Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Salı, Mart 19, 2024

Kaşıkçı’dan Geriye Kalanlar

Körfez’de Genç Arap kuşağın yani gılmanların yükselişiyle birlikte üçüncü İttihatçı kuşağı da zuhur edip, tarih sahnesinde yerini almıştır. Bu yeni kuşak gılmanların veya genç Arapların sahne alması, Arap Baharı ertesine rastlamıştır. 2011 yılında başlayan ve yaşlı Arap kuşağını silkeleyen Arap Baharı’nın ardından 2013 yılı darbelere sahne olmuştur. Bunun akabinde bilhassa Suudi Arabistan’da yaşlı kuşağın irtihali ve köşesine çekilmesi ile genç Araplar öne fırlamış, sahneye çıkmıştır.

Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul Konsolosluğu’nda planlı ve önceden tasarlanarak hunharca öldürülmesi, Körfez’deki kötü enerji birikiminin habercisidir. Bu işi kanlarında komitacılık olan Kuveytli düşünür Abdullah Fehd Nefisi’nin ifadesiyle yaşlı ve yorulmuş kuşağın çekilmesinin ardından yerine gelen ‘gılman’ tabir edilen üçüncü kuşak İttihatçıların veya Körfez İttihatçıların marifeti olduğunu söyleyebiliriz. Gerçi Nefisi dünyanın neden bu kadar Kaşıkçı cinayetine dikkat kesildiği, ilgili olduğu halde Myanmar’a ilgisiz olduğunu da soruyor. Yeni dönemde Genç Türklerin yerini genç Araplar (gılman) almış bulunuyor.

Nitekim Muhammed Haseneyn Heykel ‘Öfkenin Sonbaharı’ adlı eserinde 1952 yılında Hür Subaylar darbesiyle birlikte Mısır merkezli bu tarz bir İttihatçı zümrenin, Arap kuşağının iktidara geldiğini ifade etmiştir. Hür Subaylar olarak anılan çetenin başına General Necip getirilmişse de gençler onun akil ve dengeli tutumlarından hoşlanmamışlardır. Bu nedenle de 2 yıl sonra (1954) Muhammed Necip’i azlederek ondan ve akil tutumlarından kurtulmuşlar yollarına rehbersiz ve körlemesine bir şekilde devam etmişlerdir. Zira Muhammed Necip, darbeci subayları kışlalarına çekilmeye davet ediyor ve sivillerin seçimlerle yeniden iktidara gelmelerinin önünün açılması için çabalıyordu. Bu gayret ve çaba, devrim meşruiyeti adına iktidarı ilelebet ellerinde tutmayı tasarlayan genç subayların (Hür Subaylar) hoşuna gitmez ve Muhammed Necip’i başlarından atarlar. Ardından sadece Mısır değil bütün bölge tepetaklak olur, felaketlere maruz kalır. Enver Sedat Muhammed Haseneyn Heykel’in bu tespitini yazdığı otobiyografisi veya hatıratı ‘El Bahsu ani’z zat/Kendimden Bahis’ adlı eserinde teyit ve tevsik eder, belgelendirir. Sedat’ın da belirttiği gibi onları doktrinel anlamda eğiten eski İstanbul İttihatçılarından Aziz Ali Mısri Paşa’dır. Osmanlı saltanatının yıkılmasının ardından soluğu Arap diyarında alan isimlerden birisidir. İkinci kuşak İttihatçılık, Mısır merkezli olarak başlamış ve ABD, bu zümrenin eski rejime yönelik darbeler ve darbeciler kuşağını desteklemiştir. Körfez’de Genç Arap kuşağın yani gılmanların yükselişiyle birlikte üçüncü İttihatçı kuşağı da zuhur edip, tarih sahnesinde yerini almıştır. Bu yeni kuşak gılmanların veya genç Arapların sahne alması, Arap Baharı ertesine rastlamıştır. 2011 yılında başlayan ve yaşlı Arap kuşağını silkeleyen Arap Baharı’nın ardından 2013 yılı darbelere sahne olmuştur. Bunun akabinde bilhassa Suudi Arabistan’da yaşlı kuşağın irtihali ve köşesine çekilmesi ile genç Araplar öne fırlamış, sahneye çıkmıştır.

“Benim Ülkemde Olanları Yansıtmaktadır”

Sağduyudan yoksun olan bu yeni kuşak, inanılmaz olaylara imza attı. Bunlardan en sonuncusu, Türkiye’nin tarassuduna takılan Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’da hunharca öldürülmesi olmuştur. Bununla birlikte genç Arap kuşağının irtikâp ettiği sakarlık veya hamakatların çetelesi oldukça kabarık bulunuyor. Bu cümleden olmak üzere yeni gılmanların veya kuşağının efendisi Muhammed Bin Selman, 2015 yılında Savunma Bakanı sıfatıyla ve ikinci veliaht olarak Yemen’e askeri müdahale emrini veriyor.

Bu, başlangıçta Husi karşıtı Yemenliler tarafından hoş karşılansa bile akabinde birçok yanlış uygulamanın üst üste gelmesiyle birlikte desteğini kaybetmiş, bu süreçte Yemen meselesi bataklığa dönüşmüş ve İran’dan sonra başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez askeri müdahale gücü de sorunun parçası haline gelmiştir. İşgalci sıfatıyla anılmaya başlanmıştır.

Nitekim Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen’de birçok suikasta imza atmış ve çok sayıda imam, davetçi gibi kritik pozisyondaki insanları veya kanaat önderlerini ortadan kaldırmış, suikastla susturmuştur. BAE’nin bu suretle İhvan yanlısı 38 kişiyi suikastla ortadan kaldırdığı kayıtlara geçmiştir. Bunun üzerine Tevekkül Kerman gibi Yemenliler, bu müdahalenin karşısına geçmişler ve açıktan bunu işgal olarak nitelendirmişlerdir. Tevekkül Kerman manidar bir biçimde şöyle diyecektir: What happened to Jamal reflects what is happening in my country. Bu cümle kesinlikle anahtar bir cümle ve şu anlama gelmektedir: Cemal Kaşıkçı’nın başına ne geldiyse ve ona ne yapıldıysa benim ülkemde olanları yansıtmaktadır. Cemal Kaşıkçı’nın, civa olarak tasvir ettiği görevden alınan Muhammed Bin Selman’ın danışmanı Suud Kahtani’nin infaz edileceklere dair bir kara liste hazırladığı belirtiliyor. Bununla birlikte attığı bir tweetinde kesinlikle izinsiz ve başına buyruk işlere kalkışmadığını yazmakta idi. Beşşar Esad da geçmişte Lübnan’da birçok siyasetçi ve milletvekilini kara listesine almış ve onları kademeli bir biçimde ortadan kaldırmıştı.

Bu nedenle de Cemal Kaşıkçı bir kan bedeli ödedi ama geride kalan birçok muhalifi de kurtardı. Mısırlı muhaliflerden Kutb el Arabi de esasında Cemal Kaşıkçı suikastının başarısız olmasının benzeri planları suya düşürdüğünü, akamete uğrattığını ifade etmektedir. Mısır, Bahreyn, BAE ile Suudi Arabistan’ın muhalifler konusunda üç aşamalı bir plan güttüklerini ama bu planının Cemal Kaşıkçı suikastıyla birlikte suya düştüğünü ve işlerlik kazanamadığını söylüyor. Bunlardan ilki Cemal Kaşıkçı gibi gönüllü sürgünde olan muhalifleri ikna ederek ülkelerine geri dönmelerini sağlamak. İkinci aşama ise muhaliflerin direnmeleri halinde onları uyuşturarak diplomatik kargo içinde zorla ülkeye dönmelerini temin etmek. Üçüncüsü ise bu iki aşamanın başarısız olması halinde bulundukları ülkelerde infaz edilmeleri, suikastlarla ortadan kaldırılmaları. Cemal Kaşıkçı cinayetinin akisleri ise bu planların rafa kaldırılmasını sağlamıştır. Nitekim Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adil Cübeyr dolaylı olarak bu vakadan ders aldıklarını ve benzeri olayların bir daha tekerrür etmeyeceğine dair kendince güvence vermiştir.

Post-Mortem Güvence

Bu pervasızlık ve sorumsuzluk sürecinin sonu Cemal Kaşıkçı cinayetiyle neticelenmiş ve Suudi Arabistan, modern tarihinde en büyük siyasi bir kriz ve vartayla karşı karşıya kalmıştır. Mekke eski Emiri Halit Bin Faysal yine Enerji Bakanı Halit Falih gibilerin itirafıyla bu kriz belki de ülkenin tanıdığı ve yaşadığı en geniş kapsamlı ve en tehlikeli kriz olmaya adaydır. Bunun sonucunda Muhammed Bin Selman’ın yeri sarsılırken Suudi Arabistan’ın geleceği de bahis konusu haline gelmiştir.

Yemen meselesini hazmedemeden ve bataklığa saplanmış halde iken 5 Mayıs 2017 tarihinde dört ülke; BAE, Bahreyn, Mısır ile Suudi Arabistan Katar’a yönelik olarak bir abluka kararı aldılar. Türkiye ile İran gibi ülkelerin arka çıkması ve desteğiyle birlikte Katar, bu ablukayı hafif sıyrık, hasarlarla atlatmış veya atlatma sürecini geçirmektedir.

Başkent Riyad’da Ritz Carlton meselesi ise skandal boyutuna ulaşmış ve Velit Bin Tellal gibi nice prensler burada gözaltına alınarak servetlerinin bir kısmından feragat etmeleri istenmiş ve sağlanmıştır. Burada ağırlananlardan birisi de Lübnan Başbakanı Saad Hariri olmuş ve Cemal Kaşıkçı’yı infaz timine Mahir Abdulaziz Mitrip gibilerini katan Kraliyet Divanı eski Danışmanı ve trol ordusunun başı Suud Kahtani tarafından kötü muameleye maruz kalmıştı.

Bunların dışındaki skandallardan birisi de Kanada ve Almanya ile sürtüşmeleridir. Kanada ile ilişkiler askıya alınmış ve Almanya’dan da Prens Halit Bin Bender geri çekilmiştir. Bir kriz yatışmadan diğerine geçen Suudi Arabistan’ın genç yönetimi, Cemal Kaşıkçı olayıyla birlikte baltayı taşa vurmuş oldu. Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Cübeyr örtülü bir mesajla bundan böyle bu tür vakaların tekerrür etmeyeceğine dair güvence veriyor. Bununla birlikte bu güvence post-mortem yani iş işten geçtikten sonra bir güvence olma kabilindendir. Muhammed Bin Selman ve genç ekibi İstanbul’da suçüstü bir şekilde kriminal radara yakalanmışlardır. Hazreti Ömer’e gelen bir suçlu ona Allah’ın rauf ve rahim ismiyle muamele edilmesini ister. Hazreti Ömer’in buna cevabı şu olur: Sen Allah’ın rauf ve rahim gibi isimlerini aşarak adl ismine dayanmış ve radarına yakalanmışsın. Bundan sonra iflah olmazsın ve cezan neyse çekeceksin.

Belki de Muhammed bin Selman’ın günah galerisine ilave edilmesi gereken hususlardan birisi de İsrail ile birlikte Filistin davasının tasfiyesine giden, amaçlayan ‘Yüzyılın Pazarlığı’ meselesine ortak olmasıdır.

Büyük Hayal Kırıklığı

Arap Baharı’nın ardından uzun süre Batı’da, İngiltere’de göz doktorluğu eğitimi almış kişinin (Beşşar Esad) şiddet olaylarını idare eden kişi ile aynı kişi olup olmadığı çok tartışılmış ve sonuçta Beşşar Esad’ın ‘demevi’ yani kan akıtmaktan zevk alan ve hoşlanan hastalıklı bir tip olduğu ortaya çıkmıştır. Nitekim BBC’nin yayınlamış olduğu bir belgesel de Esat ailesinin bu vahşiliği bütün çıplaklığıyla ortaya serilmektedir.

Başlangıçta hem Beşşar Esad hem de Muhammed Bin Selman, reformcu olarak anılıyor ve saygı görüyorlardı. Kanlı süreç ve karnavallarla birlikte cilaları dökülmüştür. Genç kuşağı temsil eden Muhammed Bin Selman’ın da başlarda bu tür eylemlere kalkışabileceği kimsenin aklına gelmiyordu. Tahminlerin ötesinde bir durumdu. Müstebit yaşlı kuşağın da icraatlarını aşan kanlı bir profil ortaya sermişlerdir.

Muhammed Bin Selman’dan önce de BAE’nin veliahdı olarak Muhammed Bin Zayed bölgede İhvan aleyhtarı yeni bir çığır açmıştır. Bu çığır, BAE ve Körfez ülkelerini Mısır’ın 1952 sonrası yaşadığı ortama sürüklemiş ve götürmüştür. Daha önce refah vahası olarak anılan ve bilinen BAE, genç kuşakla birlikte karanlık yüzünü göstermiş ve gıpta edilen değil korku duyulan bir mekân haline gelmiştir. İhvan fobisi bölgeyi 11 Eylül ve sonrasını hatırlatan olumsuz bir ortama sürüklemiştir.

İki Muhammed’den oluşan ve ‘Muhammedeyn’ diye çağrılan Körfez’in bu ikilisine bir de Trump’ın damadı Jared Kushner katılmış, eklenmiştir. Böylece şeytan üçgeninin sacayağı teşekkül etmiş ve tamamlanmıştır.

Cemal Kaşıkçı’nın Sırrı Ne?

Cemal Kaşıkçı tek kelime ile kaşıkçı elması kıymetinde paha biçilmez bir insandı. Suudi Arabistan eski İstihbarat Başkanı Türki Bin Faysal siyanet, himaye kanatlarını gerdiği ve himayesi altına aldığı eski tabirle himayegerdesi (protégé) Cemal Kaşıkçı’yı ‘demis’ birisi olarak tanımlıyor. Bu anahtar bir değerlendirmedir. Araplar sıcakkanlı, herkesle kaynaşabilen ve ülfet edebilen birisi için ‘demis’ tabirini kullanırlar. Mastar olarak ‘dimasetü’l hulk’ denilir. Bu ifade Cemal Kaşıkçı’nın üstün taraflarından birisini ortaya koymaktadır. Güzel ahlakı ve letafeti önde gelen meziyetleri arasında sayılıyor. Bu ona küresel çapta dost halkaları temin etmiştir. Bir de Batı’da gazetecilik yapması, gazeteci toplumunu onun tabii ortakları ve kader ortakları haline getirmiştir. Azzam Temimi’nin dediği gibi onunla dayanışmalarının nedeni budur. Kaşıkçı dostları vasıtasıyla veya açtıkları imkânlar vasıtasıyla bildiklerini kamuoyuyla paylaşabiliyordu. İşte bu sıfatları, Muhammed Bin Selman nazarında Cemal Kaşıkçı’yı dünyanın en tehlikeli, dahası sakınılması veya gerekirse tasfiye edilmesi gereken adamı yapıyordu.

İstihbarat alanında, konularında yazan Washington Post kıdemli yazarlarından David Ignatius, Kaşıkçı’nın eski velinimeti ve patronu Türki bin Faysal ile konuşmuş ve konuşmasının muhtevasını da gazetesindeki köşesine taşımıştır. Burada Türki Bin Faysal, Kaşıkçı’yı, Arab News günlerinden ve buradaki yazılarından tanıdığını söylüyor. Bu tanımayı da 1988 yani Afgan cihadı yıllarına dayandırıyordu. Ardından Faysal ailesi onu, ailenin gazetesi olan El Vatan gazetesinin yayın yönetmenliğine getiriyor. Sonrasında da Cemal Kaşıkçı’yı basın danışmanı olarak kendisiyle birlikte Londra ve Washington’a taşıyor.

Bununla birlikte Kaşıkçı’nın uzaktan yakından istihbarat dünyasıyla alakası olmadığını ve kesinlikle Suudi Arabistan istihbaratıyla bağlantılı olmadığını temin etmektedir. Bu, Cemal Kaşıkçı’nın sahasını aklamaktır. Bu mühim bir tanıklık, zira Türki ile bağlantısından dolayı kimileri Kaşıkçı’yı istihbarat âlemiyle içli dışlı sanıyordu. İhvan konusunda ters düştüklerini ve bu nedenle de 4 yıl önce yollarını ayırdıklarını belirtiyor. Bazen kişilerin ölümü, hayatlarından daha etkili olabiliyor. Seyyit Kutup veya en son örneği olarak Cemal Kaşıkçı’yı gösterebiliriz. Hallac’ın şöyle dediği mervidir: Ya sikati uktuluni feinne hayati fimemati: Ey dostlarım! Beni öldürün! Zira hayatım, ölümümdedir. David Ignatius ilgili makalesini bitirirken şöyle bir cümle kuruyor:

Ölüm bazen insanları hayattan daha fazla imkânsız sanılan hedeflerine ulaştırabilir. Muhammed Bin Selman’a ne olursa olsun; Kaşıkçı cinayetinden sonra Suudi Arabistan eski Suudi Arabistan olmayacaktır!

Türki Bin Faysal Cemal Kaşıkçı meselesi üzerinden Suudi Arabistan’a açılan aleyhte kampanya ve yüklenme nedeniyle Muhammed Bin Selman’ın ülke içindeki popülerliğinin katlandığını ifade ediyor. Bu olsa olsa sağlıksız bir belirti olur ve trollerin etkisini gösterir. Bilindiği gibi Suud el Kahtani için ‘trol ordusunun başı’ tabiri kullanılıyordu.

Fox News spikerlerinden Harris Faulkner de Müslüman Kardeşler üzerinden Cemal Kaşıkçı’nın geçmişini ve bağlantılarını karalamak isteyenlerden birisiydi. Bu hususta eleştirilmesi üzerine sadece görevi ve mesleği gereği zor sorular sorduğunu ifade etmiş ve merhumun Müslüman Kardeşler’e yakın durduğunu ifade etmiştir. Spiker Harris Faulkner keza 1980’li yıllarda gazeteci sıfatıyla Kaşıkçı’nın, Bin Ladin’le görüştüğünü hatırlatmıştır. Bin Ladin veya Abdullah Azzam ile mülakatları ve değerlendirmeleri Arap âleminde de hâlâ canlı tartışma konularından birisi.

Sözgelimi Abdullah Azzam’ın tekfirci olmadığını, mutedil bir insan olduğuna tanıklığı da sevenleri ile yerenleri arasında tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Yine Trump’ın oğlu Donald Trump JR da Cemal Kaşıkçı’nın Bin Ladin ile bağlantılı olduğunu ima eden tweetleri aktifleştirmiş, retweetlemiştir. Bununla birlikte ABD’de ana akım medya (New York Times, Washington Post) Cemal Kaşıkçı’ya inanılmaz derecede sahip çıkmıştır. Hâlâ da bunda ısrarcıdır. Bu fikirlerinden ziyade sağlam ve dost canlısı kişiliğiyle bu mahfillerde kabul gördüğünün işaretidir. Esasında Cemal Kaşıkçı’nın, Bin Ladin ile görüşmesini sorgulayanlar, Abdulbari Atvan’ın sözlerine kulak kabartmalılar. Atvan’ın sorguladığı gibi neden Batılılar Robert Fisk’ın onunla ve benzerleriyle görüşmesini hoş görüyorlar da bu, bir Müslüman olunca üzerinde şüphe bulutları dolaşıyor?  Neden? Sadece Fisk, Müslüman olmadığı, ötekiler Müslüman olduğu için mi? Bu durumda Batı hafızasında Müslümanlar, olağan zanlı oluyor. Bu gerçek karşısında Batı, görüşme tekeline erişerek ve bununla Bin Ladin’i dünyadan yalıtarak istediği gibi manipülatif alanda kurgu üretebiliyor ve gerçekleri saptırabiliyor.

Müslüman bir gazeteci bu gibi isimlerle bağlantı kurunca, mülakat yapınca zanlı hale düşerken Batılı birisi aynısını yaptığında sadece gazeteci sıfatıyla anılıyor. Robert Fisk olayı bunun en bariz örnekleri arasında yer almaktadır. Bin Ladin kitabı üzerine Cemal Kaşıkçı ile mülakat yapan Peter Bergen onun, ‘cihadist’ birisi olmadığına veya bu yönde gizli bir eğilim taşımadığına veya ajandasının bulunmadığına sadece gazetecilik yaptığına tanıklık etmektedir. Peter Bergen’in daha önce yaptığı ve olayın akabinde yeniden yayınladığı Cemal Kaşıkçı mülakatında ilginç detaylardan birisi, onun bir sahve/Islamıc awareness yani İslami uyanış çocuğu olmasıdır. Muhammed Bin Selman ise varlığını bu akım ile mücadeleye adamış, hasretmiş ve bu hususta milat olarak Cüheyman Uteybi ve arkadaşlarının kalkıştığı Kabe baskınının yapıldığı 1979 yılını baz almıştır.

Kaderin ilginç cilvelerinden birisi şudur ki Kaşıkçı, Suudi Arabistan’da Vehhabi kurumlarını ve din adamlarının tutum ve yaklaşımlarını eleştirdiği için ilk deneyiminde yönettiği Vatan gazetesinden kovulmuştur. Suudi Arabistan uleması, Kaşıkçı’dan hoşlanmamış ve gazeteyi yönetme biçiminden hazzetmemiş, memnun ve hoşnut kalmamıştır. Kulis faaliyetleri yaparak gazeteden ilişiğinin kesilmesine vesile olmuşlardır. Bu suretle Kaşıkçı da işini kaybetmişti. İlginçtir Kaşıkçı’nın savunduklarından bir kısmını liberalizm dalgası altında Muhammed Bin Selman gerçekleştirmiş ama Vehhabi uleması ses çıkaramamıştı. Yaptıklarının bir kısmını onaylamakla birlikte Kaşıkçı, Muhammed Bin Selman’ın yetkileri elinde toplamasından rahatsız oluyor ve bunun istibdat atmosferini körükleyeceğini düşünüyordu. Dinde reforma giderken siyasette istibdadı kökleştirmiş ve derinleştirmiştir.  Sefer Havali, Selman Avde gibileri hariç, istisna ulema-ı rüsum tabir edilen saray âlimleri, dinin sahasını savunacağı yerde istibdadın kökleşmesine arka çıkmıştır. Kaşıkçı aksine, Bin Selman’ı siyaseten devleşmesine karşı çıkıyor, eleştiriyor ve seçkinlerle diyaloğa geçmesini umut ediyordu. Aksine, Muhammed Bin Selman’ı analiz ve tahlil edenler, onun tek yanlı bir ilişki biçimine yatkın olduğunu ve sadece emir alıp emir verebileceğini düşünüyorlar. Bu açıdan Kaşıkçı’nın tavsiyesi tek yanlı bir tavsiye olarak kalmıştır.

Kaşıkçı’ya yöneltilen suçlamalardan birisi de Şii dailerden Nimr Nimr’in idamına destek vermesidir. Suudi Arabistan’da Şiilerin dışında bu idamı onaylamayan kesim bir elin parmaklarını geçmez. Kışkırtıcı Şii dailerinden birisiydi.

Kaşıkçı Olayında 
Devletlerin Aldığı Pozisyon

18 Temmuz’da (2018) Suudi Arabistan Başsavcısı Suud Mucep’in, Cemal Kaşıkçı’nın konsolosluk içinde öldürüldüğünü duyurması ya da başka bir ifadeyle ikrar etmesi üzerine Suudi Arabistan’ı destekleyen ülkelerin sesi kısılmıştır. Öncesinde söylenti ve komplo denilerek yapılan savunma, savunulamaz hale gelmiştir. Bu nedenle de ‘dost’ ülkeler meseleyi akışına bırakmışlardır. Yine de Saad Hariri gibiler hiffetlik (hafiflik) göstermişler ve hafiflik derecesiyle de herkesi şaşırtmışlardır. Son olayda Suudi Arabistan eskisi gibi İslam âlemini arkasında seferber etmeye çalışsa bile suçüstü vaziyette süngüsü düştüğü için başarılı olamamıştır. Arap Birliği’nden de cılız bir destek almıştır. Bu kriz Suudi Arabistan’a, gücünün sınırlarını ihtar etmiştir.

Bununla birlikte zaman zaman Putin ile Trump, Kaşıkçı olayında aynı tornadan çıkmışçasına sözler sarf ettiler. Delilleri görmeden kesin bir suçlama yapamayacaklarını ilan ettiler. Sonrasında bazen Trump, Muhammed Bin Selman’ın sorumluluğu ve faillerin cezalandırılması gereği noktasında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a da yakın düşmüştür. Süreçte OPEC ve petrol satışı üzerinden ortak haline gelen Rusya, Suudi Arabistan’a pek toz kondurtmadı. Kral Selman, Trump, Erdoğan ve sonra da Putin ile görüşerek ona, ülkesine davetini yineledi. Soğuk Savaş’ın eski rakipleri veya düşmanları, yeni dönemde birbirini kollamaya başlamışlardı. Basın, Kongre ve kurumların kıskacı, baskısı ve Kasım ayı yenileme seçimleri giyotini altında Trump, kıvranmaya başlamış ve cüzdanıyla vicdanı, siyasi kariyeri ile çıkarı arasında kalmıştır. Kriz uzayacak ve Kasım sonrasına kadar sarkacak olursa belki de Trump, Suudi Arabistan’ı savunmada eski günlerdeki coşkusuna geri dönebilir. Yeni sürpriz gelişmeler olur ve deliller infiale sevk ederse belki de Trump idaresi, Muhammed Bin Selman’a karşı daha soğuk ve katı davranabilir ve Magnitsky Yasası’nı uygulamaya mecbur kalabilir.

Önümüzdeki günler veya aylar, krizin alacağı seyir konusunda çok kritik. Trump idaresi duruma göre manevra yapabilir. Esasında Trump’ın yaklaşımı Başkan Roosevelt’in yaklaşımıyla aynı: Güvenliğe karşı, çıkar. Çıkarı da iki şekilde anlamak mümkün. Suudi Arabistan’ın, ABD’nin petrol tedarikçilerinden birisi olması ve petrolünü dolarla satmasıdır. Bu karşılıklı menfaatleri, silah satışları ile taçlanmaktadır. Bir de stratejik çıkarlar ve buna dayalı ortaklık bahis konusudur. Trump, 
Suudi Arabistan’ın, İsrail’in kayrılmasında ve İran’ın dengelenmesinde mühim bir köprübaşı olduğunu ifade etmektedir. Elbette Kaşıkçı’nın öldürülmesinde Rusya gibi Çin’i de ırgalayan, rahatsız eden bir husus 
yoktur.

İsrail, Muhammed Bin Selman’a ihtiyatlı bir destek verdi. Kimi Yahudiler, Trump gibi Muhammed Bin Selman’ın da sakar davranışlarıyla İsrail’e yük olabileceğini öngörüyor. İsrail açısından Cemal Kaşıkçı, stratejik bir şahsiyet miydi? Elbette Cemal Kaşıkçı İsrail karşıtı bir ‘militan’ değildi ve bu açıdan Kaşıkçı olayı, İsrail nazarında tali bağlantılar açısından önemlidir. İsrail, Suudi Arabistan’ı memnun etmenin dışında nazari olarak bu olayın bir tarafında olmak istemez. Bu açıdan da fonda her zaman CIA ile MOSSAD görünmekle birlikte acaba bizzat olayın içindeler miydi? Mevcut veriler ışığında buna net veya olumlu bir cevap verebilmek şansına sahip değiliz.

İran ekseni daima Suudi Arabistan veya bölge içinde karışıklıkları destekler ve arka çıkar. Özellikle de Yemen’de karşı karşıya geldikleri Suudi Arabistan ve yeni yönetiminin burnunun sürçmesini ister. Bununla birlikte olay karşısında ölüm sessizliğini yeğlemiştir. Berham Kasimi gibi yetkililer, bu hususta ser verip sır vermediler ve sessizliğe gömüldüler, sukutla geçiştirdiler. Sadece Emir Abdullahiyan, İran’ın bunu yapmasının kendilerini pek şaşırtmayacağını söylemiştir. Cumhurbaşkanı Ruhani biraz daha ileri giderek ABD olmasa Suudi Arabistan’ın bunu tek başına yapamayacağını iddia etmiştir. Ruhani ABD’nin fiilen işin içinde olduğunu mu söylüyor yoksa Muhammed Bin Selman’ın başı sıkıştığında kendisini kurtaracağını düşünerek ve varsayarak bu eyleme kalkıştığını mı ima ediyor? Amerikan istihbaratının, Kaşıkçı’yı izlediği genel bir varsayım. Bu varsayma dayanarak kimileri, Amerikan istihbarat kuruluşlarının Kaşıkçı’yı uyarmadığını söylüyor. Dolayısıyla cinayetin işbirlikçisi olarak görüyor. Elbette Muhammed Bin Selman, Trump idaresine güvenmeseydi bu eylemi gerçekleştiremezdi. Ama bu, fiili destek aldığı anlamına da gelmez.  İkisi birbirinden farklı. Kriz öncesinde ve sırasında İran ile Suudi Arabistan arasında bazı cilveleşmeler oldu ise de bu vetire ileri gitme şansı bulamadı.

Kaşıkçı olayında en ileri düzeyde tepki gösteren Avrupa ülkeleri oldu. Özellikle de İngiltere, Fransa ile Almanya sürekli olarak olayın aydınlatılmasını istediler ve şeffaflık talebinde bulundular. Fransa’nın hilafına Almanya, olay aydınlanıncaya kadar Suudi Arabistan’a silah satışlarını askıya alma kararı aldı. Macron ise bu yöndeki çağrıları ‘demagoji’ olarak yaftaladı.  Nükleer anlaşmanın askıya alınması meselesinde menfaatleri gereği İran’ı kollayan Avrupa ülkeleri, Cemal Kaşıkçı olayında açıktan Suudi Arabistan karşısında yer aldılar. Bazıları da ‘Çöl Davos’u olarak anılan 23 Ekim tarihli Riyad’da Ritz Carlton Otelinde yapılan yatırım toplantısını boykot ettiler.

Kriz İdaresi

Baştan beri Türkiye’nin, kriz idaresini iyi yönettiği söylendi. Resmi sıfata haiz yetkililer çok az konuştular. Sözgelimi Cumhurbaşkanı Erdoğan bu meselede önceleri oldukça ketum davrandı, lakin olayın aydınlanması uzadıkça, zamana yayıldıkça sinirler gerildi ve yetkili ağızlardan daha yüksek dozda eleştiriler ve somut talepler gelmeye başladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan sadet dışına çıkmadı. Böylece bir şekilde kriz, iki taraf arasında kontrol altına alındı. Bununla birlikte Türkiye somut delillere ulaştıkça veya işin uzaması yüzünden asabileştikçe Suudi Arabistan’ın Türkiye’yi ve krizi kontrol altında tutmak için kompliman ve markajları arttı. Bir taraftan Türkiye ile temas trafiğini sürdürürken diğer taraftan da zaman kazanmaya ve meselenin üzerine örtmeye yani delil karartmaya çalışıyordu. Buna karşılık da Türkiye elindeki belgeleri veya kayıtları yerli ve yabancı basına servis ederek Suudi Arabistan rejimini kuyruğundan yakalamış oldu. Bunun sonucunda Suudi Arabistan yönetimi taksitli bir biçimde olayı ikrar etmeye başladı. 15 kişiye ilave olarak 18 kişinin tutuklandığı söylendi.  Türkiye de kriz üçüncü haftasını devrederken Riyad’dan Türk işbirlikçi ile birlikte faillerin kimliklerini açıklamasını istedi ve ayrıca yargılanmak üzere 18 kişiyi kendisine teslim etmesini talep etti.

Somut olarak 11 Eylül meselesinde de Suudi Arabistan uyruklu 15 kişi olaya dâhil olmuştu. 2 Ekim 2018 tarihli Kaşıkçı’nın ortadan kaldırılması olayına da 15 kişi katılmıştı. Başlangıçta Suudi Arabistan makamları Türkiye ile işbirliği yapmaktan imtina ettiler. 11 Ekim tarihinde Suudi Arabistan’dan, Halit Faysal liderliğinde bir heyet müzakereler için Türkiye’ye damladı ve New York Times gazetesinin bu yöndeki haberine göre pazarlık arayan heyet ülkesine elleri boş döndü. Türkiye siyasi rüşvete tevessül etmiyordu. Bununla birlikte bu ziyaret temas kapsını açtı ve 14 Ekim tarihinde baba Kral Selman Bin Abdülaziz telefonla Erdoğan’ı arayarak ortak çalışma grubu kurulmasından dolayı şükranlarını iletti ve akılda kaldığı şekilde şunları söyledi: “İki ülke ilişkilerinin ve dostluğumuzun metanetini kimse bozamaz.”

Bu telefon trafiğinden sonra yerinde sayan süreç hızlandı ve 15 Ekim tarihinde cinayeti soruşturmakla mükellef Türk yetkililer önce konsolosluğa ardından iki gün sonra da (17 Ekim) Türkiye’yi terk eden Konsolos Muhammed el Uteybi’nin konutuna girerek araştırma yaptılar. Daha sonra araştırmalar derinleşti. Bu araştırmalarda bazı kanıtlara ulaşıldığı söylendi. Nitekim ses kayıtlarının dışında Cumhurbaşkanı 26 Ekim tarihinde, ellerinde yeni belge ve bulguların veya delillerin olduğunu açıkladı. Belki de bunlar tahkikat esnasında ele geçirilen bazı yeni bulgulara işaret ediyor. Olaydan 18 gün sonra yani 20 Ekim tarihinde Suud Başsavcısı Suud el Muceb, Cemal Kaşıkçı’nın konsolosluk içinde öldürüldüğünü kabul etti ve bu bilgiyi kamuoyu ile paylaştı. Böylece Suudi Arabistan soruşturma konusunda büyük bir eşiği aşmış oldu. Geride pürüz olarak olayın nasıl gerçekleştiği ve naaşın nereye gömüldüğü meselesi kaldı.

Suud makamları 13 gün boyunca Türk ekibine arama izni vermeyerek ipe un sermişler ve oyalamışlardı. Suskunluğa gömülmüşler, tercih etmişlerdi. Suud el Muceb’in resmi ikrarına kadar Suudi makamlarının dile getirdikleri rivayet veya anlatım biçimi Cemal Kaşıkçı’nın konsolosluğa girdikten sonra çıktığı ve kaybolduğu, sırra kadem bastığı yönündeydi. Daha sonra bu rivayeti inandırıcı kılmak için kamuflaj uyguladıkları ve Cemal Kaşıkçı’nın yerine Mustafa Muhammed Medeni ismindeki birisini dublör (bedil) olarak geçirdikleri anlaşıldı. Dublör meselesiyle olay sonrası konsolosluk dışında bekleyen Kaşıkçı’nın nişanlısı Hatice Cengiz’i atlatma çabaları birbirini tamamlıyor. Bütün bunlar Türkiye’nin tezini güçlendiriyordu.

Türkiye, cinayetin kasıtlı ve önceden tasarlanmış olduğunu ve vahşi bir biçimde icra dildiği tezini savunuyordu. Cumhurbaşkanı Erdoğan da 23 Ekim tarihli Salı konuşmasında cinayetin ön tertibatı için Suudi Arabistanlı heyetlerin İstanbul içlerinde keşif gezileri ve çalışmaları tertip ettiklerini anlattı. Erdoğan, Salı konuşmasında 6 kilit soru ortaya atmıştır:
1- Olayla ilişkili vasıflara sahip 15 kişi cinayet günü niçin İstanbul’da toplanmıştır?
2- Kimden emir alarak oraya gelmişlerdir?
3- Başkonsolosluk binası niçin hemen değil de günler sonra incelemeye açılmıştır?
4- Cinayet açıkça ortadayken onca tutarsız açıklama niçin yapılmıştır?
5- Öldürüldüğü resmen kabul edilen bir kişinin cesedi niçin hâlâ ortada yok?
6- Cesedin yerli işbirlikçiye verildiği ifadesi doğruysa bu yerli işbirlikçiyi açıklamaya mecbursun.

Abdülkadir Selvi’nin köşesinde paylaştığı bir bilgiye göre de 28 Eylül’de yaptığı konsolosluk ziyaretinden sonra konsolosluk yetkilileri, Londra’da geçirdiği hafta sonunda kendisini arayarak evraklarının tamam olduğunu ve 2 Ekim Salı günü randevusuna gelip gelmeyeceğini merak ediyor ve soruyorlar. Bu, Cemal Kaşıkçı’yı işkillendiriyor, hayrete gark ediyor. Demek ki işi şansa bırakmak istemiyorlar. Suudi Arabistan, uluslararası beklenti ve tepkileri hafifletmek ve yatıştırmak için gerçekleri taksitle paylaşıyor ve ikrar ediyordu. Suudi Arabistan Başsavcısı Suud Muceb, “Kardeş Türkiye ve Suudi Arabistan arasında kurulan ortak çalışma grubu aracılığıyla kardeş Türkiye’den gelen bilgiler, Kaşıkçı davasındaki şüphelilerin cinayeti önceden planladığını gösteriyor” ifadesini kullandı. Bu ikrarnamelerle birlikte Suudi Arabistan giderek Türk rivayetine (narrative) daha fazla yaklaşmaktaydı.

Önce konsolosluktan çıktığını söylüyorlardı. Ardından öldüğünü kabul ettiler. Ölümünü ise önce arbede (şicar) olarak açıkladılar ardından boğulma olarak tadil ettiler. Bağırmasını engellemek için ağzını kaypatırken boğulup gitmişti. Neredeyse kendi kendini öldürdüğünü söyleyeceklerdi. En son olarak da ölümünde kasıt olduğunu ilan ediyorlardı. Daha önce kasıtlı olmadığını söylerken; dönmeye ikna etmeye çalışırken, kargaşa çıktığını ve karşılıklı sürtüşme ve itiş kakış anında maktulün son nefesini teslim ettiğini iddia ediyorlardı. ‘Çevir kazı yanmasın’ misali hesaptan kaçmak için sürekli rivayeti top gibi çeviriyorlardı.

Bununla birlikte Suud Mucep, cinayette kasıt olduğunu söylüyordu. Ayrıca bazı haber kaynaklarına göre Suud Dışişleri Bakanlığı, bu sözü geri çekmişti. Sadece taksitle açıklama yapmıyorlar aynı zamanda bir adım ileri, iki adım geri atıyorlardı. Bu kasıt ikrarından sonra geriye kadavranın veya cesedin nerede saklandığı veya nereye atıldığı/gömüldüğü bilgisini paylaşmak kalıyordu. Bir türlü de bu noktaya yani sadede gelmiyorlardı. Cinayeti vahşi bir biçimde işlediler veya kimyasal maddelerle birlikte erittilerse bunu itiraf etmek etki katsayısı nedeniyle öldürmeyi itiraf etmekten tabii ki daha zor olacaktır. Zira dünya kamuoyunun tarassudu altındalar ve onun ötesinde işkence ve vahşi eylem biçimi dünyanın infial düzeyini de artırabilir.

Türkiye’nin elindeki belgeler ve bulgular soruşturmayı zamana yayma çabası dışında Suudi Arabistan’ın manevra alanını kapatıyordu. Kimileri bunların istihbari faaliyetler sonucu elde edildiğini söyleyebilir. Bir anda bunun doğru olduğunu farz etsek bile dinleme olmasaydı belki de olay örtbas edilip gidecekti. Kaldı ki Türkiye eldeki bilgiler istihbari yöntemlerle bile elde edilmiş olsun, ek çaba ve tahkikatla birlikte alanda da bunları teyit etmeye çalışmıştır. İkinci olarak burada diplomatik bir dinleme skandalı olduğunu farz etsek bile Suudi makamları hem Türkiye topraklarında bu tür hunharca cinayet işliyor hem de de naaşın kaybedilmesi için yerli bir işbirlikçi ile anlaşıyorlar. Özürleri kabahatlerinden büyük. Bu gerçeğin izini küllemek için olsa bile yerli işbirlikçi kullanılması, konsolosluğun görevleriyle bağdaşmayan hususlar arasındadır.
Kral Selman’ın aramasından 9-10 gün sonra kimi iddialara göre Ürdün Kralı İkinci Abdullah’ın devreye girmesiyle, tavassutuyla Cumhurbaşkanı Erdoğan ile telefon teması kuran Veliaht Muhammed Bin Selman, öncesinde Arap Davos’u olarak anılan toplantıda da hem Katar hem de Türkiye’ye bol keseden kur yapmaya kalkışmıştır. Başta babası Kral Selman ile kendisi, Türkiye’de de Erdoğan oldukça ve kaldıkça iki ülke arasındaki iyi ilişkileri kimsenin bozamayacağını söylemiştir. Hâlbuki aylar öncesinde Mısır’da yaptığı bir konuşmasında şer üçgeninden bahsetmiş ve bununla İran, Türkiye ile Katar’ı kastettiği yorumları yapılmıştı. Şimdi ise belgelerin ve bilgilerin ışığında daha munis bir konuşma biçimini yeğlediği anlaşılıyor.

Canilerin Yargılanması

Türkiye bilgi paylaşsa da kimseyle belge paylaşmamıştır. Zira ABD gibi ülkeler meselenin, şantaj kısmıyla ilgileniyorlar. Onlara belge vermek şantajlarına katkı sunmak olurdu. Türkiye bundan imtina etmiştir. Trump açıktan bilgi değil belge istemişse de istediği belgeleri ele geçirememiştir. Bir ara belgelere veya kayıtlara şüphe düşürmeye çalışmışsa da bunun gerçekçi olmayacağını anlayarak başcasusu (CIA) Gina Haspel’i, Türkiye’ye göndermiş ve burada birinci elden kayıtları dinlemiş ve sonucunda olayın icra yekliyle ilgili bilgilere ikna ve tatmin olmuştur. Böylece belge verilmese bile bilgiler birinci elden Amerikalıları ulaştırılmıştır. Bunun sonucunda Trump hem de seçim baskısıyla bu işle ilgili tek kişinin talimat verebileceğini ve bunun da Muhammed bin Selman olduğuna değinmiştir. Böylece Amerikalılar da meselenin gerçeğine agâh olmuşlardır.  Türkiye canilerin veya şüphelilerin olay mahalli olarak Türkiye’de yargılanmasını istiyor ve bu yönüyle de zanlıların, Türkiye’ye teslimini istiyor.

Burada Türkiye’ye bazı eleştiriler yöneltiliyor. Bunlardan birisi de Konsolos Muhammed el Uteybi’nin kafesten uçmasına izin verilmesidir. Bu mesele tartışmalı kalsa bile sonuçta Türkiye, Viyana Sözleşmesi’nin de amir hükmünce yargılamanın Türkiye’de yapılmasını istiyor. Bu, dünya kamuoyu için zanlıların Suudi Arabistan’da yargılanmalarından daha inandırıcı olacaktır. Üçüncü şık olarak da Mevlüt Çavuşoğlu teşekkül edecek uluslararası bir mahkemeye gerekli bilgi ve belgeleri temin edeceklerini, bununla birlikte böyle bir mahkeme kurulması için teklifte bulunmayacaklarını ama kendiliğinden oluşması halinde ise işbirliğinden kaçınmayacaklarını söylemiştir.

Krizin Siyasi Sonuçları Ne Olur?

Kimse sürecin nasıl sonlanacağını bilmiyor. Bununla birlikte bu olayın bölgedeki jeopolitik ve jeostratejik dengeleri değiştireceği varsayılıyor. Bu olayla birlikte kuyruğu kıstırılan Muhammed Bin Selman’ın bundan böyle mütehevvir ve pervasız politikalarından muvakkat bir süre de olsa terk edeceği varsayılıyor. Ayrıca huylu huyundan vazgeçmez diye de bir deyim vardır. Muhammed Bin Selman ve Muhammed Bin Zayed geçici olarak sinseler bile tehlike geçince karakterlerinin gereğini yapmaktan geri durmayacaklardır. Bu nedenle de bölgeyi zor bir süreç beklemektedir.

Gazi Dehman gibi bazı yazarlar, Kaşıkçı’nın öldürülmesinin yeni bir milat olduğunu ve Arap Baharı’nın ikinci aşamasını hayata geçireceğine inanmaktadır. Meysem Bahraviç gibi analizciler bu olayla birlikte bölgede siyasi sahnenin değişeceğini öngörüyorlar. Merzuk el Uteybi adındaki yorumcu ise bu olayın Suudi Arabistan için sonun başlangıcı olacağını tahmin etmektedir. Bu noktada Muhammed bin Selman’ın günlerinin sayılı olduğuna kanaat getirenler var. Bu çerçevede Muhammed Bin Selman’ın yerine geçebilecek muhtemel veliaht adayları veya kral adayları gündemle getirilmektedir. Muhammed Bin Selman’ın yerine geçebilecek muhtemel adaylar arasında yeniden eski veliaht Muhammed Bin Nayif da gösteriliyor. Bir diğer aday ise Muhammed Bin Selman’ın küçük kardeşi ve merkeze çağrılan Washington Büyükelçisi Halit Bin Selman.

Ahmet Bin Abdulaziz, Mukrin Abdulaziz gibi isimler de tedavülde olan diğer isimler. Türki Bin Faysal ise böyle bir değişimin olmayacağını, Suudi Arabistan’ın ülke ve halk olarak Muhammed Bin Selman ile kenetleneceğini, yoluna devam edeceğini söylemektedir. Zaman aynasında değerlendirmelerin sağlaması ortaya çıkacaktır. Bununla birlikte bir değişimin ABD’nin onayından geçmesi gerektiği söylendiği gibi karmaşa ortamında Veliaht Muhammed Bin Selman’ın gitmesinin de kalmasının da zorlukları var. Kimsenin onu yerinden ırgalayamayacağı söyleniyor. Lakin bunun Suudi Arabistan’a bedeli ne olur? Bu da ayrı bir bahis!

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir