Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Mart 29, 2024

Mehmet Tülüce: Şehir Nüfusunu Kırsala Döndürmemiz Lazım

“Ülkemizde üretilen tahılın 16-17 milyon tonu kapalı besiciliğe gidiyor. Şu an Türkiye’de üretileni hayvana yedirmezsek 80 milyonu değil 200-300 milyonu besleyebiliriz.” diyen Mehmet Tülüce, Türkiye’nin tarımsal hasılada Avrupa’da birinci, dünyada sekizinci olduğunu hatırlatıyor. “Modern tarımda Türkiye en iyisini yapıyor” diyen Tülüce, teknolojinin getirdiği masrafların ve maliyetler kazancı düşürdüğüne dikkat çekiyor. Bunu aşmak için ise nüfusu şehirlerde seyreltip kırsal kesime döndürmeyi ve orada insanlara doğal tarım yöntemlerini öğretmeyi teklif ediyor.

Tarımla, toprakla ne zamandan beri ilgileniyorsunuz? 

Osmaniyeli çiftçi bir ailenin çocuğuyum. Üniversiteden sonra tekstil işine girdim. Ama tarımla irtibatım aile kaynaklı olduğu için hiç kesilmedi. En son Kırklareli Pınarhisar’da küçükbaş koyun, keçi ve gezen tavuk üzerine bir yer aldık. Yedi sekiz yıldır orası ile ilgileniyorum. Aynı zamanda Osmaniye’de zeytin, nar, kayısı bahçelerim var. İki yıldır doğal tarım üzerine kendi çabalarımla bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Bu sene aldığım kararla tamamen doğal tarıma yöneldim ve bu konuda arkadaşlara yardımcı oluyorum.

Doğal tarımla ilgili çalışmalar yaptığınızı söylediniz. Kaç tür tarım yapılıyor şu an?  

Üç çeşit tarım var. Biri monokültür dediğimiz tek tip ürünün yetiştirildiği yöntem. Mesela geniş bir arazide tek bir buğday, ayçiçeği veya pamuk türü yetiştirmek üzerine yoğunlaşmış, miktarı artırmaya yönelik ancak enerji girdisi oldukça yüksek, maliyetli, hasıla yüksek olsa da girdi ve çıktı arasında verimlilik açısından çok bir fark olmayan bir üretim biçimi. İkincisi organik tarım. Bu da monokültürün bir benzeri. Tek fark bir bölgedeki organik ürünü alıp bir başka yere taşıyorsunuz. Zirai ilaç ve kimyasal gübre kullanmıyorsunuz. Fakat bunun enerji girdisi monokültürde üretilenden fazla olduğu için fiyatlar ve maliyetler oldukça yüksek. Doğal tarım ise Japonya’da Masanobu Fukuoka’nın başlattığı bir akım. Ziraat ve bitki patolojisi üzerine eğitim veren bir öğretim üyesi Fukuoka. Fakat ziraat eğitiminin bir tuzak olduğunu fark ediyor. Babasının arazilerine dönüyor, bazı gözlemler yapıyor. Doğayı takip ediyor ve doğayı taklit etmeye başlıyor.

Fıtratı dikkate alıyor yani…  

Evet. Gözlemliyor ve diyor ki burada bir ziraat mühendisi yok. Su ya da başka bir şey istemiyor. Babasının bir portakal bahçesi var. Bu bahçeyi kendi haline bırakıyor. Fakat bahçe kuruyor. Çünkü babası o portakal bahçesini o hale getirene kadar sulamış, gübrelemiş, budamış. Kendi kendine büyümemiş o ağaçlar. Bakıma muhtaç şekilde yetiştirildikleri için bakılmadığında da ölüyor. En başından itibaren doğal tarım ilkelerine uygun büyütülmesi gerekiyor o ağaçların.

Nedir peki bu ilkeler? 

Doğal tarımda hiçbir şey yapmazsınız. Dört temel esası var. Araziyi sürmüyoruz, makinelerle işlemiyoruz, kimyasal ve organik gübre kullanmıyoruz, budama yapmıyoruz, -ben kimyasal ilaç demiyorum ona- zehir kullanmıyoruz. İlk insanlar da bir şey ekmiyorlardı. Sadece var olanı topluyorlar, avlıyorlardı. Kutsal kitaplara baktığımda ‘rızkınızı arayın’, ‘Ben size çeşit çeşit nimetler verdim’ diyor Yaradan. Biz aslında biraz da ilahlık taslıyoruz. ‘Biz daha iyisini yaparız’ diyoruz. Hayır, sen ot bile yaratamazsın. Bunu yaratan da sünnetullah dediğimiz bu doğal sistemi kuran da Allah. Bunun nasıl olacağının yasalarını da koymuş. Bu yüzden doğal tarım hiçbir şey yapmama tarımı.

Ama modern tarımla toprak da doğal özelliğini kaybetti. Bir şey yapmadan nasıl ürün alınacak?  

Bir şey yapmamaktan kastım doğanın dengesini bozacak müdahaleler. Bizim burada yapmamız gereken bozulan toprağı dört, beş, altı yıl destekleyerek kendi özüne döndürmek. Çünkü toprak çok kısa sürede kendini yenileyemiyor. Toprak zaten canlıların yaşadığı bir şey. Şu an ülkemizde topraklarımızın yüzde 60-70’i bitmiş durumda. Çölleşmiş. Hiçbir canlı, organizma yok. Bir dönümde bir ton solucan ve diğer canlılar yaşar ve hepsinin birer görevi vardır. Ama biz solucanları, mahlukatı öldürüyoruz. Solucan deyip geçmeyelim. Solucan toprağın içerisine işliyor, tüneller açıyor, yağmur yağdığında toprağın su alma kabiliyetini artırıyor, toprağı havalandırıyor, toprağa düşen yaprağı alıyor yiyor ve gübreye dönüştürüyor. Burada bir geri dönüşüm sistemi de var. İnsanoğlu ilahlık taslayarak ‘Ben var olandan daha iyisini yaparım. Daha fazla üretirim’ diyor. Daha fazla üreteceğim derken sistemi bozuyor. Bu da domino taşı gibi her şeyi etkiliyor. İnsan Allah’tan gelen her şeyi bozma çabası içerisinde. Din ve bilim de dahil buna.

Fazla üretmeyelim de bir yandan nüfus artıyor. Üretim artmazsa ne yiyecek bu insanlar?  

Önemli olan yediğiniz gıdanın miktarı değil besin değeri. Doğal ortamda, insan katkısı olmadan yetişen elma ile monokültür yöntemiyle yetiştirilmiş elmanın besin değeri arasında 10 kat fark var. Bununla ilgili 1950’de yapılmış besin değerleri araştırması var. Günümüzde de benzer araştırmalar yapılıyor. 10-15 kat fark var.

Bunun sebebi nedir?  

Siz bu ağaca yüzeyden gübre ve su veriyorsunuz. Yiyeceği, gübresi önünde niye zahmet edip de köklerini derine salsın? Verdiğiniz potasyum, fosfat bir de azot, topraktan da alabildiği kadar değerli elementleri alıyor. Ağacın kökleri ne kadar derine iner ve ne kadar geniş bir alana yayılırsa toprakta var olan elementleri de o kadar çok toplayabiliyor. Dengeli bir şekilde su alıyor. Yazın toprak 20-30 santime kadar kurur. Ağaç kök de salmadığı için sürekli sulamak zorundasınız. Başta sulayarak hata yapıyorsunuz. Ağaç doğal bir şekilde strese girmeli ve su bulmak için köklerini derine salmalı. Böylelikle o ağacın meyvesinde bütün besin değerleri bulunabilir. Kaldı ki monokültür ve doğal yöntemlerle yetiştirdiğimiz zaman verim farkı çok da büyük olmuyor. Ürün görüntüde büyüyor ama nitelik düşüyor.

Kendimizi kandırıyoruz yani…   

Şöyle bir örnek vereyim; kültür ırkı sığırlarımız var. Holstein 30-35 kilo et veriyor. Bir de yerli sığırlarımız var küçük cüsseli. Baktığınızda Holstein verimli bir hayvan gibi gelebilir. Cüssesi 600 kilo geliyor, öbürünün cüssesi 300 kilo. Biri 45 kilo öbürü onun yarısını yiyor. Yem sarfiyatı yarı yarıya düşüyor. Jersey 15 kilo süt veriyor fakat jerseyin süt kalitesi besin değeri yüksek. Burada bir şey daha var. Jersey meraya uygun, hastalıklara dirençli. Ben Jersey cinsinin sütünden peynir yaptığımda beş kilo sütten bir kilo peynir çıkıyor. Ama 8-9 kilo Holstein sütünden bir kilo peynir yapabiliyorsunuz. Bu şu demek; Holstein süte su katıyor. Hangisi kârlı? Biri onun yediğinin yarısını yiyor ama süt kalitesi yüzde 40 daha fazla. Doğal tarım ve hayvancılığı da aynı mantıkla düşündüğümüz zaman verimlilik doğal hayvancılık ve tarımda daha yüksek ve besin değeri arttığı için beslenme sorunumuz kalmıyor.

Üretim açısından kendimize yetebiliyor muyuz? 

Dünyadaki tarım alanlarının yüzde 20’si insanlara, yüzde 70’i hayvanlara yüzde 10’u da endüstriyel ürünlere ayrılmış durumda. O halde beslenme sorunu nereden çıkıyor? Modern tarımla üretimi yüzde 20-25 artırmışsınız ama mevcut alanın yüzde 70’den fazlası zaten beslenme dışında şeyler için kullanılıyor. Dağda otlayan hayvanları getirip ahıra soktunuz. İhtiyaçlarını doğadan karşılamaları gerekirken siz bunları yeme bağımlı hale getirdiniz. Türkiye’de 36 milyon ton tahıl üretimi var. Bunun 20 milyon tonu buğday, 6-7 milyonu arpa, 6-7 milyon tonu mısır, bir milyon tona yakın pirinç, biraz yulaf filan. Bu 36 milyon tonun 16 milyon tonu unumuzda kullanılıyor. Türkiye’deki tahılın 16, 17 milyon tonu da kapalı besiciliğe gidiyor. Şu an Türkiye’de üretilen tahılı hayvana yedirmezsek 80 milyonu değil 200- 300 milyonu besleyebiliriz.

Türkiye’de tarım bitti deniliyor…

Hayır, hiç alakası yok. Türkiye’de 26 milyon hektar tarım arazisi var. Bunun yüzde 5’i imarlı alanda. Nadasa bırakılan, işlenmeyen arazilerimiz de var. Bizde problem şehirlinin ihtiyacını karşılamak. Modern tarımla modernizme geçip insanları şehirlere taşıdınız ve burada hiçbir üretim yapmıyor.

Bu kadar çok tüketen bir toplumda doğal tarıma dönmek mümkün mü?  

Hem de fazlasıyla. Doğal tarım üretim miktarını söylendiği gibi düşürmüyor. Biz ekmeği, yemeği israf ediyoruz. Köyde bu yok. Artan yemeği hayvanlara veriyorsunuz. O size süt, yumurta olarak geri geliyor. Kırsalda yaşadığınızda iş yerine gitmek için her gün yollarda bir saat enerji sarf etmiyorsunuz. Arabaya gerek yok. Bir ailenin ihtiyacını karşılamak için 3 dönüm arazi yeterli. Bu olduğu zaman tahıl, bakliyat, sebze ve meyve ihtiyacınızı fazlasıyla karşılıyorsunuz. Bunun yüzde 10-15’ini canlılara, kuşlara ayıracaksınız. Bir kısmını infak edeceksiniz. Bütün bu çalışma hayatı en temelde karnımızı doyurmak için değil mi? Ben bunu kırsalda fazlasıyla karşılıyorum. Geriye ne kalıyor?

PAHALILIĞIN ÇARESİ YERİNDE ÜRETİM VE TÜKETİM  

Tarım, üretim demişken soğanla başlayıp diğer sebzelere sirayet eden birkaç ay önce yaşadığımız fiyat artışının nedeni nedir?

Doğal tarım, doğal yaşam ve doğal çevreyle mümkün olur. Bir bütündür. Antalya’da üretip İstanbul’da satmak doğallığa aykırıdır. Yerinde üretim yerinde tüketim. Diğer türlüsü gıda doğal da olsa endüstriyele girer. Üreticiden hale giden ürün toptancıdan markete kadar dört el değiştirir ve üretimle hiçbir ilgisi olmayan lojistikle ile maliyet üzerine eklenir. Üstüne bir de İstanbul’a ulaşımda fosil yakıt kullanıyorsun. Çözüm için kent bahçeciliği ve kent çevresi tarımının gündeme getirilmesi gerekiyor. Üretici mahsulünü doğrudan şehirlere getirip bunu belediyelerin kuracağı köy marketlerinde satışa sunabilmeli. Antalya’dan bir liraya alınan ürün burada beş liraya satılıyorsa bu sistemle nakliye ve toptancı gibi aracılar olmadığında doğrudan üreticiden 2 liraya alınıp 3 liradan satılacak. Burada üretici ve tüketici kazanacak. İkincisi üreticiyle iş birliği yapılarak, doğal yöntemlerle üretim teşvik edilecek böylece insanlara geçimini sağlayacağı bir alan açılacak ve nüfus da şehrin çevresinde tutulacak.

Türkiye tarımsal hasılada Avrupa’da birinci, dünyada sekizinci. Son 15 yılda tarımsal hasılamız 98 milyon tondan 120 milyon tona çıktı. Tarım gerilemiş olsa bu 22-23 milyon ton hasıla nereden çıkacak? Üretimde artış var köylü üretiyor. Teknolojide eksiğimiz değil fazlamız var. Modern tarımda Türkiye en iyisini yapıyor.

KÖYDE ÇALIŞIP ÜRETMEYİ BİZ ZORLAŞTIRDIK

Her şeye kolay ve zahmetsizce ulaşmaya alışmış şehir insanı konforundan vazgeçebilir mi sizce? Nasıl bir model öneriyorsunuz?  

Doğal hayata döndüğünüzde her şeye çok kolay adapte olursunuz. Biz şu an sanal bir dünyada yaşıyoruz. Bunun farkında değiliz ve yapabilir miyiz diye düşünüyoruz. Biz de diyoruz ki yaparsınız. Doğayı gözlemleyin, oradaki gelişmeyi seyredin ve taklit edin. Bunun mümkün olduğunu göstermek için yapmamız gereken şu; ekolojik model köyler kurmamız lâzım. Bu köylerde ekolojik mimari ve geri dönüşüm mimarisine uygun evlerde doğal tarım, doğal hayvancılık yaparak bunun olabilirliğine örnek olacağız. Arazisi olan insanları köye çağıracağız. Köye dönüş köyde şehirli gibi yaşamak şeklinde olmayacak. Güneş ve rüzgârdan enerji elde edilecek. Köyde çalışıp üretmeyi biz zorlaştırdık traktörü, makineyi işin içine sokarak. Makineler olmadan doğal tarım yapabiliyoruz. Dört kişilik bir aileye bir yıllık 400 kilo buğday lâzım. Dört beş gün çalışarak bir yıllık buğday ihtiyacını karşılayacaksın. Formülümüz basit; sağabileceğin kadar hayvan, biçebileceğin kadar buğday, toplayabileceğin kadar meyve.

TOHUM MESELESİ POLİTİK AMAÇLA KULLANILIYOR

Tohum meselesinde tarımsal destekler içerisinde devlet diyor ki ‘Sertifikalı tohum kullanırsan ben sana tohumuna göre 10-15 lira destek vereceğim’. Bunu alıp ‘Devlet sertifikasız tohumu yasakladı’ diyorlar. Devlet yasaklamıyor. ‘Ben yine senin mazot, gübre desteğini vereceğim ama sertifikasız tohum kullanıyorsan sertifika desteği vermeyeceğim.’ dediği bu. Senin diploman yok diploma parası istiyorsun buna benziyor. Bu adil de olmaz zaten. Devlet şunu dese ‘Yok kardeşim sertifikasız tohum kullanırsan ben sana ne mazot ne gübre ne ürün desteği vermem’. O zaman ‘Bir dakika sen tohumcuların adamısın’ deriz. Sertifikalı tohum, hibrit tohum demek değil. Onların da standartları var. Diyor ki elenmiş, temizlenmiş, sertifikalı budur. Tohum konusunda dışarıya bağımlı değiliz, bir milyon tonun üzerinde tohum üretiyoruz. Yüzde 95’ini yerli karşılıyoruz. Yüzde 5 civarında dışarıdan tohum alıyoruz. Burada bir sorun yok. Politik amaçlarla kullanılan bir mesele bu.

MODERN TARIMDA MALİYETLER KAZANCI DÜŞÜRÜYOR

Türkiye tarımsal hasılada Avrupa’da birinci, dünyada sekizinci. Son 15 yılda tarımsal hasılamız 98 milyon tondan 120 milyon tona çıktı. Tarım gerilemiş olsa bu 22-23 milyon ton hasıla nereden çıkacak? Üretimde artış var köylü üretiyor. Teknolojide eksiğimiz değil fazlamız var. Modern tarımda Türkiye en iyisini yapıyor. Modern tarım yapan ülkelerin hepsinde aynı sıkıntı mevcut; teknolojinin getirdiği masraflar ve maliyetler kazancı düşürüyor. Japonya’da da aynı şikâyet var, Yunanistan’da, Fransa’da da. Bunu aşmamız için nüfusu şehirlerde seyreltip kırsal kesime döndürmemiz ve orada düşük enerjili doğal tarım yöntemlerini öğretmemiz lâzım. Az çalışarak mutlu, huzurlu bir şekilde vatandaşımızın sağlıklı bir şekilde beslenmesini sağlamak da mümkün.

İSRAİL’E, ALDIĞIMIZDAN ÇOK TOHUM SATIYORUz

GDO’lu ürünler hakkında ne düşünüyorsunuz?  

Genlerle oynamak riskli. Ürünün daha dayanıklı, hastalıklara karşı dirençli olması için müdahale ediliyor. Ama ortaya çıkanın ne olacağı belli değil. Bitkinin özelliğini değiştiriyorlar ve bunun insan üzerinde ne gibi sonuçlar doğuracağı tahmin edilemiyor. O yüzden genetiği ile oynanmış gıdalardan uzak durmak gerekiyor. Allah’ın bizim için yarattıkları ile yetinelim. Kendin buğdayın, sebzen sana yetiyor.

Ben GDO’lu olanlar dışında tohum konusunda o kadar takıntılı değilim. Tohum üç çeşittir. Bir defa ata tohumu diye bir şey yok. Atalık dediğimiz domates mesela bize 18. asırda geldi, patates ve patlıcan yine öyle dışarıdan geldi Anadolu’ya.

Standart tohum dediğimiz bir tür var. Atıyorsun buğdayı toprağa, seneye de aynı buğdayı ekiyorsun ve aynı mahsulü alıyorsun. Standart tohum yerel tohumdur. Mesela Siyez, Kastamonu buğdayı. Bu Kastamonu için yerel tohumdur. Kastamonu’daki o buğdayı Adana’da ekersem olmaz, aynı verimi ve besin değerlerini alamam. O toprağın, o iklimin tohumu.

Her iklimin kendine uygun bitkisi vardır. Bunun da bir hikmeti olduğu düşüncesindeyim. İkinci tür hibrit tohum. Bu, aşılama yani melezleme tohumdur. Bugün yediğimiz meyvelerin tamamı hibrit yani aşılıdır. Hibrit tohum ektiğinizde ya anneye ya babaya çeker. Ama hangisine çekeceğini bilemezsiniz ve istediğiniz sonucu alamayabilirsiniz. Dolayısıyla her yıl onu aşılamak zorunda kalırsınız. GDO da genleri ile oynanan tohumlardır. Türkiye’de GDO’lu tohum kullanımı yasak. Avrupa’da ve ABD’de serbest. Mısırın muhtemelen genetiği ile oynanmıştır diye düşünüyorum çünkü hiçbir melezleme ile bir mısırın 500 kilodan 2 tona çıkması mümkün değil. Hiçbir tohum çeşidinde üretim artışı çok yüksek değil.

Tohum konusunda İsrail’e bağımlı olduğumuz meselesi de şehir efsanesi. Türkiye tohum konusunda şu an artı durumda. Evet İsrail’den tohum alıyoruz ama biz onlara daha çok tohum satıyoruz. İthal ettiğimizden daha çok tohum ihraç ediyoruz.

Devletin bu konuda üç tane tohum bankası var. Vatandaşa bunu detaylı bir şekilde anlatmıyorlar. AK Parti’nin tarım politikaları ile ilgili eleştiriler aslında yapılanların doğru aktarılamamasından kaynaklanıyor.

GÜLCAN TEZCAN/Star

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir