Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Salı, Nisan 16, 2024

Kültürel Muhafazakârlık 
Her Çiçekten Bal Almayı Salık Verir

Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Alim Yıldız:

“Kültürel Muhafazakârlık Her Çiçekten Bal Almayı Salık Verir”

Türk toplumunun sekülerleşmek ya da sekülerleşmemek gibi bir düşüncesinin olduğu kanaatinde değilim. Çünkü modernleşmek gibi sekülerizm de Batı’dan ithal bir kavram. Türk toplumunda cami-bilim kavgası hiç olmadığı için dünyevileşmeye ihtiyaç duyulmamıştır. Sekülerizm laiklikle karıştırılıyor maalesef. Sekülerizm, hayatı akılcılıkla yorumlamak demek. Akletmek zaten bizim inancımızın gereği.

Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Alim Yıldız için “sıra dışı bir akademisyen” denilse yanlış olmaz. İlahiyatçı kimliğinin yanı sıra şair ve yazar. Bugüne kadar yayımlanmış 23 kitabı, bestelenmiş şiirleri var. Prof. Dr. Alim Yıldız sanat, siyaset ve felsefe üzerine Yörünge’nin sorularını yanıtladı.

Üniversite rektörlüğünüzden önce sizi ilahiyatçı, daha öncesinde ise şair kimliğinizle tanıyoruz. Öğrencilik yıllarınızda Buhari Şerif okuma alışkanlığınız vardı. Bu okumaların şairliğiniz üzerindeki etkileri nedir? Bir ilahiyatçı için özelde şiir, genel olarak edebiyat ne ifade ediyor?

İnsan olmak, söz söylemekle mümkündür. Sözün de dereceleri vardır. Nasıl ki insan çeşit çeşit ise söz de öyledir. Kur’an-ı Kerim için “sözün en üstünü”, Peygamber Efendimizin sözlerine “hadis” deriz mesela. Ya da boş laf anlamında “laf u güzaf”.

Bu bize, söylenen her sözün aynı kıymeti taşımadığını gösterir. İnsan olmaklığımız söz ile başladığına göre söz, kendisini söyleyenin de derecesini, kıymetini belirleyicidir. Biz müminler için insan olma hâli yani eşref-i mahlûkat olmamız söz iledir.

Evet, öğrencilik yıllarımızda vardı. Bu okumalar, hem belagat anlamında hem de sözü güçlü söyleme anlamında üzerimde büyük etkisi oldu. Malumunuzdur ki Arapça belagat dilidir ve Kur’an, şiir söyleyen bir topluma inmiştir. Şiir yarışmaları düzenlenip bu yarışmalarda dereceye giren şiirler, Kâbe’nin duvarına asılırdı. Hatta şairler toplumda o kadar etkin bir yere sahiptir ki müşrikler, Hz. Peygamber’e şair demişlerdir.

Hz. Peygamber’in şairlerinin olduğunu, müşrikleri hicvettiklerini biliyoruz. Kısacası Müslümanlar olarak her manada beslendiğimiz kaynaklar Kur’an ve hadisler olduğu için bunların şiirimize de yansıması kaçınılmazdır.

Kangel Köprüsü Yan Profilden Görünüm

Genelde sözün, edebiyatın, özeldeyse şiirin insanlar üzerinde büyük bir etkisi var. Dikkatinizi çekmek istiyorum, bizim padişahlarımız da birer şairdi. Fatih Sultan Mehmet Avni mahlasıyla, Kanuni Sultan Süleyman Muhibbi mahlasıyla şiirler yazdı. Necip Fazıl, Mehmet Akif, Nuri Pakdil, Sezai Karakoç gibi düşünce hayatımızın köşe taşları olan isimler de şair.

Biz hamurumuzu şiirle yoğuruyoruz. Talîkî-zâde namıyla meşhur Mehmet oğlu Mehmet hem Şehnâme-i Hümâyûn hem de Şemâil-nâme adlı eserlerinde Osmanlı’yı Osmanlı yapan 20 hasletten on birincisinin, şiir olduğunu söyler. Şiir, beşerin insan olma yürüyüşünde, varlıkla kurduğu ilişki olması bakımından oldukça önemlidir. Şiir insana, dünyadaki yerini hatırlatması açısından şuur verir. Şuur ayıklıktır. Şiir, bu milletin kök salması ve derinleşmesidir; Anadolu’yu vatan kılan, bu kök salma ve derinleşmedir. Milletimizin geleceğine yön veren sultanların, dervişlerin, erenlerin ve evliyaların birer şair olmaları, bu derinliğe ve bu inceliğe işaret eder.

“Ruhumuz ve Beynimiz Fikre ve Düşünceye Muhtaç”

Türkiye’de kültürel hayatı ikili kutuplaşma ekseninde okumanın siyasi ve ideolojik gerekçeleri nelerdir? Eski–yeni, geleneksel–modern, dini–seküler ikiliklerin muhtevalarında geçmişe göre bir değişim, ikilikler arasındaki kalın çizgilerde herhangi bir aşınma mı var? Tezatların geçmişe göre azaldığını söylemek ülkemiz ve insanımız için iyi bir gelişme mi?

Osmanlı’nın bilimsel, teknolojik manada gerilemeye geçmesi, Batı’nın bu alanlarda ilerlemesiyle birlikte devlet, siyasi ve ekonomik olarak yıpranmaya başladı. Devlet adamları ve düşünürler, bu gerilemeye çare aramaya koyuldular.

Bunun neticesinde birtakım ıslahatlar ve yenilikler yapıldı. Bazı aydınlar, kötü gidişatı durdurmanın yolunu Batılılaşmak olarak görürken bazıları ise “Batı’nın bilimini ve teknolojisini alalım ama kültürünü almayalım” dediler. Bu, toplumda büyük bir yarılmaya neden oldu. Kurtuluş Savaşı zaferle neticelendikten sonra ortaya şöyle bir soru çıktı: Devletin yönetim şekli ne olacak? Cumhuriyet kurulduktan sonra birtakım inkılaplar yapıldı.

Osmanlı zamanında ortaya çıkan kırılma, Cumhuriyetle birlikte kendini iyice belli etti. Çünkü Anadolu’yu Anadolu yapan değerler, Osmanlı’dan kalan sosyo-kültürel miras reddedildi. Eskiye dair her şey aşağılanırken yeni olan daha doğrusu Batılı olan her şey yüceltildi. Şunu unutmamak gerekir ki, 1000 yıllık bir mirası 10 yılda, 20 yılda yok edemezsiniz.

Önceki yıllarda eski-yeni, geleneksel-modern, dini-seküler gibi ayrımlar daha keskindi. Milletimizi sadece bunlarla değil sağcı-solcu, Alevi-Sünni gibi ayrımlarla kutuplara ayırmak ve bölmek istediler. Bu bir projeydi ve maalesef toplumsal hafızamızda derin izler bıraktı. 60 darbesi, 71 muhtırası, 80 darbesi, 28 Şubat, 27 Nisan e-muhtırası…

1980 yılına kadar devletçilik anlayışıyla yönetilen Türkiye, Turgut Özal’ın başbakan olmasıyla birlikte serbest piyasa ekonomisini benimsedi. 1991 yılında özel televizyonların ortaya çıkması, bilgisayarların kullanılmaya başlanması, internetin günlük hayatımızın vazgeçilmezi haline gelmesi ve en nihayetinde sosyal medya ağlarıyla birlikte dünya küresel hale geldi. Bilgi ve enformasyon, kitle iletişim araçları vasıtasıyla Türkiye’den Amerika’ya, Amerika’dan Çin’e anında paylaşılabiliyor. Bu hız elbette ki gündelik hayatımızı olduğu gibi siyasi, ekonomik, bilimsel alanları ve de kültürel hayatımızı da olumlu ya da olumsuz etkiliyor. Fikirler, ideolojiler de iletişim araçlarının yönlendirmesine açık hale geldi. İkilik diyebileceğimiz ideolojik ayrımlar arasında muhakkak bir çizgi var fakat eskiden olduğu gibi sert, kalın ve katı değil. Batılı düşünürler modernizmin bittiğini, artık post-modern zamanları yaşadığımızı söylüyorlar. Türkiye özelinde söylersek, insanlarda geleneksel, eski olana karşı bir meyil var fakat bunun suni olduğunu düşünüyorum.

Mesela doğa yürüyüşleri veya eski sobalı evler. Sosyal medyada gençlerin paylaşımları hep bu minvalde. Bu tür paylaşımların, isteklerin geçici, anlık olduğu düşüncesindeyim. Eski ve yeni, modern ve geleneksel, dini ve seküler iç içe geçmiş durumda.

İnsanların ideolojilerini silah gibi kullanmamaları elbette ülkemiz ve insanlık için iyi. Fakat şuna dikkat etmek gerekir, biyolojik olarak nasıl ki suya, yemeğe veya havaya muhtaçsak ruhumuz ve beynimiz de fikre ve düşünceye muhtaç. Her şeyi menfaat, haz, hız ve zevk alma aracı olarak görürsek yarınlarımız tehlikede demektir. Önemli olan ideolojimizi ya da sahip olduğumuz dünya görüşünü “dünyayı güzelleştirmekte” bir araç olarak telakki
etmemizdir.

Türk Modernleşmesinin En Önemli Sorunu

Türk modernleşmesinin önündeki en önemli sorun nedir? Türk toplumu modernleşirken sekülerizmi nereye koyuyor? Sekülerizm, Türk toplumunda tasfiye edilebilir mi, nasıl?

Modern nedir? Önce bunu sorgulamamız gerekiyor. Modern dediğimiz şey bizim sosyo-kültürel hayatımıza dışarıdan “ithal” ettiğimiz bir düşünceyse bünye bunu kabul etmeyecektir. Nitekim kabul etmemiştir. Toplumlar kendilerine ait kavramlarla yaşar. Kavramları hayatta tutan şeyse dil ve dilin hayatımıza yansımasıdır.

Türk modernleşmesinin en önemli sorunu “ithal” mantık üzerine kurulmasıdır. Yani üzerimize ait olmayacağını bildiğimiz bir kıyafeti giymeye çalışmamızdır. Modernizm dediğimiz şey Batı’nın iç çatışmasından, sınıflararası çatışmadan doğmuş bir düşünce. Örneğin, bizde hiçbir zaman köylü-asil, kilise-bilim gibi ayrımlar olmamıştır.

Türk toplumunun sekülerleşmek ya da sekülerleşmemek gibi bir düşüncesinin olduğu kanaatinde değilim. Çünkü modernleşmek gibi sekülerizm de Batı’dan ithal bir kavram.

Seküler olmak ya da olmamak zorunda mıyız? Bunu sormamız lazım. Çünkü Türk toplumunda cami-bilim kavgası hiç olmadığı için dünyevileşmeye ihtiyaç duyulmamıştır. Sekülerizm laiklikle karıştırılıyor maalesef.

Laiklik kısaca din ve devlet işlerinin ayrılmasıyken sekülerizm, hayatı akılcılıkla yorumlamak demek. Akletmek zaten bizim inancımızın gereği. Evet, toplumun bir kısmı kendisini seküler olarak tanımlayabilir fakat genel manada toplum, kendisini böyle tanımlamadığı için tasfiyeden bahsedemeyiz.

Elitlerin Ortadan Çekilmesi ve Basitlik

Yeni Türkiye’nin inşasında kültürün yeri nedir? Üst kültürle popüler
kültür arasında korelasyon nasıl sağlanabilir?

Kültür bir toplumun yaşantısından, davranışlarından, eşyaya ve insana bakış açısından neşet eden bir anlamlandırma biçimidir. Kültür yanlış tanımlanıyor. Kültür-sanat diyoruz mesela. Bu yanlış bir tanımlama şekli. Sanki kültür edebiyattan tutun da yayıncılık dünyasına varıncaya dek olan bitenin adıymış gibi bir algı var.

Kültür, bir toplumun ana damarıdır. Kültürü siyasetten, ekonomiden, bilimden, iletişimden kısacası hayata dair alanlardan ayıramazsınız. Kültür az önce bahsettiğim şekilde algılandığı için gelişimimiz sekteye uğruyor.

Yeni Türkiye’yi inşa etmek istiyorsak değerlerimize, normlarımıza sahip çıkmalı ve hayatı anlamlandırma şeklimizi gözden geçirmeliyiz. Kültürel iktidarın yolu siyasi ve ekonomik güç olmaktan geçiyor.

Üst kültürle popüler kültürü bir araya getirmeye çalışmak ortaya “değersizlik” çıkaracaktır. Çünkü popüler halkçılık demek olsa da günümüzde kullanımı siyasi saiklerle birlikte popüler kültür gündelik olanı, anı ifade eder.

Popüler kültür dinleri, dilleri, yaşam biçimlerini, hayatı algılayış şekillerini, kıyafetleri, yemekleri tek tipleştirir ve aynılaştırır. Bu yüzden üst kültürle popüler kültür arasında korelasyon sağlamak, sınıfların birbirine yakınlaşmasından ziyade sığlığa, elitlerin ortadan çekilmesine ve basitliğe neden
olur.

Kültürel popülizmin kültürel muhafazakârlıktan beslendiği yargısına katılıyor musunuz?

Az önce de belirttiğim gibi popülizm günlük olana, geçici olana meyletmek demek. Kültürel muhafazakârlık, popüler kültürün ürettiği ürünü sorgulamadan, menfaati için pragmatist bir bakış açısıyla alır ve tüketir.

İnsan yaratılışı icabı sosyal bir kimliğe sahiptir fakat kültürel muhafazakârlıkta ürün sorgulanmadan alındığı ve tüketildiği için edilgendir. Dünyayı güzelleştirmek için yaşayan insanın kimliksizleşmesidir. Değer üretmemesidir.

Kültürel muhafazakârlık, belirlenmişin alınması olduğu için esaret kaçınılmazdır. İnsanın eşyaya esir olması, insanın şeylerin dünyasında etkisiz bir eleman olarak yaşamasıdır. Popüler kültür bizi, sahip olduğumuz ürünlerin, yaşama şekillerinin müptelası kılar, kültürel muhafazakârlıksa bu yaşama şekillerini olumlanmasına neden olur.

Popüler kültürün insanı ne istediğini bilmediği için kültürel muhafazakârlık her çiçekten bal almayı salık verir. Orada değerler skalasının, beğenilerin, yaşama şekillerinin önemi yoktur. Önemli olan pragmatist anlayışla her şeyi edinmektir.

“Bütün Gelişmeler Düşünmeyle Mümkün Olmuştur”

Günümüzde Nurettin Topçu’nun “Hareket” fikriyatını veya Nuri Pakdil’in “Devrimci İslamı”nı sulandırmadan ve pragmatize etmeden yüksek vasıflı bir düşünce ve kültür hareketi neden oluşturamıyoruz?

Düşünce nedir? Bu sorunun cevabını verebildiğimiz zaman düşünmeye başlarız. Bir metni, bir kitabı elimize aldığımızda okumak için mi okuyoruz yoksa bizi düşünceye sevk etmesi için mi? Sırf okumak içinse o kitaptan edineceğimiz istifade sınırlı olacaktır. İnsanın biyolojik ihtiyaçlarının olduğu gibi hatta daha fazla düşünmeye ihtiyacı vardır.

Jiddu Krishnamurti “Çoğumuz ikinci el insanlar haline geldik. Okuyoruz, üniversiteye gidiyoruz, büyük oranda bilgi biriktiriyoruz. Bu bilgiler, başka insanların düşündüklerinden ve söylediklerinden oluşuyor. Topladığımız bilgileri başkalarının söyledikleriyle kıyaslıyoruz. Orijinal hiçbir şey yok. Yalnızca tekrar ediyoruz, tekrar ediyoruz, tekrar ediyoruz. Ve biri bize, ‘düşünce nedir, düşünmek nedir?’ diye sorduğunda yanıt veremiyoruz” diyor.

Zamanın insanı, düşünceyi önemsemiyor. Fikrin neler yapabileceğinin farkında değil. Biz toplum olarak bilginin değiştirici ve dönüştürücü gücüne inanmıyoruz. Kısa yoldan köşeyi dönmek, zengin olmak, çalışmadan okul bitirmek derdindeyiz.

Hâlbuki dünyada meydana gelen bütün gelişmeler düşünmeyle mümkün olmuştur. Düşünmeden yapılan bir icat ya da büyük bir hareket mümkün mü? Elbette değil.

Kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte bilgi/enformasyon dünyanın her yerine anında ulaşmaya başladı. Bunun avantajları olduğu kadar dezavantajları da mevcut. İnsanlar hazır gıdaya alışır gibi, hazır “bilgi paketlerine” alıştılar.

Önceden bir bilgiye ulaşmak için belki birkaç kitaptan daha fazlasını araştırmak gerekiyordu. Şimdi Google’a sormak yetiyor. Fakat o bilginin doğruluğunu/yanlışlığını araştırma ihtiyacı hissetmiyoruz. Bize birileri tarafından sunulan düşüncelerin emrine amadeyiz. Bilgiyle yaşamak, düşünceyle kalkınmak için çalışmak gerekiyor. Maalesef toplum olarak üretmenin önemine vakıf değiliz.

“Bu Zamanın Ruhu Renksiz, Cisimsiz ve Kokusuz”

Günümüz toplumunda geçmişe nispetle “ötekine” benzeme temayülleri görülüyor. Kim kime benziyor sorusunu biraz açacak olursak; İslamcıların Kemalizm’e yöneldiklerini, buna karşılık Kemalistlerinde İslami değerlere daha yakınlaştığını söyleyebilir miyiz? Benzeme temayüllerinde etkin olan toplumsal ya da bireysel ögeleri örneklendirebilir
misiniz?

Her zamanın kendi ruhu vardır. Bu zamanın ruhu renksiz, cisimsiz ve kokusuz olmak üzere bina edilmiş. Bir şeyin taraftarı olmak, ona inanmak ve o minval üzere amel etmek zamanın ruhuna aykırı.

Bahsettiğiniz “ötekine benzeme temayülü” biraz da siyasetin zemininden kaynaklanıyor. Herkesin birbiri ile menfaati var; siyasi, ekonomik veya başka şekillerde. İslamcıların ya da Kemalistlerin birbirinin değerlerine yakınlaştıklarını veya benimsediklerini düşünmüyorum.

Birbirine benzemekten ziyade ülke olarak birbirimizin ortak noktalarına bakmamız gerekiyor. Herkesin birbirinin farklılıklarına göz diktiği, farklılıklarını eşelediği bir ortamda ülkemizin zemini kayacaktır.

Belki siyaseten sizin değerlendiğiniz gibi olması mümkün ama halk tabanında ya da temelde böyle bir benzeşmenin olduğunu düşünmüyorum.

Popüler kültürün, siyasi kaygıların yahut ikbal düşüncesiyle toplumun farklı düşünce yapılarının birbirine yakınlaşması mümkün olabilir. Fakat bunun uzun ömürlü olacağı kanaatinde değilim.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir