Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Çarşamba, Nisan 24, 2024

Aşırı Sağın Zamanla Oy Oranlarının Düşeceği Beklentisi Bir Ütopyadır

Dr. Müşerref Yardım’dan Yörünge’ye Açıklamalar:

Haçlı Seferleri Doğu’nun ötekileştirilmesinde önemli bir adım teşkil etmektedir. İslam’ın ortaya çıkmasıyla birlikte Peygambere, Kur’an’a ve Müslümanlara yönelik olumsuz yargılar Haçlı Seferleri edebiyatı ile bugünlere kadar taşınmıştır. Birçok Batı ülkesinde yükselişe geçen Müslüman düşmanlığının tarih ve kültürde derin kökleri bulunmaktadır. Batı algısında Müslüman = Türk; Türk de = Müslümandır. Bu da İslamofobi ve Türkofobi’nin birbiriyle ne kadar ilişkili olduğunu göstermektedir.

Batı, Soğuk Savaş’ın bitimiyle birlikte kendi varlığını sürdürmek için komünizm tehdidinin yerine yeni bir tehdit oturttu: İslam! Bu tehdidin Doğu–Batı çatışması bağlamında tarihsel ve felsefi temellerini yadsımak mümkün değil. Öte yandan Batı’da yükselen ırkçılık ve İslam karşıtlığı nedeniyle Yeni Zelanda’nın ChristChurch kentindeki iki camiye, cuma namazı sırasında düzenlenen silahlı saldırı ve katliamın son olabileceğinin kimse garantisini veremiyor. Bu da özellikle Müslümanlar üzerinde bir endişe iklimi oluşturuyor. Peki, gerçekte neler oluyor?

Çalışmaları Avrupa ağırlıklı olan ve “Oryantalizm, Kolonyalizm, Çokkültürlülük, Irkçılık, Ayrımcılıklar, Ötekileştirme ve Avrupa Medyası” konuları üzerine yoğunlaşan Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Müşerref Yardım, Yörünge’ye Batı’da gittikçe artan İslam düşmanlığı üzerine açıklamalarda bulundu.

Öncelikle İslamofobi tam olarak nedir, bunu biraz açıklayabilir misiniz?

Kelime anlamı “İslam korkusu (phobia)” olan İslamofobi siyasetçilerden aktivistlere, akademisyenlerden medyaya birçok kesim tarafından kullanılmakta olsa da tam olarak neyi ifade ettiği konusunda fikir birliği bulunmamaktadır. Öte yandan İslamofobi kavramını kullanılmasına karşı çıkanlar da bulunmaktadır. Bu kavramın İslamcılar tarafından İslam’a karşı yöneltilen eleştirileri engellemek için bilinçli bir şekilde ortaya çıkarıldığı da iddialar arasında yer almaktadır.

İslamofobi bir “korku”yu ifade etse de psikolojik korkunun altında sosyolojik boyutu içeren bir düşmanlık bulunmaktadır. İslam dinine mensup insanlara yönelik korkunun da ötesinde önyargı ve kalıpyargılara dayalı söylem ve çoğu zaman şiddeti de içeren davranışları barındırmaktadır. Bu da korku tanımından çok “nefret” ve “düşmanlığa” işaret etmektedir.

Öte yandan bazıları Müslümanların mağduru oynamak için İslamofobi’yi abarttıklarını iddia etmektedirler. Ancak ulusal ve uluslararası raporlarda ve akademik çalışmalarda, Müslümanlara yönelik nefret söylemi ve nefret suçları birçok boyutuyla ortaya konulmuştur. İddia edilenlerin aksine ortada verilerin yansıttığı gerçek vakalar bulunmaktadır.

Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığını İzleme Merkezi (EUMC) Avrupa Birliği’nde Müslümanlar: Ayrımcılık ve İslamofobi başlıklı raporunda, dinsel tahrikli olaylar hakkındaki veriler sınırlı olsa da Müslümanların sözlü tehditlerden fiziksel saldırılara kadar değişen İslamofobi eylemlerine maruz kaldıklarını belirtmiştir.

İİT Bağımsız Daimi İnsan Hakları Komisyonu (BDİHK) için İslamofobi bir din olarak İslam’a ve Müslümanlara yönelik bilgisizlikten veya yanlış algıdan kaynaklanan ve Müslümanlara, kutsal kitaplarına, kutsal kişiliklerine ve cami, kabristan, dini mekanlar vb. gibi simgelerine karşı sözlü ve fiziksel istismar ve insan hakkı ihlalleri de dâhil olmak üzere önyargılı ve ayrımcı tutum, davranış ve uygulamalar ile sonuçlanan temelsiz bir korkudur. Bununla birlikte düşmanlığın ve karşıtlığın İslam’a mı yoksa Müslümanlara mı yönelik olduğundan yola çıkan bazı kesimler İslamofobi yerine Müslümanofobi kelimesini tercih etmektedirler.

Akademik literatüre giren İslamofobi kavramı kaynağını, ırkçılık ve yabancı düşmanlığından almaktadır. Aslında birbirlerini beslediklerini ifade etmek daha doğru olacaktır. İslamofobi, İslam dinine mensup kişilere yapılan bir tür ırkçılıktır. Ötekileştirici söylem, ayrımcılığa dayalı uygulamalar veya fiziksel şiddet saldırıları aracılığı ile İslamofobi, Müslümanlara karşı düşmanlık, ırkçılığın en tercih edilen silahı haline dönüşmüştür.

Ancak bu ırkçılık biyolojik olmaktan çok kültüreldir. Etnik-dini grup olarak görülen Müslümanların kültürel ve dini değerleri ve pratiklerini hedef alan kültürel ırkçılığın kaynağı da önyargı ve kalıpyargılardır. Kültürel ırkçılık Batı’da “geçici” değil artık “yerli” olan Müslümanları bir “sorun” olarak görüp onlara yönelik korku, nefret ve ayrımcılıklar üzerinden bir “Öteki” yaratmaktadır.

Dijital Oyunlar İslam ve Terörizmi Birbirinden Ayrılmaz İki Unsur

İslamofobi’nin oluşmasında kitle iletişim araçlarının rolü var mıdır?

Bir kitle aracı olarak medya, algı yönetimi ile İslam düşmanlığını/karşıtlığı körüklemektedir. Verilen bilgilerde gerçekler gizlenerek, yönlendirerek veya çarpıtılarak farklı bir dünya sunulmaktadır. Medya, İslamofobik eylem ve saldırılardan çok nadir bahsederken Müslümanları “Öteki” yapan haberlere çok geniş yer ayırmaktadır. Müslümanlardan bahseden medya genelde çarşaflı kadın ve sarıklı sakallı erkeklerin görselini haberlerde vermektedir. Böylelikle Batı medyasının Müslümanları “terörist, kadın düşmanı, modern değerlerle uyum sağlayamayan” kişileri oluvermektedirler.

Sosyal medyada da durum farklı değildir. Sosyal medyada dezenformayon sonucu ortaya çıkan gerçek dışı bilgiler medyadan daha etkili olmakta ve daha hızlı yayılmaktadır. Merkezi İngiltere’de bulunan DEMOS düşünce kuruluşuna göre tüm dünyada bir günde atılan İslamofobik içerikli İngilizce tweetlerin sayısı Nisan 2016’da 2 bin 500 iken Temmuz 2016 tarihinde 7 bin civarındadır. Twitter’da İslamofobik ve ırkçı tweetlerin en fazla yapıldığı yerlerin başında İngiltere gelmektedir. İngiltere’de sadece 2 aylık bir süre içerisinde İslam karşıtı ve İslam düşmanlığı içeren tweetlerin sayısı yaklaşık 2,5 milyon civarındadır.

Bunun yanında sanal oyunlarda da İslamofobi oldukça yaygınlık kazanmıştır. Oyunlarda İslam ve Müslüman karşıtı imgeler kullanılmış, dinin kutsal saydığı simgeler hedef gösterilmiştir. Oyunlardan bazıları GUITAR HERO-3, DEVIL MAY CRY 3/DANTE’S AWAKENING, RESIDENT EVIL, CALL OF DUTY, COUNTER STRIKE, BOMB GAZZE, MINARETT ATTACK.

Dijital oyunlar özellikle İslam ve terörizmi birbirinden ayrılmaz iki unsur olarak bilinçaltına yerleştirirken İslam ve Müslüman düşmanlığı da oyunların muhatabı olan çocuklar ve gençlere subliminal mesaj olarak aktarılmaktadır. İslamofobi’nin yaygınlaşmasında önemli bir yere sahip olan dijital oyunlar diğer kitle iletişim araçları gibi insanları yönlendirecek, harekete geçirecek bilinçaltına mesaj göndermektedir. Yeni Zelanda cami saldırganının silahı ve kafasındaki kamerası, dijital oyunlarda bulunan bir sahne görüntüsü vermektedir. Saldırganın kurguladığı ve ortaya koyduğu saldırı sahnesi dijital oyunları çağrıştırmaktadır.

İslamofobi sürekli dünya kamuoyunun gündeminde yer alıyor, bundan nasıl ve kimler çıkar sağlıyor?

Artık günden güne güçlenen ve yükselişe geçen aşırı sağ partiler parlamentoda yer alarak veya iktidar olarak Avrupa siyasi hayatında önemli bir güç oluşturmaktadırlar. Söylemlerini ırkçı, yabancı, göçmen, İslam, Müslüman ve çokkültürlülük karşıtlığı üzerine kuran Batı’nın aşırı sağ partileri marjinal olmaktan çıkıp Batı siyasetini şekillendirmeye başlamışlardır. “Korkular” üzerinde kurulan aşırı sağ söylemler “normalleşme” sürecine girmiştir. Bunun anlamı aşırı sağ söylemlerin daha geniş bir kitle tarafından kabul görmekte olduğudur. Bu durumda aşırı sağın zamanla etkisini kaybedeceği ve oy oranlarının düşeceği sadece bir ütopyadır. Ancak daha vahim olan ise merkez partilerin de seçimlerde oy kaygısıyla aşırı sağ söylemlere yöneldiğidir. Aşırı sağ söylemlerin körüklediği İslam ve Müslüman düşmanlığı, Müslümanlara yönelik şiddet saldırılarının sayısında patlama yaşanmasına sebebiyet vermektedir.

Bütün dünyada can kayıplarıyla sonuçlanan İslamofobik saldırılar son zamanlarda tavan yapmış durumdadır. Saldırıların dozu ve şiddeti arttıkça ümit ederim ki Batılı yetkililerin Müslüman azınlıklara “bu kadar saldırı yapılıyor, siz daha güvenli bir şekilde yaşayabileceğiniz İslam ülkelerine dönün” yorumları yapmazlar. Nitekim buna benzer çağrılar şimdiye kadar yapıla gelmiştir.

Örneğin, Alman İçişleri Bakanlığı toplu taşıma duraklarına Türkiye bayrağının da içinde bulunduğu Müslüman ülke bayraklarını içeren bir afiş astırmıştır. Afişte “Senin ülken. Senin geleceğin. Hadi, ülkenize dönün” mesajı verilmiştir. Bu söylem Batı’da sıkça duyduğumuz “ya entegre ol ya terk et” düşüncesini yansıtmaktadır. Üstelik gitmeyi kabul edenler için de bakanlığın teşvik ödeyeceği ifade edilmiştir. Devlet yetkilileri tarafından gerçekleştirilen bu ve buna benzer örnekleri çoğaltabiliriz. Ancak tam da bu noktada devlet eliyle yapılması İslam nefreti ve düşmanlığının ne kadar tehlikeli boyutlara ulaştığını göstermektedir.

‘İslamofobi: Hepimize Karşı Bir Meydan Okuma’ Raporunun Ortaya Koydukları

Yeni Zelanda’daki saldırı sonrası kimi uzmanlar “Medeniyetler Çatışması” tezinden yola çıkarak bu saldırıları bir “Postmodern Haçlı Seferi” olarak yorumluyorlar. Yeni Zelanda’daki saldırıları köklerini tarihten alan bir İslam karşıtlığının meyvesi olarak değerlendirmek gerekir mi yoksa lokal bir olay olarak mı ele almak lazım?

Medeniyetler Çatışması tartışmaları bugün ortaya çıkmamıştır. Bernard Lewis “Müslüman Öfkenin Kökenleri” başlıklı çalışmasında Batı ve Müslümanları ele almakta ve çatışmanın bu iki aktör arasında yaşanacağını belirtmektedir.

Ancak bilindiği üzere Medeniyetler Çatışması tezi Samuel Huntington’a aittir. Huntington Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Soğuk Savaş döneminin son bulmasının ardından yeni küresel düzenin mahiyeti hakkında görüş belirtmiştir. Ona göre çatışma ekonomi veya ideoloji kaynaklı değil medeniyete dayalı kimlikler ve kültürel kimlikler üzerinden yapılacaktır. Huntington, Avrupa merkeziyetçiliğini savunurken Hristiyan geçmişe sahip Batı medeniyetinin karşısına İslam medeniyetin koymaktadır.

Bu nokta Doğu-Batı ayrımına dayanan oryantalist düşünceye vurgu yapmaktadır. Oryantalizm, Batı medeniyetinin üstünlüğünü Doğu medeniyetlerinin de geri kalmışlığını iddia ederken Edward Said’in de vurguladığı gibi “hayali bir Doğu” yaratmıştır. Batı kendini “Ben”, Doğu’yu da “Öteki” olarak kurgulamaktadır.

Haçlı Seferleri Doğu’nun ötekileştirilmesinde önemli bir adım teşkil etmektedir. İslam’ın ortaya çıkmasıyla birlikte Peygambere, Kur’an’a ve Müslümanlara yönelik olumsuz yargılar Haçlı Seferleri edebiyatı ile bugünlere kadar taşınmıştır. Hristiyan din adamları ve özellikle Papaların girişimleriyle İslam’ın “sapkın” ve “şiddet” dini olduğu, Müslümanların da savaşılması gereken “kafir” ve “barbar” oldukları algısı yaratılmıştır. Birçok Batı ülkesinde yükselişe geçen Müslüman düşmanlığının tarih ve kültürde derin kökleri bulunmaktadır.

Bu tespit “Islamophobia: A Challenge For Us All” (İslamofobi: Hepimize Karşı Bir Meydan Okuma) başlıklı raporda “İslam karşıtı/düşmanlığının yeni bir olgu olmadığı, Batı’nın bilincinde yüzyıllardır var olduğu, İslam’ın monolitik, barbar, irrasyonel, ilkel, düşman ve medeniyet çatışmasını körükleyen bir din olduğu imajı yaratıldığı” ifadeleriyle ortaya konmuştur.

Batı Algısında Müslüman = Türk; Türk de = Müslümandır

Yeni Zelanda’daki saldırı bir de Türk düşmanlığı ve Erdoğan düşmanlığını gündeme getirdi. Dünyada birçok İslam ülkesi varken neden Türkiye ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dile getiriliyor?

Bu sorunun cevabı yine tarihin sayfalarında gizlidir. Batı algısında Müslüman = Türk; Türk de = Müslümandır. Bu da İslamofobi ve Türkofobi’nin (“Türk korkusu”, “Türk düşmanlığı”, “Türk karşıtlığı”) birbiriyle ne kadar ilişkili olduğunu göstermektedir. Bugün Batı’da Türkler hakkında “mitleşmiş” olumsuz yargılar egemen olmaya devam etmektedir. Batı dillerinin birçoğunda Türklere yönelik ötekileştirici ve aşağılayıcı ifadeler bulunmaktadır: “Türk gibi pis kokmak”; “Türk gibi küfretmek”; “Bir ite bir de Türk’e güvenilmez”; “Bir Türk gibi bencil”; “Bir Türk aptal değilse, o Türk değildir”; “En iyi Türk, ölü Türk’tür”, “Türk gibi sigara içmek”.

İslam’ın ortaya çıkmasıyla birlikte ve özellikle 11. yüzyıldan itibaren gerçekleşen Haçlı Seferleri, İslam’ı seçen Türklerin egemen olduğu topraklarda gerçekleşmiştir. Böylelikle Hristiyanlığın karşısında İslam’ı temsil eden Türkler bulunmaktadır.

Batı algısında Türk aslında bir Osmanlıdır. Batılının kolektif hafızasında Malazgirt Savaşı, Belgrad Kuşatması ve Fethi, Viyana Kuşatmaları, Hristiyan Batı’yı tehdit eden Müslüman Türkler olarak yer almaktadır. Ancak 1453 ayrıca bir öneme sahiptir. Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’un fethiyle birlikte Doğu Roma İmparatorluğu da sona ermiştir. Hristiyanlara ait topraklar Türklerin eliyle Müslüman toprakları yapılması ve özellikle Ayasofya’nın camiye çevrilmesi Hristiyanlarda travma yaratmıştır. Fethin bir sembolü olarak kabul edilen Ayasofya, fetihten önce imparatorların taç giydiği en büyük Ortodoks Kilisesi olma özelliğini taşımaktadır. Türklerin uzun zaman İslam dünyasının temsilciliğini yapması Luther gibi birçok Batılı düşünürü de İslam karşıtı söylemini Türkler üzerinden yapmaya yönlendirmiştir. Bu sebeplerden dolayı Müslümanlar ve Türkler için Hristiyan Batı’nın “Öteki” ve “Yabancı”ları tanımı yapılmıştır.

Öte yandan Batı’da İslamofobi ve Türkofobi’nin yanında aynı şekilde yine köklerini oryantalizmden alan bir de Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı duyulan nefret ve düşmanlık bulunmaktadır. Batı medyası, politikacıları ve aydınları Cumhurbaşkanı Erdoğan karşıtlığını, hatta düşmanlığını açık açık ifade etmekten çekinmedikleri görülmektedir. Erdoğan düşmanlığı üzerinden Türkiye düşmanlığı yapılmaktadır.

Batı’daki Erdoğan düşmanlığı en bariz bir şekilde 2013 tarihinde ilk olarak The Economist dergi kapağında daha sonra da diğer Batı medyasında ortaya çıkmıştır. The Economist’in kapağında Cumhurbaşkanı Erdoğan “Sultan” olarak gösterilmektedir. Bu resimle bir taraftan Osmanlıya vurgu yapılırken diğer taraftan da Erdoğan’ın Türkiye’de rejim değişikliği yapacağı iddia edilmektedir.

Erdoğan düşmanlığının belki en somutlaşmış hali 15 Temmuz darbe girişiminde görülmüştür. Erdoğan ve Türkiye düşmanlığı Batılıları 15 Temmuz darbesine destek vermeye kadar götürmüştür. Batılı siyasetçiler ve medya halkın demokratik direncini görmemezlikten gelmiştir. New York Times gazetesi Türkiye halkının 15 Temmuz darbesine karşı koyup demokrasiye sahip çıkmasını, “Erdoğan takipçileri birer koyundur, Erdoğan ne derse onu yaparlar” ifadesiyle açıklamıştır.

Bu ifadelerde oryantalizmin çizgisi doğrultusunda demokratik değerlerin Batı’ya, despotizmin ise Doğu’ya (Türkiye) ait olduğu vurgusu bulunmaktadır. Erdoğan’ı sultan ve halife olarak resmetmek de Doğu ile özdeşleştirilen despotizme vurgu yapmaktadır. Darbe girişiminin Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından muhalefeti susturmak için tezgâhlanan bir mizansen olduğu da iddia edilmiştir.

Fransız Le Point dergisi kapağında “Diktatör” tanımı yapılmıştır. Aynı dergi “Türkiye: Batı’yı Korkutan Ülke” başlıklı kapağı ile başarısız olan 15 Temmuz darbe girişimi sonrası yaşananları eleştirmiştir. 15 Temmuz darbe girişiminde sonra The Economist dergisi Erdoğan hakkında yine benzer bir başlık atmıştır: “Sultan Hayatta Kaldı”.

Der Spiegel, The Stern, L’Express de benzer kapak ve nefret söylemlerini kullanmışlardır. Ayrıca İslamofobik paylaşımlar Türkiye’deki 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yükseliş gösterdiği birçok araştırma ile de ortaya koyulmuştur.

“Sorun” Olarak Gördüğü Müslüman Kimliğini “Sorunsuz” Bir Kimliğe Dönüştürmeyi Amacı

Yurtdışında yaşamış biri olarak Batı’da Üretilen bir “Müslüman Sorunu” olduğunu düşünüyor musunuz? Avrupa’da yaşayan Müslümanları nasıl bir gelecek bekliyor?

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana dile getirilen İslam aleyhindeki agresif söylem, modern bir tarihin parçası haline gelmiştir. Arap-Müslüman toplumlara olumsuz bakış, Batı’daki Müslüman varlığına aktarılmıştır. Batı ülkelerinde İslam ve Müslümanlar “dış politika” ve “iç politika” sorunu haline dönüştürülmüştür. Bu ülkelerdeki Müslüman varlığı kimlik ve güvenlik için birer tehdit olarak algılanmaktadır.

Batı’da İslam ve Müslümanlar siyasette olduğu kadar medyada da her sosa katılarak (Fransızca “Mettre à toutes les sauces”) ötekileştirildikleri görülmektedir. Birkaç örnek vermek gerekirse Fransa eski cumhurbaşkanı Sarkozy’nin bir grup aydınla birlikte Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetlerinin çıkartılması yönünde isteği, yine Fransa’da cumhurbaşkanı seçimleri öncesi Sarkozy’nin İslam ve Müslümanlar bağlamında laikliği tartışmaya açması Müslümanları dışlama ve ötekileştirme örneklerinden sadece iki tanesidir.

Şubat 2011 tarihinde Sarkozy “Laiklik ve İslam’ın Cumhuriyetteki yeri” başlığı ile Fransa’nın ikinci büyük dini olan İslam’ı, Fransız değerleri ile bağdaşıp bağdaşamayacağı tartışmasını başlatmıştır. Burada yapılmak istenen, Müslümanları Fransa’da ötekileştirerek varlıklarını sorgulamak. Varılmak istenen sonuç ise İslami ritüellerle laikliğin bir arada yürüyemeyeceği görüşüdür.

İslam ile özgürlük ve İslam ile demokrasi arasındaki ontolojik uyuşmazlığı varsayan siyasiler ve medya kimlik kaygısı arka planına yazılan kamuoyu tartışmalarının histerize edilmesini sağlamaktadır. Bu nedenle farklı dönemlerde yapılan anketlerde, İslam’ın ve Müslümanların “çok görünür” hale geldikleri ve ülke için “tehdit” oluşturdukları sonucu ortaya çıkmıştır.

Batı’da yaşayan Müslüman azınlıkların kamusal alanda “dini simgelerinin görünürlükleri” sorun haline getirilmiştir. Müslümanların kılık-kıyafetleriyle, ibadet mekânlarıyla, ritüelleriyle Batı toplumlarında eskiye nazaran daha görünür oldukları iddia edilmektedir. Cami, minare, okul, helal kesim, başörtüsü ve peçe ilgili yasal düzenlemelere gidilmiştir. Müslümanların din ve vicdan özgürlüklerine kısıtlamalar getirilmiştir.

Bununla birlikte son zamanlarda Müslümanlara yönelik “radikalleşme” iddiası, İslamofobik tutumlarda bir artışa yol açmıştır. Avrupa’nın birçok ülkesinin başkentine yapılan saldırılar ve özellikle 13 Kasım Paris saldırıları sonrası DAEŞ’e katılan Avrupalı Müslümanlar gündeme taşınmıştır. Ancak yetkililer bütün Müslümanları “radikalleşme tehlikesi” taşıdığı için dışlayıcı ve damgalayıcı uygulamalara imza atmışlardır: Radikalleşme tehlikesini önlemek amaçlı kurulan ihbar hatları ve internet siteleri, Müslümanlar arasında selam vermenin radikalleşme unsuru olabileceği düşüncesi ile işten çıkartılmalar, okullarda “uzun etek” krizi ve ikna odaları, okullarda Müslüman öğrencilerin fişlenmesi… Kısacası Müslümanların dini pratikleri “radikalleşme” işareti olarak değerlendirilmektedir.

Batı’da yaşayan Müslümanların Batı toplumlarına entegrasyonları 21. yüzyılda hâlâ tartışılmaya devam edilmektedir. Bilindiği üzere entegrasyon kavramı göç literatürünün en temel kavramlarından bir tanesidir. Müslümanların bugün hâlâ “göçmen” ve “yabancı” olarak görülmeye devam edilmesi entegrasyon tartışmalarının bitmek bilmeyen boyutunu ortaya koymaktadır. Müslüman kimliklerin Batı toplumlarında sorun olarak görülmesi ve entegrasyon tartışmaları bugün ilginç boyutlara ulaşmıştır. Entegrasyon tartışmaları, Müslümanların dini yaşamlarına farklı şekillerde müdahaleyi gündeme getirmiştir. Müslümanların dini algılarına ve dini yaşantılarına yön vererek “yerli İslam ve Müslüman” üretme çabası uzun zamandır Batı toplumlarında tartışılagelmiştir. Bu tartışmalar “Euroİslam” düşüncesiyle ete kemiğe bürünmüştür.

Euroİslam kavramının mucidi Suriyeli düşünür Bessam Tibi, Avrupa tipi İslam algısı ile Müslümanların bugüne kadar içinde büyüdükleri ve yaşamlarını devam ettirdikleri kültürel İslam algılarından kurtulup Batı medeniyetinin özünü oluşturan laik ve seküler bir Batı’ya uygun bir İslam algısı ve yaşantısını önermektedir. Müslümanların kendileriyle birlikte getirdikleri “ithal bir din” anlayışından “yerli bir din” algısına geçme söz konusudur. Bunun için de Müslümanların alışageldikleri kültürel köklerinden ve o köklerle bağlantıyı kurmayı sağlayan bütün unsurlardan arınmaları gerektiği düşüncesi ortaya çıkmıştır.

Ancak Avrupa İslam’ı veya Almanya İslam’ı, Fransa İslam’ı, Belçika İslam’ı, Hollanda İslam’ı, vd, devletin sürekli müdahil olması ve yönlendirmesi tehlikesini barındırmaktadır. Yetkililer nasıl bir İslam istiyorlarsa öyle bir İslam yaratma çabasına girmişlerdir. İlk bakışta kulağa hoş gibi gelen Avrupa İslam’ı kavramı, Müslümanlara yönelik bir entegrasyon politikasını içermektedir. Avrupa, İslam’ı bir “sorun” olarak gördüğü Müslüman kimliğini “sorunsuz” bir kimliğe dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Bu nokta da Avrupa İslam’ının daha çok bir kimlik projesi olduğunu göstermektedir.

Müslümanların “sorun” olarak değerlendirilmesi beraberinde “tehdit” olarak görülmelerini de sağlamıştır. Müslümanların Batı toplumları için “tehdit” oluşturdukları düşüncesi özellikle aşırı sağ tarafından sıkça dile getirilmektedir. Soğuk Savaş sonrasında ve özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra İslam ve Müslüman karşıtı söylem üzerine yoğunlaşan aşırı sağ, Batı toplumlarına İslam ve Müslümanların Batı kimliği için birer tehdit unsuru olduklarını ifade ederek korkular üzerinden siyaset yapmış ve başarılı da olmuştur.

Bugün aşırı sağ görüşlerin sadece aşırı sağ partiler tarafından değil Batı siyasetinde merkez partiler tarafından da benimsendiğini yukarıda belirtmiştik. Bu tutum Batı’da yaşayan Müslümanların toplumda ötekileştirilerek Batı’nın sosyal ve siyasal hayatına katılımları konusunda bir engel teşkil etmektedir. Bugün birçok Avrupa ülkeleri istihbaratları tarafından aşırı sağ kesimin silahlandığı ve hedeflerinde Müslümanların olduğu açıklaması yapılmaktadır. Yeni Zelanda cami saldırıları bunun açık bir kanıtıdır. Yeni Zelanda saldırganının Avusturya bağlantıları geçtiğimiz günlerde ortaya çıktı. Bu durum Batı’daki aşırı sağ örgütlenmenin birbirinden bağımsız değil, birbiriyle bağlantılı olduğunu çok açık bir şekilde kanıtlamıştır.

Güvenlik sorunuyla birlikte Batı’da son yıllarda radikalleşme tartışmaları da aşırı sağın elini iyice kuvvetlendirmiştir. Avrupa başkentlerine yapılan saldırılardan sonra aşırı sağ seçimlerde oy oranlarını hep artırmıştır. Örneğin, Kasım 2105 Paris saldırıları sonrası iki turlu yerel seçimlerde aşırı sağ Le Pen’in Ulusal Cephe Partisi ilk turda birçok bölgede birinci parti olarak seçimlerde büyük bir başarı elde etmiştir. O dönemde Batı kaynaklı bir karikatürde DAEŞ saldırıları ve aşırı sağ partilerin zaferi arasında bir bağlantıya dikkat çekilmiştir. Karikatürde DAEŞ’li saldırgan Le Pen’in birinci tur seçim zaferini işaret ederek “biz kazandık” çığlığı atmaktadır.

Kısacası Batı’da yaşayan Müslümanların “sorun” ve “tehdit” olarak görülmeye devam edilmesi Müslümanlara yönelik nefret ve düşmanlığın da hız kazanarak devam etmesi anlamına gelmektedir. Böyle bir durum bir taraftan aşırı sağın daha da güçlenmesine sebebiyet verirken diğer taraftan birlikte yaşamı tehlikeye sokmaktadır. İnsan Hakları, din ve vicdan özgürlüğü temsilciliğini yaptığını iddia eden Batı’da Müslümanların din ve vicdan özgürlüğü çemberi her geçen gün daha da daralmaktadır.

İslamofobi ile mücadele etmenin yöntemleri nelerdir?

Her şeyden önce İslamofi ile mücadelede başarısız veya yetersiz kalınmasının en büyük sebebi hukuki bir zemininin olmayışıdır. İslamofobi’nin Antisemitizm gibi bir geçerliliği bulunmamaktadır. Batı’da antisemitik söylem ve eylemler kanunen yasaklanmıştır ve cezai yaptırım uygulanmaktadır. Müslümanlara yönelik ayrımcılıklar ve saldırlar kimi zaman ırkçılık çerçevesinde, kimi zaman nefret suçları çerçevesinde değerlendirilmiştir.

İslamofobi’nin devlet eliyle kurumsallaştırılmasına son verilmelidir.

Medya ve sinema körüklenen İslam karşıtlığını ve düşmanlığını besleyen önyargı ve kalıpyargıların yaygınlaştırılmasında nasıl birer araç olarak kullanılıyorsa, aynı şekilde İslam’a yönelik önyargı ve kalıpyargıların yıkılmasında da önemli rol oynaması gerekir. Ancak maalesef Müslümanlar hem medya hem de sinema alanında yetersiz kalmaktadırlar. Hollywood sineması, hatta bizim kendi filim ve dizilerimiz, İslam ve Müslümanları ötekileştirici mahiyeti taşımaktadırlar.

Her ülkede hem ulusal hem de uluslararası boyutta İslamofobik söylem ve eylemleri izleme merkezlerinin kurulması gerekir. Bugün Batı’da kamuoyuna yansıyan İslamofobik olaylar ve verileri gerçeğin çok gerisinde kalmaktadır. Birçok ayrımcılıklar ve saldırıları gerekli mercilere ihbar edilmemektedir.

Siyasetçilerin daha duyarlı ve dışlayıcılıktan ziyade daha kapsayıcı tavır içerisinde olmaları bir zorunluluktur. Siyasetçilerin “korku siyaseti” üretmeyi bırakmaları gerekir. Entegrasyon kavramı üzerinden Müslüman kimliklerin dışlanması yerine çeşitliliğin ve farklılıkların kabulü üzerinde durmak.

Sosyal bilimlerde oryantalist söyleme dayalı İslam’a ve Müslümanlara atfedilen olumsuz yargıları yıkacak çalışmalar üretilmelidir. Medeniyetler çatışması, medeniyetlerin karşı karşıya getirilmesi sosyal bilimler alanında daha çok kullanılmaktadır.

Saygı ve hoşgörü üzerine inşa edilmiş birlikte yaşamayı teşvik edici sosyal projeler üretilmek.

Müslümanların yaşadıkları ülkelerin siyasi, sosyal ve ekonomik hayatına katılımlarını artırmak.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir