Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cumartesi, Nisan 20, 2024

Çözüm: “Din Yorgunluğu”nu Gidermek, “Dini Yormak”tan Vazgeçmek

Bugün Müslüman entelektüeller, aydın ve âlimler, dünyanın gidişatına uyum ya da ayak uydurma hevesinden ısrarla vazgeçerek bu dünyada nasıl ayakta kalınabileceği konusunda farklı bir bilme çabasıyla kendilerini ortaya koymak zorundadırlar. İthal öneriler kadar içi boş yerlilik iddiası taşıyan söylemler de sonuçta vakit kaybından başka bir şey değil.

Açıktan konuşulmasa da son yıllarda birçok özel sohbetin ana eksenini, Türkiye’deki Müslümanların bir kısmının “dünyevileşmesi” oluşturuyor. Hesap gününü unutup maneviyatın özünden uzaklaşan, dünya ve içindekileri sevme telaşına kapılan bir kısım Müslümanın sınıf atlama mücadelesi, gözlerden kaçmıyor. Âlem, âdem-i beşerin hayatını düzenler hale gelmeye mi başladı? Din Sosyolojisi Doktoru Necdet Subaşı ile Türkiye’deki Müslümanların geldiği noktayı konuştuk.

Türkiye’nin %98’inin Müslüman olduğu varsayılıyor ama birçok insan da bu varsayım konusunda tereddütler yaşıyor. Nitekim bu konuda yapılan anket çalışmaları gösteriyor ki Türkiye’de gerçek anlamda günlük ibadetlerini yapanların sayısı %10’u geçmiyor. Caddeler, başı örtülü kızlardan geçilmiyor, dini önceleyen partiler iktidar oluyor, ‘dinî’ cemaatlerin, devleti ele geçirdiği tartışılıyor, bu yüzden Türkiye’nin ekseninin kaydığı filan bile söyleniyor ama ortada gerçek anlamda bir dindarlaşma görünmüyor. Evet, bir rahatlama, bir serbestiyet, bir hürriyet ortamı var ama dinin, pratik bir değer olarak bireyin hayatına yansıdığına dair ciddi bir işaret yok. Sorun nedir?

Sanırım konuyu nasıl ele alıp tartışabileceğimizle ilgili esasa ilişkin bir sorunumuz var. Dine karşı eleştirel olanlar da onunla sıkı bir ünsiyet içinde olmayı seçenler de dindarlığı bazı hazır şablon ve kabuller üzerinden tanımlamakta ısrarcı görünüyorlar. Ben şahsen şekil, form, diskur, kostüm ya da söylemlerden yola çıkılarak dindarlığın sınır ve limitlerinin belirlenebileceği hatta bu konuda ortak bir noktada buluşulabileceğini düşünenlerden değilim. Bir kere sosyal bilimcilerin, mütemadiyen gördükleri sadece yansımalar; görünürlükler dünyasından insanın deruni dünyasına geçiş hiç de kolay değil. Din daha en başta iç içe geçmiş anlamlar silsilesi. İslam’ın geleneksel dil ve lehçeleri bize, farklı dindarlık biçimlerinin de olabileceğini gösteriyor. Çok bilinen ve sık tekrarlanan “İman, İslam ve İhsan hadisi” de sonuçta dindarlığın sıra dışı hatta kayıt dışı sayılabilecek sınır ve limitlerini ima ediyor. Bu nedenle istatistiğe, sosyal bilimsel öngörülere, sosyal mühendisliğe dayalı bir analiz sonuçta eldeki verilerin nasıl okunacağı konusunda bizi sürekli ters köşe edecek çıkmazlara sürükleyebilir. Veriler de analizler de kuşkusuz pek önemli ve değerli ancak dindarlık başka hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kişisellikler, özgün maneviyat deneyimleri ve istisnai hissedişler içeriyor. Bu nedenle başka her şey için bir tanzimde, bir düzenleme ya da yorumsamada bulunabilir, hatta çalakalem çıkarımlarda bulunduğumuzda pek de yadırganmayabiliriz. Ancak din de dindarlık da öyle değil. Hele dindarlık hiç şakaya gelmez, hiç şaka kaldırmaz. Din üzerine konuşurken oturup bir püriten sayımı yapmıyoruz, sofuluktaki artıştan din üzerine bir talepkârlık çıkarımına yönelmiyoruz. Yıllar önce uzunca bir süre sosyoloji dünyasında bolca atıflarla parlatılan “dinsellikte artış” türünden sosyal bilimsel edebiyatta bir yoğunluk gözlenmişti ve bu makaleler de sonuçta memlekette yoğun bir şekilde çeşitlenerek artan tesettüre odaklanarak beklenen bir sonuca ulaşma hevesini yansıtıyordu. Oysa hiç de öyle değil, bunlar birer dönemeç, belki bir mecra. Belki dönemlik ilgiler.  Yeni yapılan camiler, türbanlı hanımlar, İslami teşekküller, kamusal görünürlükte besbellilik… Bunlar, hangi yönden bakarsak bakalım bize kesin bir fikir verecek kudretteler. Ancak dindarlık bir kere kime ve neye inanırsanız inanın öncelikle bir ulvilik boyutuyla fark atıyor, aşkın olana yönelme her durumda muhatabında bir ciddiyet baskısı yapacak kudrette. Şimdi de cemaatsiz camiler var, dini bütün aileler parçalanıyor, deizm hızla yükseliyor iddiaları ekranlarda sıkça tekrarlanıyor, dinî söylem repertuarındaki yarış ve yeni gerilim edebiyatı her tarafı kaplamış durumda. “Bu din nasıl kurtulur?”, “Bize ne oldu?” ya da çoğu ideolojik frekanslarla örtüşen popüler din dilinde fark edilir bir yoğunluk… Hepsi bize bir şey söyler ancak hiç ummadığımız birinin sekerat hâlinde etrafındakilerden “Bana Yasin okuyun!” demesini açıklayamaz. Konu belli ki çok yönlü ve bu çok boyutluluğu üzerinde yeterince durulduğu söylenemez. Tekrar sorunuza gelince. Dediğim gibi insanların kişisel yaşamlarında dindarlığı tercih etmelerinin ne sosyal mühendislikle ne de endüstriyel müdahalelerle bir ilişkisi var. Sonuçta kişi, kendi hayatına ilişkin bir karar veriyor ve bunu da verili dünyanın üzerine titrediği ruhuna ve gözünden sakındığı bedenine ulaşmayı önceleyen müdahaleleriyle kısmen çatışma kısmen de uzlaşı çabası içinde, bu düzeneğe karşı geliştirdiği mesafe fikri etrafında mütemadiyen yenilenen bir denge arayışı içinde aşmaya çalışıyor. Bu bağlılık kimileri için negatif bir kayıtsızlık içinde şekillenebiliyor; bazen de içinde provokatif ya da manipülatif ögelerin daha fazla etkili olduğu yeni bir dünyaya kulak kabartmakla da sınırlı olabiliyor. Gelişmeleri “ilahi hikmet” bağlamında açıklamaya çalışanlarla sorunu dışsal ve seküler çıkarımlarla yetinerek açıklamaya çalışanlar arasındaki makasın da giderek daha fazla açılması normal. Aynı yerden bakılmıyor çünkü.

Sekülerleşmenin Önümüze Koyduğu Yeni Sorular

Sekülerleşmeden farklı olarak dini kodlar altında yaşanan bir dünyevileşme biçiminden söz edilebilir mi? İdeal Müslüman, ideal toplumdan ne anlamalı? İslam düşüncesinin inkişafında pratiğin ve pragmatizmin yeri nedir?

Evet, çok doğru bir soru. Peki, olan biteni nasıl anlamak gerek? Bana kalırsa insan bir dine inanıp ona bağlılığını göstermekle ya da arada, o dinin temel ilke ve rükünlerini çiğnemekle sonuçta aynı dinî bağlamın prensipleri içinde değerlendirilebilecek özel bir tercihte bulunuyor. İslam’ın helal/haram, farz/vacip, müstehab/mekruh vs. gibi temel birtakım ölçütler içinde tanımladığı davranış örüntüleri de böyle. Bir dine sofuca/zahitçe bağlılık duyanlar olduğu gibi dindarlıklarını o dinin belli başlı ritüelleri arasında keyfi bir tercihte bulunarak sürdürenler de var. Dinle irtibatlarını cuma namazına kararlı bir şekilde devam ettirerek sürdürenlerin, Muharrem ayında aşure dağıtmayı yegâne “dinî” itiyat olarak öne çıkaranların ya da hemen her durumda işe besmeleyle başlayanların hiç de istisnai sayılmayacak dindarlıklarını nasıl göz ardı edebiliriz. Evet, bu, zaten var olan bir şey ve günah-sevap “ikilemi” etrafında farklı bir tercihe zorlanan tipik bir dindarın da modern zamanlarda daha fazla çeldiriciye, daha fazla fitne ve fücura teslim olmaya davet edildiği de artık herkes tarafından biliniyor. Dinî hayattaki bu değişim, sosyal bilimciler tarafından sekülerleşme, Türkçedeki karşılığıyla “dünyevileşme”yle açıklanıyor. Bu kavramı takip ederek söylemek gerekirse bugün kayda değer bir sekülerleşme süreci yaşadığımız doğrudur. Ancak kabul etmek gerekir ki sorunuzda da vurguladığınız gibi sekülerliğin en ilginç formları bugün, dindar olarak tanımladığımız muhitlerde oldukça enteresan temsilleriyle karşımıza çıkmaktadır. İçi boş bir ritüalizm, anlamını kaybetmiş bir itikat atlası veya bir seremoniye teslim edilmiş fıkhi davranış kodları bugün yeniden okunmayı ve çözümlenmeyi beklemektedir. Günümüzde sekülerlik önlenemez ve karşı konulamaz bir güçten beslendiği algısıyla dindarlar arasında da kayda değer bir ilgi bulabiliyor. Öyle ya da böyle sorumluluklarını müdrik bir Müslüman ister modern isterse postmodern dalgalara tabi olsun sonuçta helal ve haram ya da sevap ve günah dairesi içinde kendi dindarlığının ölçü ve limitlerini her daim yeniden kurmakta, kendini buna göre kurgulamaktadır. Sekülerleşmeyi, din karşıtı bir unsur olarak görmek bana ters geliyor. Sekülerleşme de sonuçta modernliğin sözüm ona kazanımları arasında sayılabilecek önemli bir eşik ve dünyevileşme gayreti, insanların dinle olan bağlarının derecesine göre bir mesafe alma şansına sahip görünüyor. Bana kalırsa sekülerleşme bütün yan anlamlarını aklımızda tutmak kaydıyla bugün en çok da İslam ve Müslümanlar nezdinde bir dirence muhatap oluyor. Öte yandan kabul etmek gerekir ki sekülerleşmenin getirip önümüze koyduğu yeni sorular da dinin ve dindarın daha nitelikli bir cevap üretmesine de fırsat veriyor.

Peygamber Efendimizin Ebu Talib’in himayesinde olduğu dönem, müşrikler Ebu Talib’e geldiler. İktidar, şan, şöhret, para, kadın karşılığında bu işi bırakmasını söylediler.  Allah Resulü ise şu cevabı verdi: “Ey amca! Allah’a yemin ederim ki Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler Allah’tan aksi yönde bir emir gelmedikçe bu davadan vazgeçmem. Ya Allah bu dini hâkim kılar ya da ben bu yolda yok olur giderim.” Burada günümüz Müslüman iktidarlarının geldiği durumu düşünerek sorulması gereken sorulardan biri şu: Peygamber Efendimiz neden iktidar teklifini kabul ederek iktidar üzerinden İslam davasını yürütmeye çalışmamıştır?

Tabii ki bu pazarlığın kabul edilmesi bir kere her şeyden önce “davet”in şanına yakışmazdı. Öte yandan, bu teklife tav olmanın, İslam’ı başka bir otoritenin emir ve baskısına bağımlı olmaya mahkûm edebilecek kimi zaafları beraberinde getireceği, onları harekete geçireceği ve böylelikle de dini dünyevi bir saltanatın hegemonyasına dahil edeceği açıktı. Esasen Peygamber Efendimize getirilen öneri, kendisiyle barış içinde uzlaşmaktan çok onu gidişatını ve sonuçlarını sadece kendilerinin bilip kestirebilecekleri bir pazarlığa razı etmekti. Sunulan imkân ve imtiyazlar karşısında Peygamber Efendimizden beklenen, aziz İslam davasını bizzat kendisinin çarçur etmesiydi. Resulullah’ın buna rıza göstermesi zaten mümkün olamazdı. Bu örneğin zikredilmesinin anlamı, dinin yüce değerlerinin Allah’ın razı olmayacağı şeylere âlet edilmesini reddetmek ve bu konuda hemen her Müslüman için kalıcı olabilecek sabite ve düsturları cesaretle deklare etmektir.

Zamanın Ruhunu Âlimler Üzerinden Kavrayamamak

Davet adına kurulan İslami gruplarda dahi dünyevileşme, grup çıkarları zaman zaman ön plana çıkarılmakta, başlangıçta hedeflenen davet, tebliğ önceliğini tedricen kaybetmektedir. Batı’da 16. yüzyılda ortaya çıkan Protestanlık, ilk zamanlarda nasıl ki Tanrı rızası için kazanıp, Tanrı rızası için harcama felsefesini benimsemesine rağmen sonraları Tanrı’yı devreden çıkarıp kendi nefisleri için harcamaya başlayıp kapitalizmin ortaya çıkmasına sebep olduysa, Müslümanların önünde de benzer tehlikeler durmaktadır. Bazı Müslümanların da Protestanlığa meylettiklerini söyleyebilir miyiz?

Belki de bunu uzun uzun konuşmak lazım. Bir dönem Protestanlık tartışmaları oldukça geniş bir açı içinde konuşulmuş, tartışılmış ve müzakere edilmişti. Bugün din konusunu, Protestanlık kavramı etrafında tartışmanın gerekçesi dinle dünya arasında haklı olarak var olan o net mesafenin kimilerine ağır gelmeye başlaması. Biraz çekinerek de olsa şunu söylemekte sakınca yoktur umarım. Cumhuriyet kurulurken dini ayak bağı olmaktan kurtarmak ve onunla yeni dünya değerleri arasında “makul” bir denge arayışı Kemalistleri “dinde reform” anlayışında kilitlemişti. O günden beridir dinin bu dünyayla olan gerilimine sözüm ona bir çare bulmak isteyenler için reform, hep bir iltica kapısı olarak hatırlandı ve yüceltildi. Bana kalırsa dün Kemalistler için yana yakıla vurgulanan reform çağrısı, bugün kendilerini dindar olarak görenlerin dinî pratikleri üzerinden yankılanıyor. Dini, kendi dünya tahayyülleri için oldukça sığ bulan yeni yetme bir dindarlık söylemi sonuçta geleneği bir tarafa atmakla sonuçlanabilecek yeni bir tasfiye diliyle varlık buluyor. Oysa onlar için ne geleneğin ne de şimdiki gerçekliğin bir önemi var. Bir şekilde dinle kurulan aidiyetin duygusal düzlemde de olsa devamlılığından yana olmak bizi, mevcut tercihler dünyasında karşılık bulan absürt bir gösteriye razı olmaya zorluyor. Sözünü ettiğim dindarların talebi her durumda dindar kalabilme çabası. Tabii ki emeksiz, tabii ki çilesiz, tabii ki secdesiz. Öte yandan kabul etmek gerekir ki dünya da hızla değişiyor; kimi zaman bunun hızına katılmak kimi zaman da ona katlanmak hatta ona karşı direnmek, verili gerçekliğin anbean gerektirdiği Müslüman tavrını ortaya çıkarmak önem kazanıyor. Değişim anlamlı, hayat hiçbir şekilde aynı noktada durmuyor, habire akıyor. Müslümanlardan beklenen, kendilerini çevreleyen her türden maddi ve manevi baskı ve kuşatma karşısında kendi dinî kabullerinin nasıl oluştuğunu behemehâl açıklığa kavuşturmak. Bugün hayal gibi görünse de bu ameliyenin sahibi her zaman âlimler olmalıdır. Ne yazık ki günümüzde âlimler söz konusu olduğunda, zamanın ruhunu onlar üzerinden kavrama şansına sahip olmadığımız gibi, hayatın bu gidişle hangi yöne gittiği/gidebileceği hakkındaki çok arzu ettiğimiz ön kestirimlere de bihakkın sahip olamıyoruz. Henüz güncel soru ve pratikler ekseninde usul ve yöntem sorununu bile çözme konusunda bir hayli gecikmiş ve bu arada oluşmuş ihmalkârlığı kurnaz bir şekilde kutsallaştırmaktan imtina etmeyen bir seçkinci sınıfın da dertlerimize derman olacağını düşünemiyorum. Yine de bütün bunlara rağmen, iç ağrılarımızı sürekli birlikte yaşamakla   birlikte günümüzde her biri farklı tarihsellikler, yükler ve anlamlarla ilişki içinde olan Protestanlık, sekülerlik ve laiklik kavramlarına da sıkça başvuru yapmak zorunda kalıyoruz. Çünkü ancak bu kavramlar eşliğinde açıklayabildiğimiz fiili-dinî durumlarımız var ve kendi özgün kavramsal çerçevelerimizi üretme yetkinliğine henüz sahip değiliz. Hayatın çeldirici, yoldan çıkarıcı, insanı nefsine ve şeytanın iğvalarına karşı yakınlaştıran zaaflarımız zaten hep hatırlanan yanlarımız. Bugün Müslüman entelektüeller, aydın ve âlimler, dünyanın gidişatına uyum ya da ayak uydurma hevesinden ısrarla vazgeçerek bu dünyada nasıl ayakta kalınabileceği konusunda farklı bir bilme çabasıyla kendilerini ortaya koymak zorundadırlar. İthal öneriler kadar içi boş yerlilik iddiası taşıyan söylemler de sonuçta vakit kaybından başka bir şey değil. Peki, nedir telaşemiz, neye yetişiyoruz? Derdimiz nedir? Bana kalırsa dünün yüklerinden kurtulmak için yeterli bir hamle gücümüz olmayınca yeni olanı da eskinin denklerine ekleyerek daha bir yorulmayı seçiyoruz. Kendi dilini ve yöntemini üretemeyen bir iddia da sonuçta zaten öteden beri etkisi altında yaşadığı ideolojik çıktıların görünür/görünmez boyunduruğu altında gün sayıyor. Agresif bir dindarlık, sahicilikten uzak bir fantazyayı körüklüyor. Yaklaşan gün eğer hep böyle sürecekse sorunumuz ağır, sonumuz felakettir. Ancak ben, şükür yine de iyimserim. Etrafımızda çoğalan yeni bir öğrenme ve bilme dünyasından haberdarım. Artık yeni kuşak bizimkilerden farklı olarak dinle daha içten bir yakınlığın dilini yakalama derdinde. Bu bir şanstır.

Dünyevileşme, Müslümanların ahlâkî yozlaşmasına sebep olmaktadır. Eskiden yanlış bir iş yaptığında ya da yanlış bir davranışı gördüğünde yüzü kızaran bir Müslüman, dünyevileşme sürecine girdikten sonra yüzü kızarmamaya ve utanmamaya başlıyor. Yapılan yanlışlıklar görmezden gelindikçe gitgide normalleşiyor. “Bir kötülük gördüğünde elinle düzelt, elinle düzeltemezsen dilinle düzelt, dilinle düzeltemezsen kalbinle buğz et” hadisi neden bazı Müslümanların üzerinde etkili olamıyor. Müslümanlar dünya-ahiret muvazenesini mi kaybettiler?

Bir ahlaki kargaşa yaşadığımızı söylüyorsunuz. Bu, hep vardı. Hem Kur’an kıssaları hem de yaşadığımız Müslüman gelenekte, bu konularda örnek olarak sayıp dökeceğimiz çok fazla yaşanmışlıklar var. Çok çok uzaklara gitmeye gerek yok, daha Kur’an’ın kısa surelerinden birinde, Maun suresinde yetimi itip kalkanlardan, fakir fukarayı doyurmayı teşvik etmeyenden, gösteriş için namaz kılanlardan bahseder. Kur’an bunların hepsini bir kalemde takbih eder ve bu sıfatlarla malul olanların gerçekte din gününü yani Kıyamet’i yalanladıklarını ilan eder. Demek ki insanlar dinin kimi umdelerine sıkı sıkıya yapışmış gibi görünseler de asla ihmal etmemeleri gereken şey sosyal yaşam dünyasında Müslümanlıklarını ahlaksal bir çerçevede görünür kılmaları. Maalesef garip günlere geldik, haklısınız. Bugün din, hanelerimizde çok az konuşuluyor, ev sohbetlerinde şayet iki ikiye muhabbete bir fırsat kalırsa onda da dine ayıracak zamanımız çok az kalıyor. Bir fetret dönemi yaşadığımız söylenebilir mi? Kim dindar kim değil sorusunu takip ederek içinden çıkılmaz menfezlerde kaybolmak yerine bugün Müslümanlar, ne diye ahlaki konularda başka herkesten daha çok sitayişle kendilerinden söz ettiremiyorlar diye bir soruyu cesaretle sormak gerekir.

Kişisel Tercihlerde İki Sorun

Yüz elli bine yaklaşan din görevlisi, yüzbinlerce imam-hatip mezunu, öğretmeni ve öğrencisi, on binlerce ilahiyat mezunu, öğretim elemanı ve öğrencisi, on binlerce Kur’an kursu öğreticisi ve öğrencisi, ilk ve orta dereceli okulların tüm sınıflarında son yıllarda seçmeli olarak okutulan Kur’an-ı Kerim, Peygamberimizin hayatı, temel dini bilgiler gibi derslerin mevcudiyeti, ‘dindar nesil yetiştirmek’ için neden yeterli olmuyor?

Evet, siyaset dünyasının bu konudaki iyi niyetine ve beklentilerinin ciddiyetine inanmamak mümkün değil. Samimi bir çabayla topluma sahih olanın enjekte edilmesi gerektiğini düşünen bir tasavvur var. Benim değişik mecralarda dile getirdiğim ve maalesef yeterli ölçüde derinleştirilerek tartışılmadığına kani olduğum bir kavramım var. “Din yorgunluğu”ndan söz ediyorum. Dini yormak tabii ki söz konusu değil ancak kabul etmek gerekir ki insanı, hayatı ve sahici beklentiler dünyasını ihmal eden zayıf bir pedagoji bugün, birbirinden bağımsız neredeyse sayısız uygulama örneğinde hepimizi bunaltan bir müfredat panayırına dönüşmüş durumda. Devletin dinle olan irtibatının açıklık kazanması aciliyet kazanıyor. Din, “sezaropapizm” ekseninde mi pazarlanacak, ideal yurttaş ya da makbul vatandaş düzleminde mi aranan bir şey olacak yoksa başka bir şey mi? Bunlar es geçilecek şeyler değil ama ne yazık ki şimdiye kadar ortaya konan şemalar ihmalkârlığı mutlaklaştırır nitelikte. Devlet ve siyaset erkânı, ihmallerin farkında. Dinin haksız yere maruz bırakıldığı şiddetli dışlama süreçleri geride kaldı. Din şimdi hem aleni hem de muteber. Ancak insan yetiştirme düzeninden sıkça söz edildiğinde şimdi yeni insan prototipinde maneviyat nasıl bir şekil alacak? Bunların netameli sorular hanesinden çıkarılıp hayati ve geliştirici sorular kümesine dâhil edilmesi gerekir. Niyet tamam, peki üslup? Eldeki mevcut gündelik hayat müfredatından kendimize değil Allah’a yakın bir insan yetiştirmek nasıl mümkün olabilir? Bugün en çok kavga edilen konular, din üzerine. Etrafımız ateş çemberi. İnsanlar kendileri gibi inanmayanları yok etmeyi fazilet sayıyor. Eldeki modeller maazallah yaygınlaştığında ne yapacağımızı bilemiyorum. Bugün Selefi Salihin’in pak ve temiz mirasını “Selefilik” adı altında icra ettiğini iddia edenlerin Taliban, DAEŞ ya da başka irili ufaklı Şii veya Sünni kökenli radikal akımlar içinde yuvarlanarak hayatımızı zehir etmeleri imkânsız değil. Türkiye siyasetinin bu topraklarda neşv-ü nema bulmuş dinî hissiyatı yeniden güncellemekten başka bir yola tevessül etmesi akıl kârı değil. Ben de bunu bekliyorum.

Problemin kaynağı nerede? İş, güç, emek, sermaye konularında yeterince dünyevileşip, bu emek, mal ve hizmetlerin mübadelesini çözememiş olmak dini söylem ve kanıtları bu sahada meta haline getiriyor, bu sefer dini dünyevileştiriyoruz ve dünyevileşiyoruz. Söylem ve eylemlerle bu hayatı sağlıklı sürdüremediğimiz için dini referanslar ile ikna edici olmaya ve ikna edilmeye müsait oluyoruz. Müslümanlar, bu bulanık yaşam ile dünyalarını da ahiretlerini de riske sokuyorlar. Dinin ticari bir meta haline gelmesi modern toplumlarda görülen içtimaı bir hastalık mı?

Bu konuda sadra şifa olabilecek bir cevabımın olmasını ne çok isterdim ama maalesef yok. Ne var ki hepimiz de bu sorular üzerinde kafa yormak zorundayız. İslam’ın yaklaşık 200 yıllık münderecatı esaslı bir gözden geçirmeyi hak ediyor. Bir kere İslam servetle zühd arasında bir seçime indirgendiğinde bazı durumlar anlamsızlaşıyor. Hz. Hatice’nin ve diğer Müslüman olmuş zenginlerin malını kabul edip onları, dini dairede değerlendiren bir peygamber de var. İslamiyet, servet ve iktidarın reddine dayalı bir zühd öğretisi değil. Oysa İslam, bunların kullanımına yönelik ilkeler sunan bir din. Müslümanların iktidar sahibi olmalarını sürekli bu bakış açısından değerlendiren yaklaşımda, bir aymazlık var. İslam üzerine konuştuğumda bir dinden çok onun sosyolojik gövdesinden ve tabii ki kültürel haritalarından söz ediyorum. Gelenek ve modernite arasında varlığını Osmanlı siyasal düşüncesinin başarısına bağlamış bir muhayyilenin çöküş sonrasında ya hepten politik ya da hepten dünyayı dışlayıcı bir mistik karakterde varlık bulmayı seçmesi hüzünlü. Bu durum basit değil. Son birkaç yüzyılını savunmayla, atraksiyonlarla, mücadele ve bağımsızlık arayışlarıyla geçirmiş bir dinî mevcudiyetten söz ediyorum. Derdim Müslümanları dahil oldukları sosyopolitik süreçler üzerinden ne aklamak ne de suçlamak. Aksine herkes kadar ben de biliyorum ki hayatı açıklayan, bize derinlikli anlamlar katan bir din kasvetli ve huzursuzluğu artırıcı bir ideolojik hasılayla yüzgöz olma tehlikesiyle karşı karşıya…

Günümüzde özellikle eğitim düzeyi yüksek Müslümanlarda, ibadet noktasında zafiyetler görülüyor. Amelsiz Müslümanlık diye değerlendirebileceğimiz bu durumun nedenleri nelerdir? Din yorgunluğu tabirini açabilir misiniz?

Bu konuda takdir edersiniz ki benim bütün bu söylediklerimi bir tarafa bırakıp insanların kişisel tercihleri üzerinde zabıtalık yapmam doğru değil. Ancak şu kadarını söylemekte bir beis olmasa gerektir. Sorun; insanların yapmadıkları şeyleri yapıyor gibi görünmeyi marifet saymalarında ve dahası sahteliğe prim veren bir “dinî sosyalite”nin, kamusal maneviyat alanında kendine bir yer bulma gücüne sahip olmasında. Hem de hiçbir sahici meşruiyet denklemine ihtiyaç duymaksızın. Keyfilik ve gevşeklik üzerinde durulması gereken bir dinî sosyal gerçeklik üretiyor. Dinî yönetişimin törensellikle, dinî söylem akışının da boğucu bir retorik çabası içinde görünürlüğe evrilmesi son tahlilde bildik maneviyat disiplinlerini de yerle bir etmektedir. Bize Allah acısın. Ne diyeceğimi bilemedim.

‘Atatürk Kastamonu’da Başına Kasket Geçiremezdi’

Sizin modernizm hakkında “Sorusunu Bulan Cevaplar” kitabınızda şöyle bir ifadeniz var; “Cumhuriyet’in tepeden inme bir modernleşme projesi olarak kabul edilmesi aslında genel bir ezber.” Bu cümlenizde ne demek istiyorsunuz, tepeden inme modernizme bu yaklaşım, erken Cumhuriyet politikalarına yaklaşma anlamına mı geliyor?
Evet, onu, bana yöneltilen bir soru vesilesiyle söylemiştim. Doğrudur, Cumhuriyet’in modernleşme politikası öyle sanıldığı gibi toplumsal hiçbir desteğe önem vermeyen buyurgan bir operasyon değil. Aksine Geç-Osmanlı dönemlerinden beri kademe kademe ilerleyen ve milleti reformasyona hazır hâle getiren önemli tarihsel süreçler var. Bu bağlamda mesela 2. Abdülhamit’in herkese “iyi gelen” modernleşme politikaları, asla atlanamaz. Onun dışarıda İslamcı içeride modernist tutumunun tahmin edilebilir sonuçları olmasaydı Cumhuriyet, Anadolu taşrasına ulaşamaz, Atatürk Kastamonu’da başına kasket geçiremezdi. Kaldı ki son Osmanlı sultanlarının hemen hepsinin derdi modernleşmeyi bir tür kurtarıcı ideoloji olarak kullanmaktı. Bana kalırsa Cumhuriyetçilerin de modernliğe yükledikleri anlam aynıydı. Bizde modernleşme ancak ve ancak şimdilerde toplumun iliklerine kadar sızmayı başaran bir derinlikte ilerleyebiliyor. Bu, Türk sağının Özal’la birlikte aklettiği yeni bir içselleştirme çabasıdır. Bu memlekete komünizmi de modernizmi de İslamcılığı da Türk sağı getirmiş ve tabii ki de hızla devletleştirmiştir. Bu çerçevede ne Demirel ne Erbakan ne de Türk sağının diğer temsilleri için bu hikâyenin dışında onlara, bir yer tahsisi mümkün değildir. İyisiyle kötüsüyle din üzerine ister kafa yorma ister onu bir şekilde bir düzene sokma ameliyesi, Türk sağının marifetiyle gerçekleştirilmiştir. Kavramlar da söylemler de yorumlar da aynı mecra içinde şekillenmiştir. Dolayısıyla… Neyse…

Türkiye’de lüks, şatafat, israf ve savurganlık telaffuz edildiğinde akla ilk dindar kesim geliyor. Eskiden Etiler ve Nişantaşı’na atfedilen yozlaşmalar, bugün türedi bir zenginlikle sınıf atladıklarını zanneden İslamcıların çocukları arasında görülüyor. ‘Bizim’ muhafazakâr psikiyatrist veya psikologlarımızın klinikleri, nerede ise bir tür günah çıkarma yeri yahut yapıp ettiklerini anlatıp vicdanlarını rahatlattıkları mabetlere inkılâp etmiş. Graham Fuller de Yeni Türkiye Cumhuriyeti kitabında buna dikkat çekiyor. Türkiye’deki Müslümanların, hiçbir dönemde AK Parti dönemindeki kadar sekülerleşmediğini; Demirel ve Özal döneminde bile bu kadar dünyevileşmenin yaşanmadığını vurguluyor. Tabii o bunu, ‘iyi bir gelişme’ gibi aktarıyor. Birileri Müslümanlardan, ‘duyarlılıklarını’ (emri bi’l-ma’ruf) ve ‘tepkiselliklerini’ (nehiy an’il-münker) mi alıyor?

Evet olayı oryantalize eden bir dil var ve bu durum sanırım hayıflanma yerine, “İşte bak ben demiştim!” havasında seyrediyor. Evet, yeni bir dünyayla yüzgöz oluyoruz. Zaaflarımız, altüst oluşlarımız, sınıfsal çelişki ve aidiyet sorunlarımız. Bunlardan hiçbirini yok sayamayız. Ancak bu gelişmelerin türedi bir geçişkenlik olduğunu da söyleyemeyiz. Birileri, İslam’ın temel ölçülerinden sapmış, dindarlığını askıya almış, dini kendi heva ve hevesleri için bir araca, bir oyuncağa çevirmeyi göze almışsa buna ne diyebiliriz ki? Güle güle ona… Geçmiş olsun hatta. Onun bu tercihlerinden dolayı muaheze edebilir, sorgular, bir cevap bekleyebiliriz ama buradan İslam adına bir fatura kesmek hiç mümkün değil. İnsanın dili kolayca bu eşleştirmelere varıyor ancak adaletten ayrılmamak lazım. Bir hadis var, ben kelamcı değilim, bu ifadelerin nerelere kadar gideceğini kestiremem ama aklı başında her Müslüman, bu rivayetin bağlayıcılığından haberdardır: Buhari’nin kayıt altına aldığı bir hadiste Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor: “Zina eden kişi zina ettiği sıra, mümin olduğu hâlde zina etmez. Hırsızlık yapan kişi hırsızlık ettiği sıra, mümin olduğu hâlde hırsızlık etmez, içki içen kişi içki içtiği sıra, mümin olduğu hâlde içki içmez.” Şimdi hâl böyleyken insanların kendi tercihlerindeki bildik sapmalar üzerinden nezih bir dine ya da o dinin mütedeyyin mensuplarına bir hesap çıkarmak ne ölçüde şık bir eşleştirme olabilir? Ancak yine de soru, hepten de haksız sayılmaz yani. Öyle ya, bugün neden bu konulardan daha sık bahseder olduk? İpin ucunu nerede kaçırdık? Aklımız başımız yerinde midir? Vicdanımız ne ölçüde duyarlı adalet duygumuz ne ölçüde devrede, muhasebe envanterimiz sık sık masaya yatırılmakta mıdır? Bu soruları mütemadiyen sormak değil, cevaplarını en başta kendimiz üzerinden sınaya sınaya ilerlemek gerekir.

Manzaraya baktığımızda Siyasi İslam yükselirken, ahlaki İslam’ın gerilediğine şahit oluyoruz, bu böyle gider mi? Bu gidişin dönüşü nasıl gerçekleşir?

Siyasal İslam ifadesinin imaları sonuçta, Müslümanların bu dünya üzerine bir tahayyüle sahip olmamalarını deruhte ediyor. Hele bu kavramla özdeşleştirilen radikal örgütler din adına ortalığı kasıp kavurunca, din de dindar da kendi dilini yeniden ayarlamaya mecbur bırakıldı. Oysa öyle değil. Müslüman her durumda elinden ve dilinden başkalarının emin olduğu insandır. Bunlar gelir geçer. Yaşama şehveti, güç kaygısı rehavetle son bulur. Müslümanların birazcık tefekkürü kendilerine çok görmeyip oturup müzakere ve özeleştiriyi seçmeleri, kendilerine yöneltilen eleştirileri gereksiz reflekslerle savuşturmak yerine onları tek tek karşılamayı tercih etmeleri sizin yana yakıla hatta kahrolarak sıraladığınız sorunların ortadan kalkması için birer milat olacaktır.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir