımıza ve ölülerimize hücum eder. Zira biz, o topraklarla o ölülerin mahsulleri ve devamlarıyız.”

Boğaziçi Yalıları’nda Boğaziçi’ndeki yalıları çocukluk hatıralarının ışığında ele alır ve onları dolduran eşya ve insanları anlatır. Geçmiş Zaman Köşkleri’nde İstanbul’un eski köşklerindeki insanları, hayatları ve güzellikleri anlatarak kaybolmuş çocukluk günlerini yâd eder. İnsanlar, mekânlar, tabiat, eşyalar, hayatlar, ilişkiler, değerler, incelikler ve zevklerin birbiriyle uyumunu zengin anlatım ve üslûbuyla ebedîleştirirken bir “Boğaziçi Medeniyeti” anlayışı tasavvur eder. Maddî, manevî ve kültürel unsurlarıyla, incelik ve güzellikleriyle uyum içinde birlikte yaşama zevk ve kültürü demek olan bu medeniyet anlayışı, aynı zamanda Batıyı taklit eden yeni hayat tarzına ve telâkkilerine alttan alta ince bir eleştiridir.

Abdülhak Şinasi Hisar’ın romanları da deneme, hikâye ve roman karışımı kendine özgü özellikleri olan anlatılardır. O güne kadar alışılmış roman tekniklerinin dışında yeni ve orijinal bir teknik kullandığı romanlarında, erken dönem postmodern romanın izleri görülür. Fahim Bey ve Biz, 1942’de CHP Hikâye ve Roman Mükâfatında üçüncülük kazanır. Bu romanında Fahim Beyin şahsında hayatı boyunca başta kendinden olmak üzere insanlardan ve hayatın gerçeklerinden kaçan, daha çok hayal âleminde yaşayan bir insanın hayatı çevresindekilerle birlikte hikâye edilir. Çamlıca’daki Eniştemiz’de bazen akıllı geçinen birçok insandan daha akıllı, bazen de dengesiz bir tip olan “deli enişte” üzerinden çocukluk hatıralarındaki toplum hayatını ele alır. Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği’nde aileden kalan mirası alafrangalık yolunda zevk ve sefa içinde tüketen, sonra da Çamlıca’da harap bir evde açtığı tekkede fakir bir Bektaşî şeyhi rolü yaparken çıldırarak ölen Ali Nizamî Beyin iki dünyaya (alafranga-alaturka) ait çelişkili hayatını konu edinir.

Abdülhak Şinasi Hisar’ın roman üçlemesinde (triloji) geçmiş zaman kipiyle anlatmaya çalıştığı kendinden, insanlardan ve hayatın gerçeklerinden kaçan ve hayal âleminde yaşayan insan tipi, güzellikleriyle eski toplum hayatı ve eski ile yeni hayat tarzının çelişki ve çıkmazları; esasında yeni insan tipi, yeni toplum anlayışı ve yeni hayat tarzına karşı içinde sakladığı eleştirel tavrıdır. Tabiî bunu kendi üslûbuyla ve dolaylı olarak yapar. Biz, onun romanlarından Batıyı taklit eden yeni hayat tarzından hazzetmediğini, ona karşı köklü eleştirilerinin olduğunu anlarız.

Yazarlığı; makale, biyografi, deneme ve romanlarının dışındaki diğer eserlerinde de aynı minval üzere devam eder. Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde, “yalnız aşka ve onun akrabası hislere dair” aruz vezniyle yazılmış çeşitli şairlerin mısra ve beyitlerden oluşan bir güldestedir. Onun ince zevkini yansıtan bu seçki, aynı zamanda yeni şiire karşı bir tavır, dolaylı bir eleştiri sayılabilir. Çünkü her tercih bir tavırdır.

Geçmiş Zaman Fıkraları da XIX. yüzyılda yaşamış ve tarihe mal olmuş bazı şahsiyetlere ait hatıra, fıkra ve anekdotlardan oluşan bir güldestedir. İçerdiği konular ve taşıdığı ortak özellikler, seçkinin büyük bir dikkatle derlendiğini göstermektedir. Güldüren, düşündüren, eleştiren, yol gösteren, en önemlisi de insana ve topluma çok yönlü ayna tutan bu hikâyecikler, yazarın bir çeşit dolaylı eleştiri araçları gibidir. Yani bu eseri, onun mizahî üslûbundaki eleştiri damarını yansıtmaktadır. Yazar, sanki söylemek istediği bazı şeyleri bunlar vasıtasıyla söylemeye çalışmaktadır.

Türk Müzeciliği adıyla derlenen yazıları ise Abdülhak Şinasi Hisar’ın pek bilinmeyen bir yönünü ortaya koyar. Kültür varlıklarının korunup yaşatılması, yeni nesillerin geçmişle sağlam ve sağlıklı bağlar kurmasında bunların rolü, bu konuda kurumsallaşmanın önemi; müze kültürü, müzelerimiz ve zamanındaki müze projelerinin hayata geçirilmesi için duyduğu heyecan onun ne büyük bir millî kültür davası sahibi olduğunu gösterir. Bu defa geçmişte değil, gelecekte yaşamaktadır. Konumuz açısından bu yazılarındaki yapıcı rolü ve kuşatıcı üslûbu dikkat çekicidir.

 

Sonuç

Türk edebiyatında modern anlamda eleştirinin öncülerinden biri Abdülhak Şinasi Hisar’dır. O, kitaplar ve yazarlar üzerine yazdığı makaleleri, hatıralara dayanan biyografik eserleri, deneme ve hatta romanlarıyla eleştiride üslûbun önemini hissettiren ilk yazarlardan biridir. Abdülhak Şinasi Hisar’ın eleştiriye kazandırdığı üslûp hassasiyeti, bunun yanında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ona kattığı fikrî derinlik ve nihayet Hüseyin Cöntürk’ün getirdiği yöntem ciddiyeti sağlıklı bir eleştiri için birbirini tamamlayan üç temel unsurdur. Günümüzde edebiyatın bu üç temel unsuru birleştiren güçlü eleştirmenlere ihtiyacı vardır. Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Hüseyin Cöntürk’ün eleştiri adına ortaya koyduğu birikim ve tecrübe, günümüz eleştirmenlerine yol göstermeye devam etmektedir.

Son olarak bir hususa daha dikkat çekmek gerekiyor: Modern Türk edebiyatında eleştirinin kurucusu bu üç şahsiyetin; Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Hüseyin Cöntürk’ün birbirine benzeyen şaşırtıcı ve ilginç bir kader çizgisi vardır: (1) Her üçü de bekârdır. Bir evlilik hayatları olmamıştır. Bir yuva kuramamışlar, çoluk çocuk sahibi olamamışlardır. (2) Her üçü de dine ve dinî hayata karşı oldukça mesafelidir. Herhangi bir dinî inançlarının olup olmadığı meçhuldür. Bu konuda hayatlarının sonuna doğru büründükleri yalnızlık kaynaklı ve ölüm korkusunun sebep olduğu öte dünyanın varlığına inanır gibi görünen ve kısmen dinî sayılabilecek tavırları yanıltıcı olmamalıdır. Bunlar, yolun sonunu iyice hisseden ama bir adım atma cesareti de olmayan insanların çelişkili, ikircikli ve çaresiz hâlleridir. (3) Her üçü de öncü nitelikte bir iş yapmış olmalarına rağmen yapılan işi omuzlamada öncü olmayı başaramamış ve bir hareket oluşturamamışlardır. Anlaşılmaz bir cesaretsizlikleri, anlamsız bir ürkeklikleri ve tarifsiz bir yalnızlıkları vardır. Bu yüzden her üçünün yaptıklarının önemi yaşarken pek anlaşılmamış, ölümlerinden sonra ise âdeta yeniden keşfedilmişlerdir. Sanki eleştirimiz de böyle bir kaderi tevarüs etmiş gibidir! Filizlenmeye başladığı tarihten günümüze dek bir buçuk asra yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen yetkin ve cesur bir temsilci bulamamış, güçlü ve etkin bir hareket oluşturamamıştır. Kim bilir belki de bunun doğum sancısını çekmektedir.

 

KAYNAKÇA

Sermet Sami Uysal, Abdülhak Şinasi Hisar, Sermet Matbaası, 1961.

Necmettin Turinay, Abdülhak Şinasi Hisar, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1993.

Abdülhak Şinasi Hisar, Kitaplar ve Muharrirler I / Mütareke Dönemi Edebiyatı, Yapı Kredi Yayınları, 2008; Kitaplar ve Muharrirler II / Edebiyat Üzerine Makaleler (1928-1936), Yapı Kredi Yayınları, 2009; Kitaplar ve Muharrirler III / Romana Dair Bazı Hakikatler (1943-1963), Yapı Kredi Yayınları, 2009; İstanbul ve Pierre Loti, Yapı Kredi Yayınları, 2005; Yahya Kemal’e Veda, Yapı Kredi Yayınları, 2006; Ahmet Haşim: Şiiri ve Hayatı, Yapı Kredi Yayınları, 2006; Geçmiş Zaman Edipleri, Yapı Kredi Yayınları, 2013; Boğaziçi Mehtapları, Sebil Yayınevi, 1995; Boğaziçi Yalıları, Yapı Kredi Yayınları, 2006; Geçmiş Zaman Köşkleri, Yapı Kredi Yayınları, 2006; Fahim Bey ve Biz, Varlık Yayınları, 1966; Çamlıca’daki Eniştemiz, Yapı Kredi Yayınları, 2005; Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği, Yapı Kredi Yayınları, 2005; Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde, Yapı Kredi Yayınları, 2006; Geçmiş Zaman Fıkraları, Yapı Kredi Yayınları, 2006; Türk Müzeciliği, Yapı Kredi Yayınları, 2010.

Mehmet Erdoğan

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir