Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Mart 29, 2024

Mezhepler Tarihi Ne Söyler?

Aslında mezhepler tarihi alanı, sosyolojiyle yakından ilgilidir. Mezhepleri doğuran amiller, sosyolojik zaruretlerdir. Bir mezhebin doğuşu, mensuplar edinmesi ve sönüp gitmesi/bugüne ulaşması İslâm toplumunun yapısı ve işleyişiyle ilgilidir. Hiçbir mezhep durduk yerde ortaya çıkmaz. “Efendim, bu mezhepler nereden çıktı, İslâm’da mezhep yok” gibi ifadeler, kaba tabirle sosyoloji bilmemekten kaynaklanır.

İslâm mezhepleri tarihi oldukça renkli bir alandır ve neredeyse ucu bucağı da belli değildir. Bugüne ulaşmamış mezheplerden tutun da günümüzde sadece ufak bir bölgede varlığını sürdürenine kadar birçok İslâm mezhebi doğmuş, gelişmiş ve ölmüş/bugüne ulaşmıştır.

Bugüne ulaşmış yaygın İslâm mezhepleri içinde Asr-ı Saadet’e en yakını Hanefî mezhebidir. M. 699’da Kûfe’de doğan Ebû Hanife’nin (ö. 767) -çocukluk yıllarında da olsa- Sahabeden Abdullah İbn-i Mes’ûd (ö. 652) ile görüştüğü söylenir. Fakat bu rivayeti doğru kabul edemeyiz. Çünkü her ikisinin de doğum ve ölüm tarihleri bu rivayeti doğrulamıyor. Fakat İbn-i Mes’ûd’un ömrünün sonunda Kûfe Kadısı olması onun, Kûfe ile ilişkisini ve bu şehirde doğup büyüyen Ebû Hanife’nin ailesiyle bu sahabî arasındaki bağlantıyı gösteriyor. Ebû Hanife ile çağdaş olan en ünlü mezhepler tarihi siması Malikîlik mezhebinin imamı Mâlik b. Enes’tir (711-795). İmam Şâfiî (767-820) Ebû Hanife’nin öldüğü yıl doğmuş, Ahmed b. Hanbel (780-855) ise Şâfiî’den on üç yıl kadar sonra doğmuştur.

Ehlisünnetten addedilen Sevrî ve Evzaî mezhepleri ise mensupları bugüne kadar gelmeyen iki mezheptir. Süfyân-ı Sevrî (715-778) içtihada yer vermemesiyle tanınıyor ve sufîler kadrosunda da adı geçiyor. İmam Evzâî (707-774) ise mezhepler tarihinde, mensupları M. 900’lerin sonlarını müteakip yıllarda kalmayan mezhep sahibi imamlardandır.

Bunlar ‘amelî’ yani konunun daha çok ibadetler ve hukuk boyutuyla ilgili mezheplerse de itikadî mezhepler olarak tanınan Eşarî ve Matürîdî mezheplerinin sistemleşebilmesi biraz daha sonra vuku bulmuş gözükmektedir. İmam Eş’arî (874-936) ve İmam Matürîdî (853-944) yaşadıkları dönemde kendilerinden önceki “usûl-i din” (inanç alanı) birikimini değerlendirmişlerdir. Matürîdî Ebû Hanife’nin itikatla ilgili görüşlerini sistemleştirmiş, Eş’arî ise önceleri mensubu olduğu Mutezile mezhebinin amansız bir muhalifi olarak alanla ilgili çalışmalar yapmıştır. Ebû Hanife’nin başlangıçta kelâm ilmiyle ilgilendiği biliniyor. Fıkh-ı Ekber adlı risalesi onun itikat konularıyla ilgili tavrını yansıtır.

Aslında mezhepler tarihi alanı, sosyolojiyle yakından ilgilidir. Mezhepleri doğuran amiller, sosyolojik zaruretlerdir. Bir mezhebin doğuşu, mensuplar edinmesi ve sönüp gitmesi/bugüne ulaşması İslâm toplumunun yapısı ve işleyişiyle ilgilidir. Hiçbir mezhep durduk yerde ortaya çıkmaz. “Efendim, bu mezhepler nereden çıktı, İslâm’da mezhep yok” gibi ifadeler, kaba tabirle sosyoloji bilmemekten kaynaklanır. Şöyle de diyebiliriz: Toplumları işleyiş kurallarının (İslamî literatürde ‘sünnetullah/âdetullah) farkında olunmazsa mezheplerin neden ortaya çıktığı anlaşılamaz ve mezheplerin doğuşu ve yayılması İslâm’a zararlı bir gelişme olarak algılanabilir.

Mezheplerin ortaya çıkışı, İslâm dünyası için bir zaruretti. Bu çıkış, İslâm dünyasında ilim dallarının şekillenmesinde, tartışmaların sağlıklı bir zeminde gelişmesinde önemli rol oynamış gözüküyor. İslâm dünyasının sınırları genişledikçe, farklı din mensupları İslâm’a girdikçe, soruların ve sorunların ortaya çıkması da kaçınılmazdı. İnsan soru soran bir varlıktır; yeni girdiği bir dinle ilgili safiyetle soracağı soruları da illa ki olacaktı. Mezhepler, öncelikle bu sorulara cevap veriyordu. Mensupları artıp itikat, hukuk ve ibadet konularıyla ilgili içtihatlar netleşince dinin eğitim ve öğretimi de kolaylaştı.

İslam dini, Hicaz bölgesiyle sınırlı bir din olarak kalsaydı belki de buna gerek kalmazdı (bundan da emin olamayız). Fakat İslâm’ın yayılış tarihi ile mezheplerin yayılış ve şekillenişi arasında yine sosyolojik bir bağlantı vardır. Mezhepler, bu ihtiyaçlara cevap vermek üzere ortaya çıktı. Bu çıkış, bir derneğin veya cemiyetin -önceden tüzüğü, prensipleri belirlenerek- kuruluşu gibi olmamıştır elbette. Söz konusu meselelere kafa yoran, Kur’ân’ı ve hadisleri bu meselelere cevap bulmak üzere öğrenmeye ve kavramaya çalışan âlimler zuhur etti ve halkın sorularına en ikna edici cevapları verebilen ulemanın etrafında birer ‘halka’ oluştu. Bu halkaların genişlemesi ve sistemleşmesi de son derece doğal yollarla olmuş gözükmektedir. Gazalî’nin yaşadığı çağa gelindiğinde İslâm dünyasında mezhepler artık tarafgirlik kıskacına kapılmış bulunuyor, bu da zaman zaman çeşitli mezhep mensupları arasında anarşi doğurabiliyordu. Selçuklu idaresi bu sorunu çözmek üzere bir girişimde bulundu; Nizamiye medreselerini kurarak Gazalî’yi başına geçirdi.1

İnsanoğlu kavgaya ve gürültüye her zaman meyyaldir ve bu durum İslâm toplumları için de geçerlidir hâliyle. Mezheplerin zaman zaman tarafgirlik saikiyle aralarında çatışmış olması, birer içtihatlar külliyatı olan mezhep kitabiyatında yer alan görüşlerin zamanla Kur’ân hükmü zannedilmesi gibi bir kısım olumsuzluklar, mezheplerin sosyolojik değerini azaltmaz.

Mezheplerin, İslâm toplumunun Sahâbe’ye en yakın bir döneminde şekillenmeye başladığı sıralarda, herhangi bir müdahaleyle değil, hadiselerin doğal akışı içinde gelişmiş olmaları sebebiyle bizim için bugün son derece değerli bir birikim oluşmuş bulunuyor. Bu birikim, sonuç itibariyle ‘kul yapısı’dır ve vahiy ürünü değildir.

Mezhepler vahyin belirlemede bulunduğu alanlarda vahyi esas almış, sahih Sünnet’i göz önünde bulundurmuş, Sahâbe kavline önem vermiş, âlimlerin, üzerinde büyük oranda birleştiği hükümlere (icmâ) ayrı bir değer vermiş, vahyin belirlemediği alanlarda sağlam örfü göz önünde tutmuş ve nihayetinde bütün bunları harmanlayarak, ihtiyaç duyulan yerlerde içtihada başvurmuştur.

Mezhepler tarihi, bize bunları ayna gibi yansıtan bir alan olarak, ülkemizde sadece İlâhiyat fakültelerinin sahasına bırakılmıştır. Buralarda da Kelâm bilim dalının gölgesinde varlığını sürdürüyor. Sonuçta hem sosyolojiyle hem Kelâm ilmiyle hem de genel tarih alanıyla ilgisi görmezden gelinemeyecek bir disiplindir.

1 Konunun bu boyutunu geçen sayıdaki ‘Deneme’mizde dile getirmiştik.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir