Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Mart 28, 2024

Tek Ülkeye Bağımlılık Manevra Alanımızı Daraltıyor

Yıl 1964. Yunanistan ve Kıbrıslı Rumların devlet gücünü kullanarak Kıbrıslı Türklere soykırım uygulamaya başlamasından sonra Kıbrıs’ta yaşanan çatışmaların artması ve Rum tarafının silahlanma kararı alması üzerine 2 Haziran 1964’te Türk Hükümeti, Kıbrıs’a çıkarma yapma kararını açıklamış ve gerekli askeri hazırlıklara da başlamıştı.

Çıkarmada kullanılabilecek gemiler seferberliğe çağrılmış, paraşütler tek tek elden geçirilmiş, mevcut tüm silahlar, savaş uçakları ve özellikle de o dönemde Türkiye’nin silah üretimi yapmaması nedeni ile ABD hibesi tüm silahlar elden geçirilerek savaş hazırlıkları başlatılmıştı.

Biraz daha geçmişe gidelim. 1946’da imzalanan Türk-Amerikan Yardım Anlaşması (Marshall Planı) içinde yer alan askeri hibe programı uygulanırken özellikle Türkiye’deki uçak yapımı dahil tüm askeri araç gereç ve silah üreten tesislerin kapatılması şartı getirilmişti.[1]

Bu nedenle de 6 Ekim 1926’da Atatürk tarafından Kayseri’de kurulan uçak fabrikası 1952’de, uçak motoru imal fabrikası da 1954’te kapatıldı. Amerikan uçakları Türkiye’ye gelmeye başladıklarında, Türk yapımı ve İkinci Dünya Savaşı döneminde tahıl, hammadde ve ham maden karşılığında Almanya’dan gönderilen tüm mevcut uçaklar da o zamanki adı Kayseri Askeri Havalimanı olan, günümüz Kayseri Hava İkmal Bakım Merkez Komutanlığı arazisi içine gömülmüştü. Bu nedenle de Kıbrıs olaylarının başladığı 1963’te Türk Hava Kuvvetleri’nin bütün gücü de sadece ABD yapımı uçaklardan oluşmaktaydı.

 

Kasasından Tek Kuruş Döviz Çıkarmadan

27 Şubat 1946’da yapılan yardım anlaşmasıyla Türkiye sınırları dışında bulunan ve Amerika’nın işine yaramayan savaş artığı malzemeyi satın almak şartıyla Amerikan Hükümeti, on yıl vadeli 10 milyon dolar krediyi Türkiye Hükümeti’ne açmaktadır. Gerçekte Amerikan Hükümeti, Türkiye’ye para yerine on milyon dolarlık kullanılmış, savaş artığı tasfiye halinde malzeme verecektir. Ayrıca bu borçlanma için %2,3/8 faiz ödenecektir. Ve bu faiz dahil olmak üzere yıllık taksitlerin resmi kur üzerinden Türk Lirası olarak ödenmesini de ABD isteyebilecektir.

Merkez Bankası’na yatırılacak olan bu Türk Liralar, Birleşik Devletlerin arzusuna göre harsi, terbiyevi ve insani gayelere Amerika’nın Türkiye’deki masraflarıyla Türkiye’deki Amerikan memurlarının ücretlerinin ödenmesinde kullanılacaktır. Görülüyor ki Amerika, kendi ülkesinden bir kuruşluk döviz dahi çıkarmadan Türkiye’deki masraflarını Türk parasıyla ödeyebilecektir. Ayrıca satın alınan silahların mülkiyeti de ABD’ye ait olacak ve istediği koşullar içerisinde kullanılabilecektir.

1946’da Cumhurbaşkanlığı, 1964’te Başbakanlık koltuğunda İsmet İnönü oturmaktaydı. Kıbrıs harekâtı öncesinde Ankara’ya, ABD Başkanı Johnson’un mektubu ulaşır. Johnson, bu ünlü mektubunda Türkiye’yi tehdit etmekle kalmayıp 1946’da yapılan anlaşmayı hatırlatarak kullanılacak olan silahların mülkiyetinin ABD’ye ait olduğunu bildiriyordu. Bu nedenle Kıbrıs harekâtı gerçekleşmez ama Türkiye, bu mektuptan sonra kendi silahını, araç ve gereçlerini üretmeye başlar, günümüz de ise artık ihraç eden ülke konumuna yükselir.

 

Tek Ülkeye Bağımlılık Manevra Alanımızı Daraltmaktadır

Emekli Hava Tümgeneral Beyazıt Karataş, “F-35’ler performansa dayalı lojistik sisteme göre yönetilecek. Bu şu demek; 30 adet F-35 aldığımızı varsayalım. Diyelim ki 25 adetini faal tutmak istiyorsun bunu üretici firmaya söylemek zorundasın. Üretici firma senin 25 uçağını faal tutmak için kendi lojistik hesaplamasını yapıyor. Sorun şu, kendi milli lojistik sisteminin hesaplamasını yapamıyorsun, bunu üretici firmaya devrediyorsun. Bir değer tehlike de otomatik lojistik sistemi adı altında uygulanıyor.

Şöyle anlatalım; uçak normal bir şekilde uçarken arıza oluşuyor. Bu daha uçak yere inmeden üretici firmanın bilgisayarlarına düşüyor. İlgili firma arızalı parçayı yola çıkarmaya başlıyor. Kısaca performansa dayalı lojistik sistem ile artık milli bir planlaman olmayacak, otomatik lojistik sistem ile her türlü kontrol ABD’nin eline geçecek”[2] açıklamasında bulunurken dikkat edilmesi gereken noktanın ABD’ye askerî teknoloji olarak bağımlılığın azaltılması yönündedir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi tek bir ülkenin askerî teknolojisini kullanmak ileri de yaşanacak olan gelişmelerde manevra alanımızı daraltmakta hatta elimizi kolumuzu bağlamaktadır.

ABD’li yetkililer Türkiye’nin NATO müttefiki olarak S-400 almasına karşı çıkarken Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, NATO üyesi ülkelerin bazılarında S-300 sistemleri bulunduğunu hatırlatarak “Herhangi bir savunma sistemine sahip olmak NATO üyeliğiyle çelişmez. Ayrıca bu konularda söz söyleyecek olan kişi NATO Genel Sekreteridir” diye konuştu.

NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in egemen bir ülkenin istediği savunma sistemini istediği yerden alabileceğini açıkladığını söyleyen Çavuşoğlu, “NATO üyeliğiyle bizim aldığımız hava savunma sistemi arasında çelişki yok” ifadesini kullandı.[3] Anadolu Ajansı’na yapılan bu açıklamayı yine geçmiş zamana giderek anlamlandırmaya çalışalım.

 

Siyasi İçerik Taşıdığının Altı Çizilmeli

NATO Sözleşmesi’nin 3. Maddesi, üye devletler kendi aralarında yapacağı ikili anlaşmalarla herhangi bir saldırıya dayanma kuvvetinin sürdürülmesi ve arttırılması için birbirlerine karşılıklı yardımda bulunmaya istinaden anlaşmalar yapabilir, diyor. Bu madde gereğince biz de 23 Haziran 1954’te ABD ile Askeri Kolaylıklar Anlaşması imzalıyoruz. Anlaşmayla NATO’dan ayrı üs ve tesisler kurulmasına izin vermiş ve ek anlaşmalarla bu üs ve tesislerin denetimini tamamıyla ABD’ye bırakmış bulunuyoruz.

ABD, Orta Doğu’daki ilk askerî müdahalesini 15 Temmuz 1958’de Lübnan’a yaparken bu anlaşmanın temelindeki ek anlaşmalarla deniz piyadelerini indirmek için Balıkesir ve Adana hava meydanlarını kullanmışlar ve buralara iniş için Genelkurmay’dan izin almadıkları gibi haber de vermemişlerdir. Türkiye’de NATO tarafından yapılmış müşterek savunma tesislerinin hem mülkiyeti hem de kullanma hakkı Türkiye Cumhuriyeti’nindir. Komutanı Türk’tür ve yönetimi Türklere aittir. Barışta ve savaşta NATO’ya üye devletlerin silahlı kuvvetleri tarafından da ancak Kuvvetler Statüsüne Dair Sözleşme’ye uygun olarak müşterek savunma maksatları, manevralar ve eğitim için kullanılabilir. Bunlar için ayrıca özel imtiyazlar tanıyan anlaşmalar yapılmaz.

O halde bu savunma tesisleri NATO’nun dışında ve Amerikan’ın kendi güvenliği için lüzumlu gördüğü bazı askeri tesisleri Türk toprakları üzerinde kurarak kendi savunmasını ve haber almasını desteklemek amacıyla yapılmaktadır. Direkt veya dolaylı olarak Türkiye’nin savunması ile bir ilgisi yoktur. Aksine bu tesislerin Türkiye’de bulunmasının Türkiye’nin güvenliğini de tehlikeye soktuğu bir gerçektir. Müşterek savunma tesislerinin amacını ve yerini Amerika tayin ve tespit eder.

Haydar Tunçkanat’ın İkli Anlaşmaların İçyüzü kitabında yer alan bu anlaşmalar, geçmişte yaşanılan Türk-ABD ilişkileri konusunda uyanık olmamız gerektiğini ifade ederken Türkiye’nin kendi çıkarlarını gözeterek ABD ile ilişkilerini sürdürmesi fakat F-35’ler ile S-400 konusunun askerî anlaşmadan ziyade siyasi bir içerik taşıdığının da altını çizmesi gereklidir.

[1] Bkz. Haydar Tunçkanat, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Alaca Yayınları, İstanbul, 2019.

[2] https://www.aydinlik.com.tr/hava-tumgeneral-karatas-umarim-amerika-f-35-leri-vermez-turkiye-mart-2019

[3] https://www.aa.com.tr/tr/politika/disisleri-bakani-cavusoglu-f-35-olmazsa-ihtiyacim-olan-ucagi-baska-yerden-almak-durumundayim/1447472

Hasret DOĞU

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir