Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Cuma, Nisan 19, 2024

Küreselleşme ve Doğu Milliyetçiliği

Batı milliyetçiliğinde toplumsal hareketlendirici Rönesans ve Reform’dur. Burada sekülerleşmiş burjuvalar, politik anlamda güçlenmişler ve Aydınlanma, özgürlük, anayasacılık, yasalar önünde eşitlik ilkelerine dayanan bir toplum ilkesiyle hareket etmişlerdir. Doğu milliyetçiliği, Aydınlanma’nın ruhunu reddetme eğilimindedir. Burada, milliyetçiliğin taşıdığı anlam kolektif iktidar, millî iktidar, yabancı egemenliğinden kurtuluş gibi temaları içerir.

Politik Toplum-Siyasi Toplum

Türkiye’de aydınlar arasında “devlet” kavramı, Batı’da feodal düzenin yıkılmasından sonra ortaya çıkan “nation state” (ulus durumu, ayakta duran ulus) düşüncesinden hareketle tefekkür edilmektedir. “State” kelimesi “durum” anlamına gelmekte olup “statüko” ise “sabitlenmiş düzen” manası içerir. Batı’dan gelen bir kavram olarak “politika” da bu sabitliği, yani “devam eden durum-hâl” anlamını muhtevasında barındırır ve “durgunluğu” imler. Grekçedeki “polis” (kent-devlet) sözcüğü ile “ikos” (ev-yönetim) sözcüğünün birleşmesinden oluşan “politika”, antik Yunan’da pater familias statüsünü kazanmış “efendi”lerin ve modern zamanlarda burjuvaların (mülk sahiplerinin) “yönetim yolu”nu ifade eder. Bu kavramın “siyaset” kavramıyla akrabalığı bulunmadığı söylenebilecektir.

Politik toplum, sınıflara ayrışmış, mülk düzenini belli zümrelerin (örneğin kilise, soylular, toprak sahipleri, burjuvalar, kral) elinde paylaştırmış yapılardan oluşmaktadır. Batılı toplumlar Allah’a kulluk amellerinde aracılık yapan kilise nedeniyle kaçınılmaz olarak sınıflara bölünür ve ruhbanlığın “erkek tekeli” nedeniyle de bir yığın problemi bağırlarında taşır. Batılı toplumlar Yahudilik nedeniyle de ikinci bir sınıflaşmaya maruz kalmış durumdadır. Her iki sınıf da “paraya tapıcı”dır.

Siyasal toplum ise “siyaset” kavramının “seyis” sözcüğünden türetilmiş olması nedeniyle bütün fertlerin at yetiştirmek için seferber edilmesini işaret etmektedir. Dolayısıyla Müslüman Doğu’da “devlet” (D-V-L) “tedavül eden” veya “hayvan sürüsünün el değiştirmesi” anlamına gelmekte olup “daire-i adalet” denilen yapıyı imlemektedir. Yani Doğu’da “devlet” servetin tedavül etmesi esasına dayanarak kurulmaktadır. Batı’da “devlet” (State-Statüko-Durum) anlamıyla “durağan” (sınıfları muhafaza eden) bir hukuk sistemi getirir.

Mehmet Öz, “adalet dairesi”nin metnini şöyle Türkçeleştirmiştir: “Adalet dünyanın kurtuluşunu sağlar; dünya, duvarı devlet olan bir bağdır; devleti düzenleyen şeriattır; hükümdar olmadan şeriat korunamaz; askersiz hükümdar duruma hâkim olamaz; mal olmadan hükümdar asker toplayamaz; malı hâsıl edecek olan halktır; halkı padişaha tâbi kılan ise adalettir” (Öz, 2007: 533).

Ulus-Millet

Yukarıdaki izahtan hareketle Müslüman Doğu’nun “devlet” kavramıyla Batı’nın “devlet” kavramının birbiriyle çatışmalı olduğu söylenebilecektir. Batı’nın “nation=ulus” kavramı, Müslüman Doğu’nun “millet” kavramıyla da bağdaşmamaktadır. “Nation=ulus”, feodal toplumun yıkıntılarından çıkmış “devlet=state” kurgusunu taşıyan sınıflı toplumdur. Oysa “millet”, iktisadî amaçları birbirinin aleyhinde olmayan meslekî zümrelerin fazıl toplumu (adalet dairesini) oluşturma cehdinde barınmaktadır. Buna göre Müslüman Doğu’da iktisadî tabakalar (bunlar sınıf değildir), birbirine muhtaç olacak şekilde konumlanmıştır. Mülk, hiçbir meslekî zümrenin elinde birikmemekte, toplum sınıflara bölünmemektedir.

Türkiye, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ve 1946’dan sonra da demokrasiye geçen bir ülke olarak Doğu’ya ait “devlet” tasavvurunun dinamiklerini bağrında taşımaktadır. Söz konusu geçişler sırasında Batılı kurumlara dair bazı aktarımların mevcut dokuya “politik” olanı yerleştirmeyi denediği ifade edilebilecektir. Örneğin, Batı’da “parlamenter sistem”, sınıf partilerinin mecliste temsil edilmesini ve yürütmenin (iktidara geçen bir sınıfın), yasama tarafından (diğer sınıfların temsilcileri eliyle) denetlenmesini öngören “demokratik” yönetim modelidir. Türkiye, Batı’dan “parlamenter demokratik sistem”i aktarmakla beraber sınıflı bir toplum yapısına sahip olmadığı için modelin Batı’da temellendirildiği zemini inşa edememiştir.

Doğu’nun bir başka özelliği ise özel mülkiyetin sınırlılığı, toprakların hemen büyük kısmının kamuya/devlete ait bulunmasıdır. Osmanlı tarihi boyunca ordunun milletten kopuk ve “kendi için güç” pozisyonu aldığı pek çok örnek, devletin sarsılmasıyla sonuçlanmıştır. Yaşar Baş’ın da ifade ettiği gibi yeniçeriler, içte ve dışta, güç ve düzenin dayanakları olarak genelde olumlu profiller çizmişler, ancak 16. yüzyılın sonlarından itibaren ocağın yapısında bozulmalar görülmüştür. Söz konusu bozulma, yeniçeri-halk ilişkilerinin çatışmalı bir görünüm kazanmasına yol açmıştır (Baş, 2014: 324). Tarihinden ders çıkaran Türkiye’nin son on beş yıllık iktidar deneyiminde ordunun milletten bağımsız ve “kendi için güç” 
olarak hareket etme temayüllerine son verilmiştir.

Türkiye’nin Batı’dan aktarmaya çalıştığı ikinci yapı “sanayileşme”dir. Ernest Gellner, milliyetçiliğin tam bir modernleştirici ideoloji ve milliyetçiliğin sanayileşmeden türemiş bir ürün olduğunu savunmaktadır. Bu bakış açısına göre sanayileşmiş her bölge ulus ve milliyetçilik yaratır (Keucheyan, 2016: 160). Gellner’e göre modern endüstriyel dünya, insanlık tarihinde ilk kez yüksek, yazılı ve eğitimle aktarılabilen kültürün bir azınlığın tekelinde olmadığı dünya kurmuştur. Bu kültürün koruyucusu devlettir.

Modern insanın etkileşim içine girdiği insanlar artık küçük ve samimi bir “köyden ahbaplar” grubu değil anonim bir kitle toplumunun içinden çıkıp gelen, yazılı ve soyut bir yüksek kültür vasıtasıyla iletişimde bulunan devasa sayıda insan öbeğidir. Günümüzde modern insanların sahip olduğu en değerli şey yaptığı en büyük yatırım, yürütülebilir endüstriyel bir sistemin gereksinimi olan ortak yüksek kültüre erişebilirliğidir. O, bu yatırıma değer 
verdiği için milliyetçi olur (Gellner, 1998: 66-67).

Ancak yukarıda da işaret ettiğimiz üzere Müslüman Doğu’daki “millet” kavramıyla feodal Avrupa’nın yıkıntıları üzerinden doğan kapitalist toplumların “millet-nation” kavramı birbirinden farklı olgulardır. Türkiye, modernleşme sürecinde Batılı anlamıyla nation-milletleşme çabasına girmiş ise de böyle bir dönüşüme uğratılamamıştır. Bunun da birçok sebebe bağlı olduğu söylenebilecektir. Öncelikle Müslüman Doğu’da, Batı’daki gibi bir sanayileşme görülmemiştir.

Batı Milliyetçiliği-Doğu Milliyetçiliği

Süleyman Seyfi Öğün’ün Hans Kohn’dan aktarımlarına göre, Batı milliyetçiliği ile Doğu milliyetçiliği birbirinden farklıdır. Batı milliyetçiliğinde toplumsal hareketlendirici Rönesans ve Reform’dur. Burada sekülerleşmiş burjuvalar politik anlamda güçlenmişler ve Aydınlanma, özgürlük, anayasacılık, yasalar önünde eşitlik ilkelerine dayanan bir toplum ilkesiyle hareket etmişlerdir. Bunun tersine Doğu milliyetçiliği, Aydınlanma’nın ruhunu reddetme eğilimindedir. Doğu milliyetçiliğinin temel yönelişi devlet ve iman arasında otoriter bir birlik oluşturmaktır. Burada, milliyetçiliğin taşıdığı anlam kolektif iktidar, millî iktidar, yabancı egemenliğinden kurtuluş gibi temaları içerir.

Doğu milliyetçiliğinde ülke insanlarının bireyci özgürlükleri bir siyasal talep olarak ortaya çıkmaz. Doğu milliyetçilikleri dış kültürel etkilerden rahatsızdır. Batılı bir eğitim süzgecinden geçmiş olsalar da bu toplumların aydınları, akılcılığın ve liberalizmin tezlerini reddeder ve kendi tarzlarındaki yerelci motiflerle bezeli etnik-ırkçı milliyetçiliklerini savunur. İdeal bir anavatan fikri, Doğu milliyetçiliğinin vazgeçilmez tasarısıdır. Batılı milliyetçiliğe göre “millet” yurttaşların birliği olarak doğar. Önemli olan yurttaşların plebisitler, sözleşmeler ve politik oluşumlar ile birlikte yaşama iradesi göstermesidir. Bu çerçevede yurttaşların etnik-kültürel köklerinin farklı olması önemli değildir. Milletlerin doğasının evrensel birlikler gösterdiğine inanılır.

Doğulu milliyetçiliklerin temel vurgusu, milletlerin birbirinden farklı ve her milletin kendine yeterli bir oluşum olduğudur. Batılı milliyetçilikler akılcı yurttaş hakları kavramını ön plana çıkarırken; Doğulu milliyetçilikler kolektif haklar ve “ırk”ın özgün üstünlüklerini savunur (Öğün, 2000: 79-81).

Biz de Batı milliyetçiliği, Doğu milliyetçiliği ayrımının yapılabileceği kanısındayız. Osmanlı’nın çözülüşünden sonra kurulan devletler içinde sadece Türkiye’nin bir etnik temele dayanmadığı söylenebilecektir. Buna göre Osmanlı’dan kopan Arap toplulukların kurdukları devletler hariç olmak üzere yalnızca Türkiye’de “millet”, bir etnisiteye dayanmamaktadır. Balkan Harbi’nden itibaren Anadolu’ya göç eden Müslüman topluluklar farklı etnik kökene sahip oldukları halde kendilerini “Türk” olarak adlandırmaktadır. Böyle bir tanımlama, Hans Kohn’un “Doğu milliyetçiliği etnik-ırkçıdır” değerlendirmesini yanlışlamaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de “din u devlet” inancının, farklı etnisiteleri milli kimlik inşasında buluşturan, birbiriyle harman eden önemli bir bileşen olduğu ifade edilebilecektir. Bu “devlet” tasavvurunun ise “nation-state” olmadığına, “daire-i adalet/nizâm-ı âlem” vasfı taşıdığına yukarıda temas etmiştik.

Türkiye, Batı’nın tüm ekonomik-kültürel dayatmalarına rağmen “nation-state” yapısına dönüştürülememektedir. Ernest Gellner’in, “Modern ulus, modern devletle birlikte oluşan tarihsel bir kategori ve siyasal/toplumsal örgütlenme biçimidir” yargısı, Türkiye’nin “devlet yapısı”nı açıklamamaktadır. Bu anlamda Türkiye’nin günümüz dünyasındaki varlığı ne Batılı anlamda “vatandaşlık” kavramına dayanmakta ne de 
Osmanlı bakiyesi Müslüman toplumların etnik temelli devlet modellerine benzemektedir.

Kapitalizm ve Küreselleşme

Ancak kapitalizm, küreselleşme ile yeni bir dünya kurgusuna yönelmektedir. Habermas’ın da işaret ettiği gibi “Küreselleşme parolası altında dikkatleri üzerine çeken yeni gelişim, tarihi bir terkibi köklü bir değişime uğratmaktadır (…) Milletlerarası iktisat sisteminde, ticarî münasebetleri iç ve dış ticaret diye ikiye ayıran sınırları devletler tespit etmiştir. Pazarların küreselleşmesi ile birlikte bu milletler-arası iktisadî sistem, artık milletler-üstü iktisada dönüşmeye başlamıştır (…) Artık devletler ve milletler-arası münasebetlerin esas yapısını, küresel münasebetler oluşturmaktadır. Geçmişte milli iktisatlar, devlet sınırları içinde yer alırken şimdi artık devletler, pazarların içinde yerleştirilmiş durumdadır” (Habermas, 2018: 26).

Habermas’a göre küreselleşme, territoryal (yerel-bölgesel, topraksal) temele dayanan devlet sistemlerinin varlık şartlarını menfi etkilemektedir. Buna göre devletler artık özerkliğini, aksiyon kabiliyetini ve demokratik özünü yitirmeye başlamıştır. Milli devletin iktidar kaybı üç alanda ortaya çıkmaktadır: 1) Devletin kontrol kabiliyeti ve gücünü kaybetmesi; 2) Karar mekanizmasında meydana gelen meşruiyet eksikliği; 3) Devletin meşruiyet temin edici idarî ve düzenleme hizmetleri sunmada yetersizliği (Habermas, 2018: 28-29).

Habermas, Singapur, Malezya, Tayvan ve Çin’in (Konfüçyüs geleneğine bağlı Asya kültürlerinin) insan haklarına dayanan küreselleşme düzenine eleştiri getirdiğine değinir. Asyalı temsilciler “Asya’nın kendisine has değerleri”nden söz açarak siyasî topluluklarının “haklar” değil “mesuliyetler-vazifeler” sayesinde bütünlük sağladıklarını ifade etmektedir. Bu sebeple yerleşik gelenekte kök salmış ve fertlerden itaat bekleyen etik zihniyetin Batı’nın ferdiyetçi-bireyci hukuk anlayışıyla bağdaşmasını imkânsız görmüşlerdir (Habermas, 2018: 164-165).

Habermas, Asya’nın bu itirazını, “Tartışma kültürel farklılıklara dayandırılmak suretiyle yanlış bir mecraya sürüklenmiştir” ifadesiyle reddetmektedir. Habermas, Asya ülkelerine beş cepheden itiraz etmektedir:

1) Ona göre Asya toplumları, ferdiyetçi hukuk düzeninin getirilerine rıza göstermeden kapitalist modernleşmeyi başaramaz. Bunlardan biri alınıp, diğeri bırakılamaz; 2) Avrupa ferdiyetçiliğine itirazlar normatif değil stratejiktir. Kalkınma diktatörlüklerinin otoritarizmine siyasî meşruiyet temin etme çabaları, liberal özgürlük ve siyasi katılım haklarını askıya almalarına neden olmaktadır; 3) Habermas, Asya ülkelerinin ferdiyetçi hukuk düzeninin aile, komşuluk, devlet/siyaset gibi yerleşik kurumlar üzerinde tahribat yaptığı eleştirisini de ele almaktadır. Müellife göre fertler arasındaki bütünlük, toplumsallaşma süreci içinde bireyleşen kişiler arasında kurulabilmektedir. Bu durumda “komüniteryen” katkı olmadan “ferdiyetçilik” olmayacağından fertlerin hak taleplerine karşı hukuk cemaatinin taleplerine öncelik veren “Doğulu tez” çökmektedir; 4) Habermas, siyasi açıdan ise modern hukukun parçalayıcı tesirler yaptığını iddia eden eleştirinin dayanaksızlığını ileri sürer. Çünkü kalkınma diktatörlüklerinin baskı ve zulmüne karşı en iyi çözüm siyasetin hukukileştirilmesidir; 5) Habermas’a göre insan hakları düşüncesi karşısında anti-sekülerist manifestolar kaleme alınmaktadır. Oysa bu teori Batı’da mezhep bölünmeleri sonucu ortaya çıkan siyasi karışıklıkların üstesinden gelmek için başvurulan bir yoldu.

Bugün diğer kültürler de benzer problemlerle karşı karşıya kalmıştır. Kültürler çatışması artık dünya-toplumunun bünyesinde cereyan etmektedir. O halde dünya toplumunun kolektif aktörleri kültürel geleneklerindeki farklılıklara rağmen birlikte yaşamanın gerektirdiği kurallara ister istemez uymalıdır (Habermas, 2018: 165-171).

Kanaatimize göre Batı, “insan” kavramı üzerinden territoryal (mülki bölgesel) devlet felsefelerinin “vatandaş” ve “millet” kavramlarını küreselleşme düzeni yapısıyla aşındırmaya çalışmaktadır. Günümüzde kapitalizm “insan hakları” söyleminden hareketle tek tek fertleri küresel piyasanın himayesine almakta, yeni bir “dünya vatandaşlığı” icat etmektedir. “İnsan” tekleri küresel piyasanın tüketicisi kılınmak istenmekte ve milli devletlerin hareket kabiliyetleri yıkılmaya çalışılmaktadır. Batı’nın “insan” vurgusu, “kadın”, “çocuk”, “yaşlı”, “engelli” kişileri yani “zayıfları” 
muhatap almaktadır. Batı’nın bu vurgularında ısrarlı olmasındaki amacı, merkezsizleşmiş ve topraksızlaşmış küresel 
devlet aygıtına (imparatorluk) ulaşmaktır.

Tepede IMF, NATO, Dünya Bankası, BM gibi örgütlerden kurulmuş bir “monarşi” bulunması öngörülmektedir. Doğu toplumlarındaki “siyaset”in pazarlar üzerinden bütünleşmiş bir “dünya toplumu”nun emirlerine tabi olması projesi, Batı’nın “politik” tavrını oluşturmaktadır. 
Türkiye’nin Asya ve Doğu’ya bakan “devlet-millet” esaslı toplum yapısına dönüşü bir direnç alanı açacaktır.

Yararlanılan kaynaklar:
Baş Yaşar, Merkez ve Taşrada Yerleşik Yeniçeri-Halk Çekişmesi, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 2014.
Gellner Ernest, Milliyetçiliğe Bakmak, İletişim Yayınları, 1998.
Habermas Jurgen, Küreselleşme ve Milli Devletlerin Geleceği, Yarın Yayınları, 2018.
Keucheyan Razmig, Aklın Sol Yarısı-Yeni Eleştirel Düşünceler Atlası, İletişim Yayınları, 2016.
Öz Mehmet, Osmanlılar, TDV İslâm Ansiklopedisi, c: 33, 2007.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir