Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Nisan 25, 2024

Emperyalizme de Açlığa da Hayır!

2012 yılında solo olarak bir Latin Amerika turuna çıktım. Çeşitli ülkeleri dolaştım, sonra onları derleyip kitaplaştırdım. Uğrak noktalarımdan biri, Venezuela idi. Venezuela’daki darbe girişimi, şaşırtıcı mı? Hayır değil. Hatta geç bile kaldı. Ne yazık ki hem iç dinamikler hem de dış dinamikler orada zaten darbe olacağına işaret ediyordu. Bugünü yalnızca bugün olanlara bakarak elbette anlayamayız; o nedenle şimdi geriye, Chavez dönemine gidelim ve bugün yaşananların geçmişteki öncüllerini ortaya çıkaralım.

Güney Amerika ve Amerikan Emperyalizmi

Öncelikle Amerikan dış politikası, Güney Amerika’yı (ve hatta Latin Amerika’yı)1, hep bir arka bahçe olarak görmüştür: Kâğıt üstünde bağımsız ama gerçekte Amerikan sömürgeleri… Dolayısıyla ABD, bölge ülkelerine asla bağımsız gözüyle bakmamıştır. Bu ülkelerin çoğu, 19. yüzyılın ilk yarısında İspanya’dan (ya da Brezilya örneğinde Portekiz’den) bağımsız oldu. Buradaki kurtuluş savaşları çok kanlı yaşandı ve “ya istiklal ya ölüm” çığlığı, ilk kez bu topraklarda İspanyol sömürgecilere karşı duyuldu. Peki, ABD’nin gözünü Güney Amerika’ya dikmesinin nasıl bir mantığı vardı? Elbette, koskoca kıtanın bütün kaynaklarına el koymak, başat güdüydü. Fakat bunun ötesinde, bu sömürgeci anlayışın ana hattı, 1898’deki İspanyol-Amerikan Savaşı sonunda çizilmişti. Savaş sonunda, İspanya, Küba, Puerto Rico, Guyam ve Filipinler’i ABD’ye kaptıracaktı. ABD, mademki savaşı kazanmıştı; artık yönü ve hedefi, eski İspanyol sömürgeleri olacaktı.

ABD’nin iç siyasetine de dış siyasetine de karışmadığı bir ülke elbette yoktur. Arap dünyasından Doğu Asya’ya, Rusya’dan Afrika’ya Amerikan müdahalelerin tarihi sayfalar tutar. Ancak Güney Amerika, ABD’nin müdahalelerinin tarihinde her zaman kırmızı listede olmuştur; çünkü ‘kâğıt üstünde bağımsız, gerçekte Amerikan’ toprakları gözüyle bakılan, en çok bu coğrafya olmuştur.

Güney Amerika, yakın zamana dek ‘asi kıta’ adıyla anılırdı. Bunun nedeni, ABD’nin tertiplediği askeri darbelere karşı muazzam bir direnişin olmasından ileri geliyordu. 1980’lerde sol, Küba gibi istisnalar dışında (ki zaten Küba, Güney değil Latin Amerika’nın bir parçasıdır), Güney Amerika’da iktidarda değildi. Asi kıtanın simgesi ise elbette Che Guevara idi. Muhalefetteki Güney Amerika solu, idealistti; fakat genellikle nasıl bir toplum tahayyül ettiği konusunda çok da net değildi… Bu net olmayışın, Venezuela’daki darbenin altında yatan etmenlerden biri olduğunu az sonra göreceğiz.

21. yüzyılla birlikte Güney Amerika’da Amerikancı yönetimler yavaş yavaş düşerler. Bu yönetimler sırasındaki yaygın insan hakları ihlalleri yavaş yavaş ortaya çıkarılır; bunlarla yüzleşilmeye başlanır ve insanlık suçu işleyenler ağırdan da olsa yargı karşısına çıkarılır. Fakat bu Amerikancı dönem sonrası sol eğilimli yönetimler, vaat ettikleri sosyalist bir düzeni kurmaya bir türlü yanaşmazlar.

Birincisi, yukarıda belirttiğimiz gibi, nasıl bir toplum tahayyül ettikleri konusunda net değillerdir ve ikincisi, iktidara kendilerinden önceki Amerikancı egemenlerle uzlaşı içinde, yumuşak bir geçişle gelmişlerdir. “Ne şiş yansın ne kebap” diye bakarlar. İktidara geldiklerinde, ABD’yi ürkütmek istemezler; geçmişle yüzleşmede toplu bir yargılama yerine belli kişileri seçerler.

Güney Amerika solu, Türkiye’de sosyalist gibi paketlense de aslında sosyal demokrattır, hatta kimileri bunların bile gerisine düşen yerlici-Hristiyan bir niteliktedir. Hristiyanlık ve İspanyolca, eski ‘asi kıta’ya sömürgecilerin zorla getirdiği iki kimlik tutkalıdır. Ama bu sol görünümlü yönetimler, bu ikisiyle asla hesaplaşmazlar. Seçim kampanyalarında Hristiyanlığa ve özellikle İsa’ya atıf sık sık görülür. Diğer bir deyişle Güney Amerika solu, en yükseldiği dönemde bile Türkiye’deki siyasi tariflerin çuvalına girmez. Evrenselcilikten çok, özgülcüdür. Gelelim Venezuela’ya…

Chavez’in Venezuelası

2012 yılında solo olarak bir Latin Amerika turuna çıktım. Çeşitli ülkeleri dolaştım, haklarında yazılar yazdım, sonra onları derleyip kitaplaştırdım. Uğrak noktalarımdan biri, Venezuela idi. Brezilya, Arjantin ve Şili’den sonra Venezuela’yı mutlaka görmek istiyordum. Görmek istiyordum çünkü çeşitli nedenlerle en çok gündeme gelen ülkelerden biriydi. O zamanlar ülke, Türkiye’de sol kesim tarafından çok olumlu karşılanıyordu; fakat ben Venezuela’nın idealize ve romantize edildiğini hissediyordum. Ülke üstüne kitaplar yazılıyor, kitapları yazanlar resmi davetle gidip resmi olarak nereleri görmeleri isteniyorsa oraları görüp heyecanlı ve fakat gerçekçi olmayan sonuçlara varıyorlardı. Bense bir gezgin olarak turist rehberlerinde bile yazılmayan yolları tercih ederim hep, bir ülkenin gerçek, doğal ve makyajsız halini gözlemleyebilmek için…

Benim Venezuela izlenimlerim, Türkiye’den bakışların tersine tümüyle olumlu değildi. Olumsuz yönleri de gördüm. Hatta “Chavez’in yükselişinde çöküşünün işaretlerini de gördüm” diyebilirim. Olumlu noktalardan başlayalım: Bir kere, Chavez’in Venezuelası, Latin Amerika’da gördüğüm en Amerika karşıtı ülkeydi. Küba bile bu konuda bu kadar keskin değildi. Venezuela’nın kapitalizmin ötesinde bir düzen arayışı günlük yaşamda hissedilir bir
nitelikteydi.

Gözlemlediğim Venezuelalılar, Chavez’le sosyalizme yürümenin coşkusu içerisindeydi. Latin Amerika’dan sömürgecilik karşıtı isimlerin heykelleri yan yana olmak üzere başkent Caracas’ın orta yerine dikilmişti; Che’nin yanında Ho Amca da görülüyordu.

Chavez hükümetinin sosyal yardım programları, ona ideolojik olarak karşı olan Dünya Bankası gibi kuruluşların bile övgüsünü kazanmıştı. Bu tür kuruluşlar, yazdıkları raporlarda, “yiğidi öldür hakkını yeme” misali, bu programların ülkede yaşam kalitesini nasıl da yükselttiğini anlatıyorlardı. Bu programlarla yoksul halk sağlığa, yiyeceğe ve eğitime erişebiliyordu.

Chavez döneminde basına baskı yapıldığı hep söylenile gelmiştir. Dışarıya verilen izlenim korkunç bir diktatörlük olduğu yönündeydi. Ancak kimi gazeteler, Chavez’in yerli kahverengi teni nedeniyle, ırkçı manşetler bile atabiliyordu. Demokratik ülkelerde bile olmaması gereken böyle bir duruma, ‘diktatör’ Chavez döneminde müdahale edilmiyordu. Chavez’in kimi açıklamaları, yine manşetten, kişisel saldırıya da girecek nitelikte yerin dibine batırılıyordu ve yine müdahale yoktu.

Venezuela, diğer birçok kutuplaşmış ülkenin tersine, rahat, düşük stresli, huzurlu bir ülke havası veriyordu. Turistik bir ülke olmak gibi bir kaygısı ise hiç yoktu. Turizmin ülkenin kültürel dokusuna ticari zararlar vermesi söz konusu değildi. Ancak aşağıdaki noktalardan görüleceği üzere, ülkenin olumsuz yönleri, 2012’de bile olumlu yönlerinden çok daha fazlaydı ve bu durum bize, Venezuela’nın bugününü anlamak konusunda değerli veriler sağlıyor.

‘Petrol Laneti’

Olumsuz özelliklerin başında, sosyalist olduğunu iddia eden bir hükümetin bir türlü sosyalizme geçmemesi geliyordu. 15 yıllık Chavez iktidarında bir türlü geçilememişti. Zaten o dönem sosyalizme geçemeyen bir iktidar, ondan sonra asla geçemeyecekti. Neden? Çünkü gelebilecek hiçbir yeni lider, Chavez kadar karizmatik olmayacaktı. Chavez’in karizması, her açıdan sergilediği halktan (‘bizden’) biri olma hissinden, akıcı, şakacı, uzun konuşmalarından ve yaşananları sıklıkla Hristiyanlıkla (daha doğrusu bir tür kurtuluş teolojisi, yoksulların dini anlayışı) ilişkilendirmesinden ileri geliyordu. Chavez, yayın organlarına çıkar, halkın sorularını yanıtlardı; her zaman halkla iç içe olurdu. Halk, Chavez’i kendi ailesinin bir ferdi olarak severdi, kiminin oğlu, kiminin abisi, kiminin dayısı… Ancak tüm halk değildi bu sevgiyi gösteren… Neden? Chavez’e karşı olanlar sosyalizme mi karşılardı? Hayır, hepsi böyle değildi. Chavez’i sevmeyenlerin içinde, konumu itibarıyla Chavez’in kuracağı bir sosyalizmden zarar görecekler yanında, sözlerini tutmamasına tepki gösteren bir kesim yoksul halk da vardı. İşte bu iki grup, bugün güçlenip Maduro’ya karşı çıkan kitlelerin öncüllerini oluşturuyor. Peki, neydi bu sözler?

Bir kere, rüşvet kalkacaktı. Kalkmadı. Hatta kimilerine göre, Chavez döneminde artışa geçti. Olumsuz noktalardan biri bu… Suç oranları düşürülecekti. Bu da gerçekleşmedi. Başkent Caracas, bugün dünyanın en yüksek cinayet oranlarından birine sahip. Suç oranlarıyla ilişkili olarak, mafyanın da üzerine gidilmedi. Mafya, Chavez döneminde de sonrasında da Venezuela’da çok güçlü. Uyuşturucu çok yaygın. Silahlı soygunlar da öyle… Oysa Chavez’in gelişiyle bütün bu sorunların ortadan kalkması umuluyordu, kalkmadı. Chavez’e tepki gösterenlerin bir nedeni de bu idi.

Ekonomik sorunları da unutmamak gerekiyor elbette. Bu bağlamda, ‘petrol laneti’ kavramını analım. Bu kavrama göre, petrolü olan ülkeler, yüksek gelirler elde ederken, bu ülkelerde petrolün sektörel baskınlığı nedeniyle, diğer alanlar gelişmiyor. Venezuela tam da petrol lanetine bir örnektir. Venezuela’nın eski enerji bakanı ve OPEC’in kurucularından olan Juan Pablo Pérez Alfonzo’nun (1903-1979) ünlü sözünü anımsayalım: “Ben petrolü şeytanın pisliği olarak adlandırıyorum. Her tür musibeti getiriyor… Şuraya bakın – israf, rüşvet, aşırı tüketim, kamu hizmetlerinin düşüşü. Ve borç, yıllarca başa bela olacak
borç.”

Venezuela’nın petrolü, hepimizin bildiği gibi Amerikan emperyalistlerinin iştahını kabartıyor. Ancak az bilinen nokta ise şu: Bu petrol laneti nedeniyle Venezuela, yiyecekte kendine yeten bir ülke değil. Hemen hemen her şey dışarıdan geliyor. Venezuela’da petrol çıkmasaydı, çaresizlikten, yiyecekte kendi kendine yeten bir ülke olmak zorunda kalacaktı. İşte petrolün laneti…

Chavez’in vaatleri arasında, ekonomiyi petrolün baskınlığından kurtarıp yiyecek gibi alanlara doğru çeşitlendirmek vardı. Bunu 15 yılda gerçekleştirmedi. Maduro’nun ise iç ve dış sorunlar nedeniyle, bunu gerçekleştirecek mecali bile kalmadı. Bugün Venezuela’da açlık, işte tam da bu nedenle bir Amerikan propagandası değil, bir gerçektir. Maduro döneminde, halkın geniş bir kesimi açlıkla terbiye edildi; milyonlarca Venezuelalı, siyasal nedenlerin ötesinde, açlık nedeniyle ülkeyi terk etti. Diğer bir deyişle Venezuela’da bugün yaşananların Chavez döneminden gelen nedenleri var. Bir ülke, kendi yiyeceğini üretemiyorsa, her zaman dışa bağımlı olur, ister petrolü olsun, ister olmasın… Venezuela’da yaşanan tam da budur…

Chavez’in döneminde yine Türkiye’de az bilinen ekonomik bir olgu, zaten Venezuela’nın er ya da geç batacağını kesinkes gösteriyordu. O da döviz kuru ikiliğiydi. Bu, hükümetin gerçekçi olmayan döviz kuru kontrolü politikasından ileri geliyordu.
Resmi dövizcilerde dolar bulamayanlar, soluğu sokakta alıyordu. Ülkede resmi kur ile karaborsa kuru arasında, iki katı kadar büyük bir oranda bir fark vardı. Böylece, iki kura birden erişenler hiçbir üretim yapmadan paradan para yapıyorlardı ve bunun sınırı yoktu. Örneğin, resmi kurdan 1000 dolar alan, onu karaborsada bozdurup eline geçen Venezuela Bolivarlarını (ülkenin para birimi) resmi dövizcide bir daha dolara çevirerek 2000 dolar alıyordu. Böyle böyle her defasında elindeki parayı ikiye katlıyordu. Sonra bu dolarları yurtdışına gönderiyorlardı. Bunu yapan yüksek gelirliler, bu işi daha büyük rakamlarla yapıyor,
birkaç günde bile ülkeyi yüz binlerce dolarlık zarara uğratıyorlardı. Kimileri, bunun devletin kontrol edemediği bir durum olduğunu söylüyor; kimileri ise Chavez’in iktidarını korumak için göz yumduğu bir durum olduğunu ileri sürüyordu. Bu biçimde ve kamu kaynaklarını yağmalayarak zenginleyenler, Chavez’in sadık destekçileri oluyor ve bunlara yeni Chavez burjuvazisi ya da Bolivar burjuvazisi anlamında boli-burjuvazi (İspanyolcası Boliburguesía) deniyordu. Böyle bir mali düzenin sosyalizmden fersah fersah uzak olduğunu herhalde söylemeye gerek yok… Dolayısıyla Trump ve şürekasının iddialarının tersine, Boliburjuvazi engeli nedeniyle Venezuela’ya sosyalizm hiç gelmedi, gelseydi ne açlık olacaktı ne ekonomik kriz…

Son olarak, 2012 Venezuelası’nda sokaklarda sosyalizm değil, Chavez öne çıkıyordu. Bu da Chavez’den sonra ülkede sosyalizmin esamesinin okunmayacağı hissini uyandırıyordu. Öyle de oldu…

Venezuela Neden Hedef Tahtasında?

Yazımızın başında, Venezuela’da darbe olacağının baştan belli olduğunu belirttik; hatta geç bile kaldığını söyledik. Şimdiye dek iç etmenleri gördük. Amerikan emperyalizmi, çıkarları doğrultusunda her yeri kaşımak ister ama her yerde başarılı olamaz. Başarılı olduğu yerler, genelde iç etmenlerin olağanüstü olduğu yerlerdir –ki yukarıda Venezuela’da nelerin olağanüstü olduğunu açıkladık. Şimdi dış etmenlere bakalım.

Güney Amerika, Soğuk Savaş döneminde ABD ile Sovyetlerin çatışma arenalarından biriydi. Ancak yine de Küba’daki füze krizi gibi örnekleri saymazsak, bölgede doğrudan ABD’ye kafa tutacak güç bulunmuyordu. Oysa Sovyetlerin çöküşünden sonra özellikle son zamanlarda, Rusya’ya ek olarak Çin de etkili olmaya başladı. Çin’in bölgede büyük yatırımları ve yatırım planları var. Bir kere, Panama’ya alternatif olarak düşünülen Nikaragua Kanalı, bölgedeki Amerikan hegemonyasına büyük darbe vuracaktır. Amazon’un ortasında geçmesi planlanan Pasifik-Atlantik demiryolu, bölgedeki dinamikleri değiştirecektir.

Venezuela, Küba’yı saymazsak bölgede, hem Rusya’ya hem de Çin’e, emperyalizm karşıtlığı ekseninde en yakın duran ülke oldu. Bu iki ülkeye, dış ilişkilerinde her zaman öncelik verdi. Rusya-Gürcistan Savaşı sonrasında Abhazya ve Güney Osetya’yı tanıyan 5 ülkeden biri oldu. Bu da Batı’nın hiç hoşuna gitmeyen bir adımdı elbette. Venezuela, benzer biçimde birçok uluslararası konuda, Rusya ve Çin’i destekledi. Zaten yalnızca bunun için bile Amerikan emperyalizminin boy hedefi haline gelmişti.

Bunların dışında, Venezuela’nın Kolombiya’yla ilişkileri tarih boyunca neredeyse her zaman sıkıntılı olmuştu. Kolombiya, Venezuela’yı FARC’a arka çıkmakla suçlar; Venezuela da Kolombiya’yı başka yasadışı etkinlikler için. FARC’la barış görüşmelerinde Venezuela’nın en önemli oyunculardan biri olması gözden kaçmamalı. Kolombiya’daki barış sürecine dek, hemen hemen bütün Güney Amerika ülkelerinde hatırı sayılır bir Kolombiyalı sığınmacı nüfus vardı. Şimdi durum tam tersi oldu; siyasetin ötesinde, açlık nedeniyle, milyonlarca Venezuelalı, başta Kolombiya olmak üzere komşu ülkelere, hatta başka kıtalara (Doğu Asya’ya bile) kaçmış durumda… Güney Amerika’nın konumu, coğrafi büyüklüğü ve nüfus kalabalıklığıyla lider ülke olma iddiasındaki Brezilya’da ise eski yönetimler Venezuela dostu iken, yeni yönetim, keskin bir Venezuela karşıtı… Bütün bu dış etmenleri birleştirince, Venezuela’da darbe olması gerçekten şaşırtmıyor.

Ya Bundan Sonra?: 3 Senaryo: Libya, Kolombiya ve Aşı

Peki, bundan sonra ne olur? 3 senaryo gündemde. Bunlara şu adları verelim: Libya, Suriye ve aşı modelleri. Libya modelinde, Kolombiya ve Brezilya’nın girişimiyle Venezuela’ya askeri müdahale olabilir; Maduro düşer, yeni bir rejim kurulur. Bu yeni rejim, Libya’da ne kadar ‘başarılı’ olmuşsa, o derece ‘başarılı’ olur.

İkinci modelde, askeri müdahale olabilir, ancak bu durumda Maduro düşmez, onun yerine ülke, iki tarafın da tepeden tırnağa silahlı olduğu, yıllar sürecek kanlı bir iç savaşa yönelir, Kolombiyalaşır.

Üçüncü modelde ise Çin ve Rusya başta olmak üzere az sayıda ama etkili olan ülkelerin desteğiyle askeri bir müdahale engellenir, darbe başarısızlığa uğrar. Artık Çin ve Rusya, Libya konusunda kayıtsız kalma biçimindeki büyük hatalarından ders çıkarmışlardır. Venezuela’ya kayıtsız kalmazlar.

Bu aşı modelinde, Venezuela hükümeti de bütün bu olanları gerçekçi bir biçimde çözümler; nerede hata yapıldığına dair özeleştiri verir. Ülkede ekonomi çeşitlendirilir, tarım teşvik edilir, besinde kendine yeten bir ülke olunur. Protestocular için genel af çıkar. Ve Venezuela böylelikle, kutuplaşmayı geride bırakıp geleceğe bakan bir ülke olur.

Hangi senaryonun gerçekleşeceğini göreceğiz. Venezuela hükümeti, Amerikan emperyalizminin etkisini kırmak üzere her şeyden önce açlık sorununu çözmek zorunda. Yoksa Amerikan emperyalizmi bu durumdan yararlanmasını iyi bilir. Belki acil olarak, Rusya ve Çin başta olmak üzere destekçi ülkelerin insani krizi önlemek üzere Venezuela’ya gıda, ilaç vb. yardımı yapması önerilebilir. Bu, Amerikan emperyalistlerine karşı güzel bir dayanışma örneği olarak küresel imparatorluğa direnenler için bir umut olmakla kalmayacak, Venezuela’nın bağımsızlığını korumasında önemli bir işlev de üstlenecektir…

Bu vesileyle şunu belirtelim: Güney Amerika ve Latin Amerika aynı değil; Latin Amerika, Güney Amerika’dan daha geniş. Güney Amerika, coğrafi bir ifade. Kuzeyde Kolombiya ve Venezuela’dan, güneyde Arjantin ve Şili’ye uzanıyor. Örneğin, Küba ve Haiti, bu tarife girmiyor. Oysa ‘Latin Amerika’ ifadesi kültürel ve tarihsel bir ifade. Yanızca Güney Amerika’da değil Kuzey Amerika’daki eski İspanyol (ve diğer) sömürgeleri de içeriyor. Örneğin, Meksika. Latin Amerika’da bağımsız olmayan ülkeler de var. İlk akla gelen, Puerto Rico. Bu ada ülkesi Atlantik’te ABD’ye, Küba’dan da uzak olmasına karşın, bir Amerikan toprağı. Ayrıca, Latin kökenli çoğunluk düşünüldüğünde, ABD’nin Teksas gibi güney eyaletleri de bu Latin Amerika tanımına girebilir. Zaten Teksas, ABD topraklarına çok sonra, 1845’te katılmış; bu, Amerika-Meksika Savaşı’na yol açmıştı.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir