Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Nisan 25, 2024

“Türkler Asker Millettir”

Güney Anadolu’da bulunan Toroslarda artık günümüzde eski usul yaşamayan ama yakın zamana kadar eski gelenekleri sürdüren Yörüklerle yaşadım bir dönem. 1980’lerin başıydı ve resmen 10’uncu 11’inci yüzyıldaki gibi yaşıyorlardı. En çok dikkatimi çeken husus özellikle kadın ve erkeğin içe içe yaşıyor olmasıydı. Her şeyi beraber yapıyorlardı, iş ayrımı yok gibiydi aralarında. Erkekler daha çok hayvanları otlatmaya gidiyordu. Kadınlar akşamları hayvanları sağıp sütü kullanmak için hazırlıyordu. Kadınların aynı zamanda nasıl asker olduklarına da şahit oldum burada. 17-18 yaşlarında genç bir kızın yaklaşık 100 metre menzildeki bir dağ keçisini tek kurşunla nasıl avladığını gördüğümde hayranlığımı gizleyemedim. Kitaplarda hep rast gelirdim Türklerin asker millet olduğu ifadesine. Yörükleri gördükten sonra demek ki Türk’ün aslı gerçekten böyleymiş dedim.

“Sen Müslümansın ayağa kalk”
(AÇE’de) Türk olduğumu duyunca “Sen Müslümansın ayağa kalk” dedi. Bütün otobüse benim Türkiye’den geldiğimi ve Müslüman olduğumu söyledi. Herkes beni alkışlamaya başladı.

Bu ülkenin, bu milletin yetiştirdiği en önemli zihinlerden biri olan Prof. Dr. Teoman Duralı’nın önemli özelliklerinden biri felsefe alanında yaşayan en yetkin otoritelerden biri olmasına rağmen içinden çıktığı millete ve kültüre yabancılaşmamış bir aydın olması. Dünyaya hâkim olan medeniyet ve sistemi derinden tahlil eden bir felsefeci olmakla birlikte kendi değerlerine yabancı kalmayacak kadar kişilikli ve felsefi düşünce sisteminde öz diline, kültürüne, İslam’a, maneviyata ve irfani geleneğe vurgu yapan, Türkçeyi felsefe dili hâline getiren bir düşünür. Bu ülkeyi ve kültürel derinliğini en iyi bilenlerden biri olan Prof. Dr. Teoman Duralı ile tarihi, misyonu, geleneği, millî değerleri ve dili ile Türkiye’yi ve onun neler ifade ettiğini konuştuk.
Türkiye’yi konuşmaya adından başlayalım isterseniz? Türkiye ismi nereden geliyor? Tarihte aynı isimle anılmış bölgeler var mıydı?
Türk olmayanlar, Türklerin yerleştikleri bölgelere genellikle Türkiye adını vermişlerdir. Farklı toplumların kendi dillerinde Türkiye anlamına gelen isimler kullandığını biliyoruz. Mesela, Çinliler T’ukiu, Farslılar Türkistan demişler. Bugün kullandığımız Türkiye kelimesinin kökeni ise Yunanca Turkie kelimesinden geliyor. Doğu Roma (Bizans) döneminde de bu isimle anılıyorduk. Ortaçağ Latincesinde ise Turkia olarak. Arapçada Türkiye olarak karşımıza çıkıyor bu ifade. Bugün kullandığımız Türkiye kavramını, Arapların telaffuzundan aldık biz.
Birçok dilde karşılığı olan bir ifade anladığım kadarıyla. Bunun sebepleri nedir?
Bu soruyu Türklerin tarih boyunca çok farklı bölgelere yerleşmiş olmalarıyla cevaplayabiliriz. Herhâlde tarihin en konargöçer toplumu desek yanılmayız Türkler için. Asya’nın kuzey doğusundan kalkıp iç Asya’ya, oradan Orta Asya bölgesine ve buradan da İran üzerinden Anadolu’ya intikal etmişler. Geçiş güzergâhları üzerinde kalanlar olduğu gibi bir kısmı da Hindistan’a gitmiş. Öyle ki bir ara Babür Devleti’nin kurulduğu Hindistan’ın bir kısmının da Türkiye olarak anıldığını biliyoruz. Keza Memlûkler dönemi Mısır’ında da Türk ismi karşımıza çıkıyor. Hatta Balkanlar’da dahi Türkiye adıyla anıldığımız dönemler oluyor. Ama Türkiye ismiyle en fazla anıldığımız yer Anadolu oldu tarihte zira 1071 yılından beri yoğun biçimde Anadolu’da yaşadı Türkler.
Türkiye isminin hep başka milletler tarafından verildiğini söylediniz. Bunun istisnası yok mu?
Türkler kendilerini her daim Türk olarak nitelendirmiştir fakat kurdukları devletlere Türk adı vermemeye özen göstermişlerdir. Göktürkleri istisna tutarsak, Cumhuriyet Türkiye’sine kadar bu adın kullanıldığına rast gelmiyoruz.
Türklerin devletlerine Türk adı vermemesinin sebebi neydi?
Devletten anladıklarının ne olduğuyla ilgili bir durum bu… Tarihte iki tür devlet vardır. Birincisi dar kapsamlı olan ve Yunancada “polis”, Latincede “civis” dediğimiz kent devletleri. Arapçada Medine olarak bilinen devletlere Türkçede de “kent” diyoruz. Bir merkeze sahip şehir devletlerinde, çevresinde ufak köy yahut kasaba bulunur, ayrıca tarım arazisine sahiptir. Bu şehir devletlerinin halkı genellikle aynı soydan gelmektedir. Bir obanın, bir boyun devletleşmiş hâlini yansıtırlar. İkinci devlet türü ise daha kapsamlı ve çeşitli boylara sahip olan imparatorluk devletleridir. Türkler genellikle imparatorluk devletleri kurmuşlardır.
Göçebe eski Türkler için de geçerli mi bu dediğiniz?
Elbette geçerli. Fakat eski Türk devletlerinde üzerinde durmamız gereken ve devlet felsefesi açısından oldukça özgün sayabileceğimiz başka hususlar olduğunu da unutmamak gerekiyor.
Nedir bu özgün hususlar?
Türklerin en önemli özelliklerinden biri göçer hâlde devlet kurabilme kabiliyetine sahip olmalarıdır. Devlet, tabiatı gereği hep yerleşik olan, hareket etmeyen bir sistemdir. Latincede “status” kavramı devlet anlamına gelir ve durmak anlamındaki “stare” kelimesinden türemiştir bu kavram. Türklerde ise devlet tanımı değişiklik gösteriyor. Hareketli bir devlet sistemi var. Bunun ilk örneğine Türklerin atası olarak kabul edilen Hunlar zamanında rast geliyoruz. Teoman tarafından kurulan ve oğlu Metehan’ın geliştirdiği konargöçer boyların bir ittifakı olarak kurulmuş bir devlet bu. Söz konusu bu devletin diğer devletlerde rastlamadığımız bir özelliğini de herkesin asker olması oluşturuyor. Gündelik hayatınızda ne işi yaparsanız yapın asker olarak kabul ediliyorsunuz. Demirci olsun, çoban olsun meslek farklılığı hiç fark etmiyor, herkes asker. Aynı zamanda kadınlar da askerlik göreviyle yükümlü bu devletlerde. Türk toplumunda erkek kadın ayrımının hemen hiç yapılmadığına kendi gözlerimle de şahit oldum.
Nasıl?
Güney Anadolu’da bulunan Toroslarda artık günümüzde eski usul yaşamayan ama yakın zamana kadar eski gelenekleri sürdüren Yörüklerle yaşadım bir dönem. 1980’lerin başıydı ve resmen 10’uncu 11’inci yüzyıldaki gibi yaşıyorlardı. En çok dikkatimi çeken husus özellikle kadın ve erkeğin içe içe yaşıyor olmasıydı. Her şeyi beraber yapıyorlardı, iş ayrımı yok gibiydi aralarında. Erkekler daha çok hayvanları otlatmaya gidiyordu. Kadınlar akşamları hayvanları sağıp sütü kullanmak için hazırlıyordu. Kadınların aynı zamanda nasıl asker olduklarına da şahit oldum burada. 17-18 yaşlarında genç bir kızın yaklaşık 100 metre menzildeki bir dağ keçisini tek kurşunla nasıl avladığını gördüğümde hayranlığımı gizleyemedim. Kitaplarda hep rast gelirdim Türklerin asker millet olduğu ifadesine. Yörükleri gördükten sonra demek ki Türk’ün aslı gerçekten böyleymiş dedim.
Bugün böyle bir şey yok ama değil mi?
Yok tabii. Cumhuriyet ile bu gelenek bitmiştir. Mustafa Kemal’in meşhur bir emri vardır: Sivil hayata devam etmek, siyasete girmek isteyen asker üniformasını çıkarsın. Askerlik ile bağlar bu şekilde kesilir. Osmanlı’nın son dönemlerine kadar “asker millet” geleneği devam eder bizde. Devlette rütbesi artan herkese paşa unvanı verildiğini hatırlayın.
Göçebe Türklerin kurduğu devletlerin başka münhasır özellikleri var mıydı peki?
Konargöçer devletin bir başka özelliği de devletin merkezinin hareket hâlinde olmasıydı. Hakan yani ordu kumandanı da sefere çıkardı ve otağını nereye kuruyorsa devletin merkezi orası olurdu. Göktürklerin Beşbalık denen bir merkez şehri vardı fakat bu bir istisna teşkil ediyordu. Konargöçer devletlerin büyük çoğunluğunda görülmezdi bu adet. Türklerde bu gelenek, II. Selim’e kadar devam etmiştir.
Ondan sonra bitti mi bu gelenek?
IV. Murat gibi istisnalar var tabii ama büyük oranda bitti. II. Selim’den itibaren Türk Hakanları yola çıkmaz oldu. Merkez artık İstanbul olmuştu. Önceleri bundan ötürü Sultan Selim’i hep suçlar, “dumura uğramış bir ruh” derdim onun için ama tecrübe ettiğim bir olay sonrası yanıldığımı anladım.
Neydi bu olay?
1993 yılının Ocak ayında Endonezya’nın Sumatra eyaletinin merkezi olan Banda Aceh şehrine gitmiştim. Bölgedeki en dindar Müslümanların bulunduğu yerdir burası. Sumatra’nın kuzeyinde bir şehirden Açe’ye gidiyordum. Bölge halkına göre farklı bir simaya sahip olduğumdan dikkat çekmiştim. Yanımda oturan birisi nereli olduğumu sordu. Türk olduğumu duyunca; “Sen Müslümansın ağaya kalk” dedi. Bütün otobüse benim Türkiye’den geldiğimi ve Müslüman olduğumu söyledi. Herkes beni alkışlamaya başladı. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Yol bitene kadar benim hakkımda konuştular. Açe’ye vardığımızda cuma günüydü ve beni namaza götürdüler. Hemen herkese tanıttılar ve tuhaf bir ün saldım orada. Namazdan sonra imam; “Bizim burada bir âlimimiz var onunla tanışmanı istiyorum” dedi. Âlim dedikleri kişi din ve tarihten anlayan bir adamdı. Buranın tarihini biliyor musun dediğinde bilmediğimi söyledim ve anlatmaya başladı: 16’ncı yüzyılda bizim buraya Portekizliler dadanmıştı. O zaman biz İstanbul’a bir heyet göndermiştik. Tahtta Kanuni Sultan Süleyman vardı. 2-3 ay zamanda İstanbul’a varabilmiş heyet. Kanuni o zamanlar Zigetvar Seferi’ne çıkmış. Heyet bu yüzden Kanuni ile görüşememiş. İstanbul’da sultanı beklerlerken Kanuni’nin seferde öldüğü haberini almışlar. Veziriazam Sokullu, İstanbul’a dönmüş II. Selim’i tahta çıkarmak için. Tabii bir yıl gibi bir zaman geçmiş heyetin gelişinin üzerinden. Yeni sultana dertlerini arz etmiş heyettekiler. II. Selim’in emri ile bir grup asker Açe’ye yola çıkmış. Açe’yi Portekizlilerden kurtarmışlar ama sultanın merkezde olmaması çok zaman kaybettirmiş. Belki Açe’yi kurtarmışız onların elinden ama bölgeye yakın diğer yerlere dadanmaya başlamış Portekizliler. Osmanlı buralara yetişememiş yazık ki. Bu olay, devletin karar merkezinin yerinde olmadığında bazı şeyler için çok geç kalınabildiğini fark ettirdi bana.
Anlattığınız bu olay ve Açe halkının Türkiye’den gelen biri olarak size gösterdiği hürmet, aynı zamanda Türkiye’nin ve Türklerin Müslüman dünyasında nasıl algılandığı hakkında da bir fikir vermiyor mu bize?
Elbette ama sorunuza karşılık gelecek daha net bir tecrübemi paylaşayım isterseniz sizinle. Malezya’nın kuzey batısında bir üniversiteye evrim üzerine konuşmaya gitmiştim. Konuşmanın sonunda yaşlı biri söz isteyerek ayağa kalktı. Konuşmamın hiç ilgisini çekmediğini, kendisinin edebiyat hocası olduğunu ve evrimden filan da hiç anlamadığını söyledi. Niçin burada olduğunu ise “Yaklaşık yarım asırdır bir Türk’ü bekledim” diyerek açıkladı. Sözlerine şu şekilde devam etti yaşlı adam: “1918’de savaş bitti ve bizim halifemiz esir edildi. Sırtımızı dayadığımız duvar yıkıldı, yetim kaldık. Sonra inanılmaz bir olay patladı. 1919’da halifemizin yakın çevresinde bulunan Türkler, başlarında efsanevi bir kahramanla (Mustafa Kemal’i kast ediyor) ayaklandılar. O günlerde haberleşme nakıs. Singapur’da yayım hayatına hâlâ devam eden The Straits Times diye bir gazete çıkardı. Bu gazete haftada bir buraya ulaşırdı. Bizim büyüklerimiz sabırsızlıkla bekler, gazete gelir gelmez üstüne yığılırlardı. Türkiye’de sürüp giden bu savaşın encamı nedir, ne durumdadır diye merakla ve umutla haber almaya çalışırlardı. Biri alır gazeteyi, meydanda toplanan çoluk çocuk, kadın erkek, herkese tercüme ederek okurdu. Sonra bir gün zafer haberi geldi. Töremizce ayıp olmasına rağmen amcalarımız, dayılarımız, babalarımız sokaklarda şıkır şıkır göbek attılar.” Bu tarihi anekdotu anlattıktan sonra bana; “Zaferi kazandıktan sonra size karşı ne kabahat işledik ki bize sırtınızı döndünüz, Müslümanları niye terk ettiniz?” diye sordu. İhtiyar adamın sorusu karşısında dumura uğradım.
Ne cevap verdiniz peki?
Bana öyle bir soru sordunuz ki “Allah’ım taşıyamayacağım yükü bana bindirme” ayetinin ne demek olduğunu hissettirdiniz dedim. Sorusunun elbet bir cevabı olduğunu ama siyasi bağlamda buna cevap veremeyeceğimi söyledim. Gönlümüzün her zaman beraber olduğunu, elimizde maddi güç bulunmadığını fakat manen her zaman beraber olduğumuzu söyleyebildim kendisine.
Türkiye’nin tarihi anlamda bir sorumluluğu var gibi görünüyor. Türkiye tam olarak neyi temsil ediyor sizce?
İnsanların tek tek kişiliği olduğu gibi milletlerin de kişiliği vardır. Milletler kolektif bireylerdir. Nasıl her birimizin özellikleri varsa İngiliz, Türk veya Çin milletinin de kendine has bir kişiliği var. Bu kişiliklerin temelinde bir olağan gidiş vardır bir de olağanüstü yön olabilir. O olağanüstü cihet, o milletin kendisine vasıl olmuş bir çağrıya bağlı olarak şekillenir. Tıpkı insanlarda olduğu gibi bazı milletlerin de aldığı çağrılar vardır. O bir ödevdir, yükümlülüktür. Türk milleti öteden beri hep devlet kurmuş, devlet yıkmıştır. 16 devlet kurup 15’ini yıkmışız tarih boyunca. İşimiz gücümüz mü yok ki sürekli kurup yıkıyoruz?
Neden yapmışız bunu?
Devletin temelinde üç sütun vardır; hukuk, siyaset, iktisat. Üçü de adalete dayanır. Adalet yoksa o yapı durmaz yerinde. Türk’ün öteden beri ülküsü adaleti sağlamak ve dağıtmak olmuştur. Kurduğu devletler oba veya boy devletleri değildir. Yani nüfus aynı soydan gelmez, değişik soylar bir arada olur hep. Bu değişik soyları da ayrım yapmadan yönetir. Bu ülküsünün doruğunu Müslüman olduktan sonra yaşıyor Türkler. 751 yılında Talas ovasında Çinlilerden kaçarken gelen Müslüman Arap ordusuna dâhil oluyor bizimkiler. Arap kumandanın hayretten ağzı açık kalıyor ve “Türk iman” diye bağırıyor. O “Türk iman” Farsçada “Türkoman” olmuş, Türkçe telaffuzda da “Türkmen.” İman etmiş Türk yani. Böyle bir boy veya oba yok. İhtida eden Oğuzlara Türkmen denmiş. Türk’ün eskiden beri ruhuna işleyen Kızıl Elma anlayışı bundan sonra iyice şahlanıyor. Kızılelma, bazılarının söylediği gibi belli bir mekâna atıf filan değil. İstanbul’muş daha sonra Viyana olmuş, hiç alakası yok. Kızılelma, Türk’ün adaleti sağlama ülküsüdür. Bu ülkü, Türk devletlerini yönlendirmiş önemli bir saiktir. Babürleri, Uygurları, Göktürkleri, Harezmileri, Selçukluları, Osmanlıları yönlendiren bir idealdir. Bunun en bariz tezahürünü tarihte üç adamda görüyorum: Büyük Göktürk veziri Bilge Tonyukuk, Fatih Sultan Mehmet ve Abdülhamid Han.
Az evvel maddi olarak yetersizliğimizden bahsetmiştiniz. Tarihimizde maddi anlamda aktif olduğumuz dönemler Abdülhamid Han sonrasında sonlanmış gibi gelir bana. Yanılıyor muyum?
Abdülhamid Han bana bir sır olarak görünür. Muazzam bilinçli bir lider… O bilinç nereden geliyor bu adama? Öyle ahım şahım bir öğrenim de görmüş değil fakat Abdülhamid’e baktığımda 2 bin yıllık Türk tarihinin taçlanmış hülasasını görüyorum ben. Bir de tabii Fatih zamanında Fatih olmak, Abdülhamid zamanındaki çöken devleti ayakta tutmak kadar zor değildi. Dönemleri de iyi görmek lazım. Çöken devleti tuttuğu gibi o devlete tekrar ülkülerini hatırlattı ve daha sonra yaşadıklarımızın zeminini hazırladı. İstiklal Harbi mucizesi gibi
bir mucizedir o. Onun zeminini madden ve manen hazırlayan Abdülhamid’dir.
Abdülhamid’in zeminini hazırladığı bu mucize gerçekleştikten sonra ne oldu peki, neyi kaybettik esas olarak?
Sakız oldu artık ağzımda söylemekten; yine söyleyeyim. Günümüz çağdaş İngiliz Yahudi medeniyetine karşı savaşan son medeniyet İslam medeniyetiydi ve bu medeniyet 1919’da Mondros mütarekesiyle beraber yıkıldı. İslam medeniyetini ortadan kaldırmak çağdaş medeniyetin başta gelen ödeviydi. Kendi iktidarını pekiştirmek için onu silmesi gerekiyordu. İslam bayrağının bin yıllık taşıyıcısı, koruyucusu ise Türklerdi. Şakası yok Selçuklular Haçlıları durdurmasaydı İslam medeniyeti çökecekti. Din olarak da Müslümanlık derkenar gibi bir şey olacaktı. Batı Asya topyekûn Hıristiyanlaşacaktı. Dinin varlığını sürdürmesini önce Selçuklulara borçluyuz, sonra onlardan bayrağı devralan Osmanlılara. Hülasa çağdaş küresel yapının kendi iktidarını tesis etmesi için Türk’ü ortadan kaldırması gerekmiştir. Bunlar benim çıkarımlarım değil. Lozan’da İngiltere’nin temsilciliğini yapan Loyd George söylüyor bunları. Türkleri yok etmek ve en iyisi Orta Asya’ya geri sürmek gerektiğini öne sürüyor adam. George’un dediği kör atışı değildir. Bunun bir manası ve mantığı var. I. Dünya Savaşı’nda Türk’ü sindirdiğini ve bu sindirilmiş Türk’ten kurtulmanın yolunun açıldığını düşünüyor. “Nihayet o gün geldi çattı, biz bunlardan kurtulacağız” düşüncesi hâkim. Zaten bunun tasarısı uzun zamandır yapılıyor. Mesela bu tasarıyı yapan en önemli adamlardan biri Alexander Parvus; “Türkleri soyca yok edemiyorsak manevi açıdan silmemiz lazım. Bunların gelenekleri görenekleri yok edilmelidir” diyor.
Bir yerde aptallaştırma projesi yani bize reva görülen.
Bu aptallaştırma bunamayla ilgilidir; insanın bütün hazinesi hafızadır. Hafızayı sildiniz mi insan biter. Her birimiz hafızanın hâsılıyız. Hafızan gitti mi insanlığın beşer derecesine düşer, mekanik bir varlık haline gelirsin. Bedenen silemeyince yani Sevr’i gerçekleştiremeyince, beklemedikleri Kurtuluş Savaşı patlak verince çaresiz hafızasızlaştırmaya başvurdular ve başardılar. Bunun da baş müeyyidesi manevi genetiğimizin değiştirilmesi oldu ve ortaya “Çağdaş Türk” dediğimiz bir tip çıktı.
Etkileri hâlâ devam ediyor değil mi?
Etmez mi! Bu milleti çok yakından tanıyan biriyim. Kaç yıldır nesiller gözümün önünde resmigeçit yapıyorlar. Uzaktan da seyretmiyorum bilfiil onlarla beraberim hoca-talebe ilişkisi hâlinde. Tarihi değerlerimizden, müktesebatımızdan adım adım adım uzaklaştığımızı görüyorum. Bugün son aşamaya gelmiş bulunmaktayız. Bizim özümüzü bir nebzecik hatırlatacak bir girişim olduğunda buna İngiliz Yahudi medeniyeti şiddetle karşı çıkıyor. Mesela İmam Hatipler. İyidir kötüdür tartışması yapmak istemiyorum. Bu okullar son derece düşük bir eğitim de verebilir, bilmiyorum ama bize geçmişimizi hatırlatma babında çok küçük bir girişimdir. Çünkü onun dışındaki bütün öğretim kurumları süreklice geçmişi unutturma çabasındadırlar. Bunlar ecnebi olsun yerli olsun fark etmiyor.
Çağdaş Küresel medeniyetin en önemli mekanizmalarından biri de modern okullar olmadı mı zaten?
Tabii ama bu işin sadece bir yönü… Küreselciler bütün cephelerden taarruz ediyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında bize kendi müziğimizi unutturmak en önemli olaylardan biriydi mesela. Bize çok yabancı gelen bir müzik kültürünü benimsetmek üzere Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası sefere çıkardı Anadolu’ya. Milleti zorlarlardı konserlerin verildiği okul salonlarında orkestrayı dinlemeleri için. Ahali dağılırken gazetecinin biri vatandaşa soruyor ve vatandaş; “Bayburt, Bayburt olalı böyle zulüm görmedi” diyor. Çok dikkat çekici bir olaydır bu. Bütün alanlarda unutturma projesi işletiliyor.
Başka hangi alanlar var?
Lisan meselesi mesela… Beki de en önemli alanı bu oluşturuyor. Türkiye demek baştan aşağı Türkçe demektir. Herhalde yeryüzünde bizim kadar dilini hor gören, sırt çevirmiş bir millet daha yoktur. Dil, öz demektir. Dili teşkil eden sözlerin her biri tarihimizin resimli romanıdır. Seslerden ibaret değildir, sözlerin bir tasavvur arka planı vardır. Bunu attığınız vakit o hafıza silinir. Bir mülakatta bana “Hocam edep, ahlak, etik nedir?” diye sordular. Edep ile ahlak farklı iki şeydir ama ahlak ile etiği neden ayırıyorsunuz dedim. Etik, ahlak demektir, ahlakın Frenkçesidir. Kelimenin açıklamasını yaparsınız ama açıklamanın ötesinde onun bir tasavvur tarafı vardır. Dışarıdan aldığınız bir kelime size hiçbir etki bırakmaz. Etik dediğinde bir şeyi hayal etmem ama ahlak dediğimde ederim. Ahlaksız adam dediklerinde mesela çok ağır bir hakarettir. Etiksiz adamın ise bir karşılığı olmaz benim tahayyülümde. Birine sarılırken mesela “canım, hayatım” demek başkadır. Bunun hafızada ve ruhta bir karşılığı vardır. Ama aynı insana “dirimim, yaşamım” diye hitap ederseniz hem sizde hem karşınızdakinde anlamını yitirir eyleminiz. Böyle saçmalıkların peyda olmasındaki esas sebep hayat, ahlak gibi kavramların İslam’ı çağrıştıran kavramlar olmasındandır. Hülasa dilimize yapılan bu kıyım, esasen Türklükten İslamiyet’i sıyırma projesidir.
Türkiye bugün çağdaş küresel medeniyetin neresinde duruyor? Tarihteki misyonunu hatırlamaya yönelik bir çaba içinde olduğunu söyleyebilir miyiz?
İyi kötü bir gayretle karşı karşıyayız. Özellikle son 10 yılda bir kıpırdama var ama öylesine sert tokatlar yiyoruz ki vazgeçme raddesine geldik. O çabanın arkasında yatan birinci saiki ölçemiyorum. Size şöyle söyleyeyim; bir Abdülhamid bilinci yok ama önceki yıllara oranla bir gayret var. Öteki İslam ülkeleriyle temas kurma bakımından önemli bir yol alındığına kuşku yok. Zaten İslam ülkelerinin karıştırılmasının nedeni de Türkiye liderliğindeki bu yolu kesmek içindir. 2010 yılında Tunus’ta başlayan ve adına Arap Baharı dedikleri olaylar da bu girişimlerden bağımsız değildi. Bütün Arap ülkelerinde baş gösteren kargaşanın esasen bizimle ilgili olduğu kanısındayım. Bu bir paranoya belirtisi olarak algılanmasın. I. Dünya Savaşı’nın esas sebebi Osmanlı’yı ve dolayısıyla da İslam’ı yıkmaktı. Yıllar sonra Türkiye’nin, tarihsel mirasına dönmeye kalktığını fark edince birçok İslam ülkesinde operasyonu başlattılar. Orada bizim de dehşet hatalarımız oldu tabii. Adettendir, üstün bir siyasi ülküyü takip ediyorsanız ketum olmak zorundasınızdır. “Biz Suriye ile vizeleri kaldırdık. Yakında pasaportlar kalkacak. Türkiye, Suriye, Ürdün birleşecekler” dediğiniz anda bitersiniz. Sizi yok ederler.

Kaynak: lacivertdergi.com

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir