Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Nisan 25, 2024

Kentlileşen Dindarlık

Cumhuriyet’in kuruluşunda Türkiye’de kırsal yerleşim birimlerinde yaşama oranı %80’lerden daha fazlaydı. Yaklaşık kırk, elli yıllık süreçte bu olgunun tersine dönmesi, dindarlık biçimleri üzerinde de bazı sonuçlar doğurmuş olmalıdır. Kırda yaşanan dinî hayatın özelliklerini ortaya koymak, Türkiye’de dindarlığın kentlileşme sürecinde ortaya çıkardığı özellikleri daha net olarak açıklığa kavuşturabilir.

Dindarlığın Bağlamı

Türkiye yakın dönemde hızlı bir sosyal değişme süreci yaşamıştır. Değişimi siyasi, sosyal ve ekonomik olarak tahlil etmek mümkündür. Gerçekleşen sosyal değişimin önemli bir yönü de dindarlığın kentleşme sürecinde aldığı biçimlerdir. Bu yazı, Türkiye’de dindarlığın kentleşme sürecinde ortaya çıkan dönüşümünü inceleyecektir.

Dindarlık belirli bir sosyal çevrede farklı faktörlerin etkisi altında ortaya çıkan bir olgudur. Psikolojik ve sosyolojik yönü bulunan dindarlık olgusu, bireyin sosyal davranışının biçimlendiği bağlama dikkat etmeyi gerektirir. Daha açıkçası, dindarlığın olgusal gerçeklikten kopmadan tahlil edilebilmesi için “Birey çevreden ne kadar etkilenir?” sorusunun cevaplanması gerekmektedir. İbn-i Haldun bu sorunun cevabını, meşhur bedevîlik-hadârîlik kavramsallaştırması ve iklim teorisi bağlamında ele almaktadır. Buna göre bedevî ya da hadârî yaşam biçimleri ve iklim kuşakları bireylerin karakterleri üzerinde etkili olmakta, sosyal davranışlarına etki etmektedir. Bu etkenler uzun vadede toplumsal yapının belirgin özelliklerini ortaya çıkarmakta, yönetim biçimlerine dahi yansımaktadır.

Ünlü sosyolog Max Weber de sosyal statülerin ve mesleklerin, bireylerin dinî davranışları üzerinde etkili olduğunu savunarak yüksek sınıfların sosyal konumları gereği kurtuluş inancına meyletmeyeceklerini, bu sebeple dini kurtuluş teorilerine de ilgi göstermeyeceklerini ileri sürmektedir. Biraz da Marxçı çizginin kabullerine yaklaşarak Weber, dini kurtuluş inancının sosyal konumlarından memnun olanlara bir şey vadetmeyeceği gerekçesiyle bu sınıfların ilgisine mazhar olmayacağını düşünmektedir.

Ünlü İslam bilgini İbn-i Tufeyl de Hay Bin Yakzan isimli felsefi romanında her ne kadar esas konusu bu olmasa da çevrenin, bireyin dinî duygu ve düşüncesinin gelişiminde etkili olduğuna işaret eden imalarda bulunmaktadır. Buna göre sosyal çevre aklın üzerini perdelemediği sürece bireyin Allah inancı, doğal bir süreç olarak ortaya çıkmaktadır. Aksi durumda ise bunun tersi söz konusudur. İslam bilginlerinde başka örneklerine rastlayabileceğimiz bu bakış açısı, sonuçta dindarlığın bağlamsallığı diyebileceğimiz bir noktaya ulaşmanın mümkün olduğunu göstermektedir. Kısaca “Kutsal’ın saf bir şekilde hiçbir zaman tecrübe edilemeyeceği” düşüncesine de göndermede bulunan bu yaklaşım, dindarlığın belirli sosyal etkenler altında kurulduğunu ve sosyal etkiye açık olduğunu göstermektedir. Ancak bu yaklaşım dindarlığın sosyolojik boyutuna vurgu yapmakla birlikte dindarlığın ne olduğunu tam olarak açıklamamaktadır. Zira dindarlık sosyal çevreden izler taşımakla birlikte, sonuç olarak bireyin kendisinin kurduğu ve yaşadığı psikolojik bir süreçtir. O halde sosyopsikolojik anlamda bireyin dinden ne anladığı ve onu nasıl yaşadığı ile ilgili bir olgu olan dindarlık, tam olarak nedir? Din sosyolojisi ve din psikolojisi literatürü bağlamında sınırları oldukça zor çizilen biraz da muğlak bir kavram olarak değerlendirilebilecek dindarlık, bireyin dini ne kadar önemsediği ile ilgili, dini duyarlılığını yansıtan; duygusal, psikolojik ve sosyolojik bir süreç olarak tanımlanabilir. Burada en önemli unsur bireyin, dine ne kadar önem verdiği ve ona hayatında ne kadar yer verdiğidir.

Türkiye’nin Şehirleşme Süreci ve Dindarlık

Dindarlığın bir ölçüde sosyal etkiler altında ortaya çıktığını var sayarsak, Türkiye’de kentleşme sürecinin, dindarlığın sosyal görünümleri üzerinde etkilerinin olduğunu kabul edebiliriz. Cumhuriyet’in kuruluşunda Türkiye’de kırsal yerleşim birimlerinde yaşama oranı %80’lerden daha fazlaydı. Yaklaşık kırk, elli yıllık süreçte bu olgunun tersine dönmesi, dindarlık biçimleri üzerinde de bazı sonuçlar doğurmuş olmalıdır. İbn-i Haldun başta olmak üzere ilgili teorisyenlere kulak verecek olursak, her yaşam biçimi kendi dinselliğini üretmektedir. Ya da dinsellik, belirli bir yaşam biçimi içinde kalıba dökülmektedir. Kırda yaşanan dinî hayatın özelliklerini ortaya koymak, Türkiye’de dindarlığın kentlileşme sürecinde ortaya çıkardığı özellikleri daha net olarak açıklığa kavuşturabilir. Türkiye’de kırsal hayatın temel özelliklerinden biri, birincil ilişkilerin hâkim olduğu, içtenliğin ön plana çıktığı bir sosyal yapıdır. Böylesi bir sosyal yapıda dini hayat daha doğal, içten, duygusal yönü ağır basan bir yapı arz etmektedir. Halk İslam’ı- Volk İslam gibi kavramsallaştırmalara konu olan bu dindarlık, bir tarafıyla taklide ve şifahî kültüre dayalıdır. Ancak diğer tarafıyla da medrese geleneğinden izler taşıyan, sufi yaşam biçimleriyle iç içe geçmiş kompleks ve izahı çok kolay olmayan bir gerçekliktir.

Sosyoloji literatüründe halk İslam’ı kavramsallaştırması altında ele alınan bu dini yaşam biçimi, kimi zaman eski Türk inançlarına ve mistik inanışlara atıfla hurafelerle birlikte anılarak negatif bir bağlamda değerlendirilmektedir. Ancak kimi zaman da “Anadolu irfanı”, “Türkiye’de İslam yorumu” vb. kavramlarla pozitif göndermelerle tanımlanmaktadır. İslami literatür bağlamında “Kocakarı imanı” ile ilişkisi kurulabilecek bu dini inanış ve yaşam biçimini ilk elden hurafe ve batınîlikle damgalamak bazen olgusal gerçekliğin uzağına düşmekle sonuçlanabilir. Kırsal yaşam biçiminin karşıtı olarak konumlandırılan kentlilik; bir bakış açısına göre seçkinlik, görgülü olma ve kültürlülüğe işaret ederken, bir bakış açısına göre de geleneksel yaşam biçimlerini yok eden, yüz yüze ilişkilerin ve sosyal kontrolün çözüldüğü, dolayısıyla içtenliğin ve doğallığın ortadan kalktığı negatif bir süreci ifade etmektedir. Bu anlamda kentleşme; modernleşme ve bireycilik gibi süreçlerle iç içe geçen ya da bu süreçlerin en açık şekilde gözlenebildiği bir olgudur. Dindarlığa etkisi açısından kentleşme, geleneksel dini yaşam biçimlerinin çözüldüğü, şifahi bilgiye dayalı “hazır davranış kalıplarının” yeniden değerlendirmeye tabi tutulduğu bir süreçtir. Bu anlamda “kentlileşen dindarlık” bireyin artık bilginin öznesi olması ile yeniden kurduğu bir dindarlık biçimini çağrıştırmaktadır.

Durkheim, anomi ile hızlı değişme sürecinde ortaya çıkan değersizlik haline ve toplumsal bunalıma işaret etmektedir. Türkiye’de kentleşme sürecinde ortaya çıkan dindarlığın anlamlandırılması ve açıklanmasında “anomik süreçler” açıklayıcı olabilir. Buna göre, hızlı kentleşme sürecinde Türkiye’de geleneksel davranış kalıpları ortadan kalkmış ancak yüzyıllar içinde kurulan dinsel-geleneksel yaşam biçimi şehre uygun olarak yeniden inşa edilememiştir. Diğer bir deyişle kente “göçen” dindarlık, bu sürece hazırlıksız yakalanmıştır.

Geleneksel hiyerarşik örüntülerinden, davranış kalıplarından ve bir bütün olarak yerleşik yaşam biçiminden “kurtulan” dindarlık, şehirde kendini kısa zamanda var edememiştir. Zira modernleşme ve kentleşme sürecinde otoriteler dönüşmüş, dini otoriteler de bu dönüşümden payını almıştır. Bu dönüşümün bir kısmının kurgusal ve zoraki olduğunu gözden kaçırmamak gerekmektedir. Daha sonra Şerif Mardin’in “İmam öğretmeni geçti” şeklindeki ifadesi, Türk modernleşmesinin kuruluş aşamasında, “Öğretmen imamı geçmeli” biçiminde kurgulanmıştır. Türk modernleşmesinin sembolleri bağlamında önemli bir figür olan din adamının yerine ikame edilen “öğretmen”, dinsel hiyerarşiden uzak bir sembolik kişilik olarak inşa edilmiştir. Ancak “öğretmenin” sembolik kişiliği, toplumsal değerlerin aktarımı konusunda yeteri kadar aktif olamamış, çözülen dinsel-geleneksel değerleri inşa edememiştir.

Kentte Çeşitlenen Yaşam Biçimleri ve Dindarlık

Bireyler, sosyal kriz anlarında alışıldık şemalarına yönelir. Türkiye’de dindarlığın kentlileşmesi sürecinde bu olgu, toplumsal kesimlerin dini gruplara yöneliminde gözlenebilir. Kırdan kente göç sürecinde bireyler, kırda aradıkları sıcak ilişkileri tarikatlar ve cemaatlerde aramışlardır. Dolayısıyla Türkiye’de göç ve kentleşme bir taraftan da dini cemaatlerin oluşum ve kitleselleşmesi olarak kendini göstermiştir. Bugünlerde dini gruplara ilgili ulusal ve uluslararası siyasi gelişmeler çerçevesinde oluşan olumsuz bakış açısı aslında bu olgunun farklı bir yönünü gözden kaçırmaktadır. Şöyle ki; artık kentleşme sürecini en azından biçimsel olarak tamamlayan Türkiye’de, dini gruplara yönelim, kendi doğal seyri içinde de değişikliğe uğrayacaktır. Çünkü dinî grupların hedef kitlesinin sosyolojik özellikleri değişmektedir.

Dini grupların kentlileşen dindarlığa olan etkilerine dönecek olursak, orada karşılaşacağımız olgu, tarikat ve cemaatlerin kentlileşen dindarlığa güçlü etkileridir. Kentte dindarlık artık kitabi bilgi ekseninde, bireylerin kendileri tarafından kurulan bir olgudur. Bu aşamada şifahi kültür ikinci planda kalmakta, bilgi kanalları değişmektedir. Kırsalda din adamının sembolik şahsiyetinde toplanan dini otorite, modern yaşamın parçalı özelliğine de bağlı olarak kentte çeşitlenerek birkaç kuruma devredilmektedir. Dolayısıyla kentlileşme sürecinde dindarlık, artık dini eğitim kurumları yanında tarikatlar ve cemaatler eliyle kurulmaktadır. Kırda dinin neredeyse tek temsilcisi olan “imamın otoritesini” kanaat önderleri, din kültürü öğretmenleri, cemaat liderleri, daha yakın dönemde medya vaizleri vb. paylaşmaktadır. Böylelikle dar bir sosyal çevreden kentin çeşitlenen sosyal ağlarına dâhil olan dindarlar, kentte dindarlığı, çeşitlenen, farklılaşan ve bazen de çatışan farklı kanallar üzerinden deneyimlemektedir.

Bu olgu, kentteki dindarlığın farklı bir yönüne de işaret etmektedir. Buna göre, kentte deneyimlenen dindarlığın önemli bir özelliği, hem dinsel yaşam anlamında hem de seküler yaşam biçimleri bağlamında çeşitlilikle temsil edilmesidir. Biraz açacak olursak kırda dar bir sosyal çevrede, geleneksel bir örgü içinde sürdürülen dindarlık artık farklı tarikat ve cemaatlerin, dinsel figürlerin, dini görüşlerin birbiriyle karşılaştığı, yarıştığı hatta çatıştığı bir sosyal çevrede kurulmaktadır. Buna ilave olarak, hem dinsel yaşam biçimini önemseyen bireyler hem de dine kısmi de olsa mesafeli olan kesimler aynı sosyal ortamı paylaşmak zorunda kalmaktadır. Ancak bu çeşitlilik ilginç gerilim alanları da doğurabilmektedir. Kırda camii olan bir köyde okunan ezan bir sorun oluşturmazken kentte bazı bölgelerde ezan ya da sala bir “sorun” olabilmektedir.

Dinsel bilginin çeşitlendiği, farklı dinsel ve seküler yaşam biçimlerinin bir arada var olduğu kentin bu özelliği, bir yerden sonra dindarlığı geleneksel olarak tevarüs edilen bir yaşam biçimi olmaktan çıkarıp tercih konusu haline getirebilmektedir. Ancak bir tercihe dönüşse bile, çeşitlilik aynı zamanda bir “yarışın ve göstermenin” alanıdır. Buna bağlı olarak kentli dindarlığın biz özelliği de alternatif dinsel ve seküler yaşam biçimleri arasında kendini var edebilmek için “gösterme” zorunluluğu ile yüz yüze kalmasıdır. Daha açıkçası kentli dindarlık biçimleri, kendini diğerinden farklılaştırabilmek arzusu ile olmak yerine görünmeyi, içtenlik yerine biçimselliği sembolize edebilmekte, dinin özünden ziyade sembollerini öne çıkaran bir yapıya bürünebilmektedir. Bilgiyi taşıyan otoritelerin çeşitlenmesi, modern-seküler süreçler sonucu dinin ve dinselliğin yeniden kurulması zorunluluğu, toplulukçu kültürden bireyci bir sosyal yapıya doğru gerçekleşen değişme, kentli dindarlığın kurulmasındaki önemli unsurlardan bazılarıdır. Kentte bilgi kaynağı anlamında hem genişleyen hem de çeşitlenen seçenekler, bireye kendi dindarlığını kurma görevi yüklemektedir. Ancak geleneksel davranış kalıplarından uzaklaşmasıyla negatif olarak görülebilecek bu dindarlık, bireyin kendi muhasebesine dayalı olarak kurduğu bir dindarlıktır. Bu sebeple kentte çoğunlukla bireysel ya da mikro sosyal yapıların tercihlerine dayalı gerçekleşen dindarlık, kitabi bilgiye daha yakın ve bir yönüyle daha bilinçli bir dindarlık olarak değerlendirilmektedir. Çünkü seçeneklerle karşılaştığı andan itibaren artık dindarlığın kurulmasında bireyin aklı ve doğru ile yanlışı ayırma çabası devreye girmektedir.

Ancak yine de kır-kent ayırımına dayalı dindarlık tipolojisinin hangisinin “ideal dindarlık” olduğu tartışmaya açık bir konudur. Diğer bir deyişle kır-kent dindarlığının ideal yönü; hurafeler, atalar dini ile Anadolu irfanı, kaynaklara dayalı bilinçli dindarlık ile gelenekten kopmuşluk ve modern yaşam biçimleri ile iç içe geçmişlik arasındaki bir salınımın konusu olmaktadır. Acaba ideal dindarlık kırda aile yaşamı ile neredeyse özdeşleşmiş, gündelik yaşama taklit yoluyla da olsa damgasını vurmuş bir dindarlık mıdır? Yoksa kentte bireyin özne olarak yer aldığı ancak aileden büyük ölçüde dışsallaşmış, modern yönü ön plana çıkmış hatta bazen piyasanın konusu olmuş bir dindarlık mıdır?

Kentli Dindarlığın Bir Türevi Olarak İslamcılık

İslamcılık, kökleri Tanzimat’a kadar uzanabilecek düşünsel, siyasal ve sosyal bir olgudur. İslamcılık halk dindarlığını bir taraftan eleştirmekte ama bir taraftan da sosyal taban anlamında halktan beslenmektedir. Halk İslam’ı-Kitabi İslam ikileminde İslamcılık, kitabi İslam tarafında durmaktadır. İslamcılığın kaynaklara dönüş söylemi, hurafelerden uzak durması ve onları eleştirmesi, İslam’ı belirli alanlarla sınırlamak yerine düşünsel, sosyal ve siyasal bir proje olarak ele alması bu duruşun göstergeleridir. Hedefleri ve söylemi açısından İslamcılık, kentlileşen dindarlığın hem sonucu hem de kurucu unsuru olarak görülebilir.

Daha Fazla

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir