Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Nisan 18, 2024

Tarihçi Prof.Dr. Halil Berktay: “İslâmî hareket, Batı’da nelere itiraz ettiğini biliyor, sıra alternatifini üretmekte”

Önceki sayıda Batı dünyasında yaşanan krizlerin tarihsel kökenlerini anlatan Tarihçi Prof. Dr. Halil Berktay ile Batı dünyasına yönelecek eleştirileri ve alternatifleri konuştuk.

Geçtiğimiz ay yaptığımız röportajda, Batı ile dünyanın kalanı arasındaki kuvvet dengesinin geçmişteki kadar eşitsiz ve dengesiz (âdetâ bir uçurum şeklinde) olmadığını: dünyada Batının hegemonyası ve mirasına karşı şu veya bu ölçüde direnişlerin, sorgulamaların, kafa tutmaların baş gösterdiğini anlatmıştınız. Batı hegemonyasının zayıflamasının beraberinde getirdiği alternatif nedir ya da bir alternatif var mı?

Bir kere, dünya tarihine serinkanlı bir bakışımızın olması lâzım; farklı zamanlarda öne çıkan ve gerileyenler var, eşitsiz gelişim (İngilizcede unequal development) dediğimiz şey. İlelebed ayakta ve herkesten, her şeyden üstün kalmak olanaksız. Uygarlıklar yükseliyor ve çöküyor; onlardan beslenen başka uygarlıklar yükseliyor ve çöküyor. İnsanlık tarihinin ağırlık merkezi kâh oraya kâh buraya kayıyor. Meselâ bir dönem dünya ekonomisinin merkezi Akdeniz oluyor, sonra bir dönem Hint Okyanusu oluyor, sonra bir dönem Atlas Okyanusu oluyor. Bugün ise dünya ekonomisinin ağırlık merkezi Pasifik ekonomik bölgesi. Türkiye’de pek konuşulmuyor bu, ama Pasifik ekonomik bölgesini gözünüzün önüne getirin; bir tarafında Amerika ve Kanada’nın batı kıyıları, Silikon Vadisi, en ileri teknolojili endüstrileri; diğer tarafta ise Japonya, Çin ve Hindistan; daha güneyde Endonezya ve Filipinler… Sırf nüfuslarını düşündüğümüzde neredeyse dünyanın yarısı ediyor.

Pasifikten önce Atlas Okyanusuydu büyük coğrafi keşifler çağında, ondan önce Hint Okyanusu, ondan önce de Akdeniz… Sürekli yer değiştiriyor yani; ülkelerin durumu ve konumu da değişiyor. Sanayi Devriminin beşiği, 19. yüzyılın “üzerinde güneş batmayan” imparatorluğunun efendisi İngiltere, bugün ikinci, hattâ üçüncü sınıf bir güç. Bu değişimlerin kaçınılmazlığını ve dolayısıyla olağanlığını idrak etmek başlı başına önemli. Donmuş bir “altın çağ” idealine sarılmamak bakımından.

Biliyorsunuz, ben solcu bir geçmişten geldiğim için bir zamanlar Marksizmin ve sosyalist hareketin yaşadıkları ile bugün ister dünyada, ister Türkiye’de İslamiyetin ve İslâmcılığın yaşadıkları arasındaki benzerlikler beni çok ilgilendiriyor.

Marksizmin ve sosyalistlerin düştüğü tuzaklara, yaptığımız yanlışlara Müslümanlar düşmesin, İslâmî hareket düşmesin istiyorum.

Bir zamanlar Marksizm, belirli bir eşitlik ve hakkaniyet iddiasıyla; eşitsizliğin, baskı ve sömürünün kalmadığı bir sosyal adalet arayışıyla ortaya çıkmıştı. Her ne kadar Fransız Devrimi ve diğer 19. yüzyıl devrimleriyle kanun önünde eşitlik gerçekleşmiş veya gerçekleşecek gibi olsa da bu, yeterli değildir; sosyal ve ekonomik eşitlik olması gerekir. Politik demokrasi yeterli değildir; sosyal demokrasi olması gerekir. Diyordu ki; imtiyazlı sınıfların, kanun önünde farklı yetki veya yetkisizliklerle birbirlerinden ayrılan hukuki sınıfların ortadan kalkması yetmez, diyordu; bütün sosyo-ekonomik sınıfların ortadan kalkması gerekir.

“Marksizmin çöküşünden sonra eşitlik ve adalet arayışının temsilcisi İslamiyet oldu”

Zaman bunların birer illüzyon olduğunu gösterdi. Bunlar mümkün değilmiş, en azından bu yolla mümkün değilmiş; bir “işçi sınıfı” (?) ihtilâli ve sonra sosyalizmin zorla, cebir ve şiddetle, yukarıdan aşağı kurulması yoluyla mümkün değilmiş. Fakat şu var; 150 yıl boyunca Marksizm (veya daha doğru bir deyimle Marksist sosyalizm), bütün insanlığın gözünde değilse de önemli bir kesiminin gözünde, belirli bir eşitlik ve hakkaniyet arayışını temsil etti. Derken çöktü ve yerini başka bir eşitlik ve adalet arayışı olarak; mevcut haksızlıklardan şikâyet eden bir diğer büyük ve kitlesel ideoloji, bir dünya görüşü, bir inanç sistemi olarak İslâmiyet aldı. Ben “Batı’ya İslâm medeniyeti dışında bir medeniyet meydan okuyuşu yok” diyen arkadaşlarımın, meslekdaşlarımın bu ifadesine katılmıyorum. Ama şöyle söylenirse katılırım; Marksizmin de çöküşünden sonra, klasik liberalizm ve onun türevleri dışında alternatif ideoloji kalmadı; o liberalizmi de bir kenara koyarsak, makro planda insanlığın eşitlik, adalet ve hakkaniyet özlemine sahip çıkmaya çalışan, İslâmiyetten başka bir ideoloji kalmadı.

Peki bu, laiklerin dindarlarla ilişki kurmasını kolaylaştırıyor mu, yoksa hiç farketmiyor mu?

Kendimden örnek vermek gerekirse, Türkiye’nin en alla franca kesimlerinden ve üstelik de Marksist sol gelenekten gelen birisi olarak, ne yapıyorum bugün, örneğin İbn Haldun Üniversitesi’nde; veya neden iki yıldır 24TV’de Zeynep Türkoğlu ile program yapabiliyorum? Pratik ve kestirme cevabı şu: Çünkü İslamiyetten ve Müslümanlardan korkmuyorum; beraber olmaktan, bir toplantıda birlikte oturmaktan, bir üniversiteyi beraber dizayn ediyor olmaktan, ya da güncel olayları birlikte tartışmaktan korkmuyorum. Çünkü benim için “öteki” değil bu kişiler. Ben karşımdakileri insan olarak görüyorum, akademik olarak görüyorum, entellektüel olarak görüyorum. Ve bu her şeyin üstüne çıkıyor. Ötekileştirmiyorum, ötekileştirmediğim için de korkmuyorum. Hiçbir yabancılık veya yadırgılık duymuyorum.

Bir adım ötede, daha düşünsel bir boyut da var. Ben geçmişte Batının hegemonyasını Marksist çerçevede, Leninist bir anti-emperyalizm çerçevesinde sorguladım. Şimdi ortada doğru dürüst bir Marksist sol kalmadı. Şahsen de dünya kapitalizmine karşı anti-emperyalist bir devrim hayali içinde değilim. Fakat enteresan olan şu ki, bugün bu hegemonyanın kültürel tezahürlerini, uygarlık bazındaki tezahürlerini Müslüman entellektüeller sorguluyor. Müslüman aydın ve akademisyenlerin Batı medeniyeti ve hegemonyasını sorgulayışlarında, yirmi otuz yıl önceki kendi Marksist sorgulayışımın bir uzantısı veya benzerini görüyorum. Bu yüzden de yabancılık duymuyorum. Türkiye’nin benim içimden geldiğim kesimlerinin önemli bir bölümü, o eski Marksist sorgulamadan vazgeçtikleri gibi, onun yerine hiçbir şey de koymamış durumdalar. Olduğu gibi kabulleniyorlar, çünkü İslamiyetin “tehdidi”ne karşı bir melce olarak görüyor ve sığınma ihtiyacı hissediyorlar. Hepsi demiyorum, ama birçoğu için bu ciddi bir ihtiyaç. Örneğin Amerika’nın Trump yönetiminden önce veya sonra İslam dünyasına yaptıkları, ya da Türkiye’nin maruz kaldığı çeşitli haksızlık, müdahale veya yarı- müdahale girişimleri, eskiden olsa ve güçlü bir sol hareket olsa kıyamet kopardı, ama şu an hiç ses çıkmıyor. Çünkü Türkiye’de Kemalist, laik ve sol kesimler kendilerini o kadar yeni ve o kadar okkanın altına gitmiş hissediyorlar ki, iş dışarıdan bir kurtarıcı aramalarına kadar varıyor. Bu da Batı sorunsalına duyarlılığı büyük ölçüde yok ediyor. Bu açıdan biraz yalnız kalmış durumdayım.

Marksizmin kapitalizme ve Batı’ya meydan okumasına kıyasla, İslâmiyetin meydan okuması bugün ne durumda?

Yukarıdaki ön-açıklamalardan sonra şuna işaret etmek istiyorum; ilk röportajda da sormuştum, muarız ve muteriz olmak yeter mi diye. Yetmeyeceğini imâ ediyorum. Örneğin Marksizm, aslında sadece kapitalizme itiraz ve reddiye olarak başladı; kapitalizmin eski fotoğrafçı deyimiyle “arabı”ydı, negatifiydi yola çıktığında. Sosyalist sistemin kendisi nedir, nasıl işleyecek; kimse bunu ortaya koymaya kalkmadı, tâ 1920 ve 30’lara kadar. Kapitalizm kötüydü, çünkü özel mülkiyet ve özel mülkiyete dayalı piyasa ekonomisi kötüydü, çünkü sosyo-ekonomik eşitsizlikleri iyice çığırından çıkarıyordu. Sosyalizmin kapitalizme tepkisi böyle başladı. Ana fikir buydu; kapitalizm kötüdür özel mülkiyet, özel teşebbüs ve piyasa ekonomisinden dolayı. Öyleyse sosyalizm nasıl olacak? Marx ve Engels de dahil kimse, çok uzun süre, çok basit bazı şeylerin ötesinde, sosyalizm şöyle olacak diyemedi. Sadece şu kadarını söyleyebildiler; özel mülkiyet yerine bütün toplumun kollektif mülkiyeti olacak. Bütün toplumun ürettiği zenginlikler, küçük bir azınlığın değil, gene bütün toplumun olacak… Peki, bütün toplumun kollektif mülkiyeti nasıl bir şeydir; bunun hukuki formülü ne olacak; müesseseleri, kurumsal biçimlenişi nasıl olacak? Hiç. Piyasa ekonomisi olmayacak, kâr uğruna boğazlaşma olmayacak; ya ne olacak? Toplum, her türlü ekonomik faaliyeti gene bütün toplumun lehine rasyonel bir şekilde planlayacak… Bunun da nasıl olacağını kimse söylemedi çok uzun süre.

Hattâ bir şey söylememenin teorisi yapıldı; ortalıkta henüz sosyalist bir pratik yok(tu) ki söylensin dendi. Bir zamanların Sovyet el kitaplarında, sosyalizm sözlükleri veya ansiklopedilerinde, hattâ doğrudan Lenin’in Marx, Engels ve Marksizm konulu makalelerinde söylediklerine bakın, hep aynı şey: (mealen) “Geçmişte yeni üretim tarzı hep eskisinin bağrında beliriyordu. Sosyalizmin ise kapitalizmin bağrında (rahminde) şekillenmesi mümkün değildi(r). Dolayısıyla Marksizmin kurucuları çok genel anahatları dışında bir şey söyleyemezlerdi bu konuda. Söylemeye kalkmaları bilime aykırı olurdu, kehanet olurdu.”

“Marksizm’in Kehaneti”

Ya, öyle mi? Henüz sosyalizmin pratiği yokken gene de mutlaka kapitalizmden iyi ve üstün olacağını nereden biliyoruz o zaman? Bu sorunun Marksizmde cevabını bulmak olanaksız. Marx ve Engels sosyalizmin somut şeklini göremiyorlardı, ama gene de üstün olacağını biliyorlardı hangi bilimsellik; şimdi bu tepeden tırnağa kehanet değil mi? Bir kere muazzam bir tutarsızlık söz konusu. Fakat Marx problemin büyüklüğünün belki sadece ömrünün sonuna doğru, örneğin 1875’te yazdığı Gotha Programının Eleştirisi metninde farkına vardı. İş sosyalizmin tam nasıl işleyeceğini tarif etmeye geldiğinde, sosyalizmi kapitalizmden ayrıştırmanın ne kadar zor olduğunu görür gibi oldu. Uyardı: öyle devrimden sonra hemen kapitalizmin taban tabana zıddı bir sosyalizm olacağını sanmayın. Yumuşattı, şekere buladı bu fikri: sosyalizm kendi içinde iki aşamaya ayrılacak. İlk şamasında sosyalizm, henüz kendi ayakları üzerinde duruyor olmayacak. Bu safhada kapitalizmin birçok özelliği devam edecek. Örneğin “ücret biçimi” (the wage-form) devam edecek. Bir başka deyişle, işçiler özel kapitalistlerden değilse bile artık kamuya ait olan fabrikalardan ücret almaya devam edecek. Ama bu biçimsel görüntüye aldanmayın, zira bu artık kapitalist bir öz taşımayacak. Kaçınılmaz, çünkü bütün toplumsal hasılanın herkese kişi bazında bölüştürülmesi gibi bir ütopya pratikte olanaksız. Emekçiler millî gelirin bir kısmını (ücretleriyle satın alabildikleri) bireysel tüketim olarak, bir kısmını da (işçi devletinin bedava sağladığı eğitim, sağlık vb hizmetleri üzerinden) kollektif tüketim olarak temellük edecekler. Fakat burada bile toplum adına hareket eden kamu otoritesi herşeyi vermeyecek aslında. Bir kısmını alıkoymaya ve yatırıma dönüştürmeye devam edecek. Sakın bunu da kapitalistlerin artı-değeri kâra dönüştürmesiyle karıştırmayın; işçilerin ücretleri için olduğu gibi bu da artık kapitalist birikim değil sosyalist birikim karakteri taşıyacak… Eski Yunan Sofistlerine taş çıkartacak bu öz-biçim ayırımlarının üzerine örttüğü Hegelci retorik aracılığıyla Marx ne yapmaya çalışıyordu acaba? Sosyalizmin kapitalizmden farkını mı ispatlıyordu? Yoksa aslında pek farklı olmayacağını teoriyle kamufle edilmiş biçimde itiraf mı ediyordu?

Marx’tan sonra sosyalizm, Lenin ve Stalin’le mi ete kemiğe büründü, maddî bir gerçekliğe dönüştü?

Lenin’den çok Stalin demek daha doğru olur. Çünkü yakından baktığımızda, Lenin de bilmiyordu aslında, sosyalist ekonominin nasıl bir şey olacağı ve nasıl yönetilebileceğini. Klasik Marksist teorinin etkisiyle onda da, herşeye el koyma, toptan müsadere ve millîleştirme, sonra da eşitlikçi bölüşümcülük anlayışları hâkimdi. Nitekim 1917-21 arasına bu yaklaşım damgasını vurdu. Sonradan buna Savaş Komünizmi adı verildi; yani (mealen) “biz çalışan, işleyen bir sosyalizmin böyle olmayacağını tabii biliyorduk ama İç Savaş koşulları yüzünden bu çok geniş müsaderelere ve cebrî bölüştürmeciliğe zorlandık” demeye getirildi. Pek öyle değildi; kanımca bu da “derhal komünizm” anlayışından geri çekilmeyi mazur göstermeye yönelik bir apolojiden ibaretti.

Öyle veya böyle, 1920’ler ve 30’larda sosyalizmi asıl icat eden Stalin oldu. Devletleştirilmiş bir sanayi, ticaret ve bankacılık sektörü; o zamana kadar küçük üretimin hâkim olduğu tarımın (güya ikna yoluyla ve gönüllülükle, ama gerçekte zorla) kollektifleştirilmesi; hepsinin üzerinde, GOSPLAN’dan en aşağılara kadar uzanan emredici bir merkezî planlama sisteminin yükselmesi… Bu kurumsal “çözüm”leri Stalin önermek ve uygulamakla kalmadı; aynı zamanda teorileştirdi, Marksizm’in yeni ortodoksisine sımsıkı yerleştirdi. Öyle ki, bu andan itibaren bu model Marksizm açısından biricik doğru sosyalizm sayıldı ve bundan her sapma “revizyonizm”le bir görüldü. 1945 sonrasında Sovyet nüfuzuna giren bütün Doğu Avrupa “halk demokrasileri”nde, 1949 sonrasında Çin’de, 1950’lerden itibaren Kuzey Kore ve Kuzey Vietnam’da, ardından Küba’da tekrar tekrar aynı model, aynı dogma uygulandı. Sonuç da hep kapitalizme göre daha iyi değil daha kötü oldu. Ancak Mao 1976’da öldükten ve Sovyetler de 1989-90’da çöktükten sonradır ki, 1980’lerden itibaren Çin’de, zamanla Vietnam’da ve yakın zamanda Küba’da bile, bu katı Stalinist cendereyi esnetip gevşeten, çok daha piyasacı ve özel mülkiyetçi politikalara geçilebildi.

Alışılmış kalıpların “içeriden” dilini papağan gibi tekrarlayan bir Marksizm ve sosyalizm tarihinden, daha “dışarıdan,” objektif ve ikonoklastik bir Marksizm ve sosyalizm tarihine geçişler yapmış olduk bu suretle. Geçelim; ana konumuz olan İslâmiyet ve Batı sorunsalına dönelim.

İslâmî öncellerden gelen ve büyük ölçüde Müslüman tabanına yaslanmayı sürdüren AK Parti (en azından bazı kesimleriyle) Batı’ya alternatif bir İslâm medeniyeti arayışı içinde. Gelgelelim, nasıl sosyalizmin kapitalizmi sorgulayışı sadece bir itirazla başladı ve uzun süre (hemen bütün 19. yüzyıl boyunca) öyle kaldıysa, bugün İslâmiyet ve/ya İslâmcılık da Batı karşısında aynı durumda. Marksizmin bıraktığı boşluğu doldurmaya girişen bir eşitlik ve adalet arayışı olarak İslâmî hareket, Batı’da nelerden hoşlanmadığını veya nelere itiraz ettiğini kısmen de olsa biliyor, ama alternatifinin ne olabileceğini bilmiyor (henüz). Şimdilik bu aşamadayız. Bundan ileriye gidebilecek mi, ya da bir şeyin negatifinden hareketle pozitifini yaratalım derken benzer hatalara mı düşecek; bunu önümüzdeki onyıllarda göreceğiz.

Bu hatâlara düşmemek için Batı’nın serüvenini iyi okumak gerekiyor.

Batı’yı tartışır ve konuşurken, Batı’nın merkezde olduğu bir dünya tarihini ele alırken, nelere dikkat etmemiz lâzım?

Şimdi birincisi, başlı başına bir dil ve terminoloji meselesi var. Bu konuyu konuşurken öyle bir sözcük hazinesine başvuruyoruz ki, hepsi değer yargılarıyla sarılıp sarmalanmış durumda. Şu terimlerden kaçınmak mümkün değil: imparatorluk, emperyal ve emperyalist, kolonyal ve kolonyalist, post-emperyal ve post-kolonyal, tahakküm, hakimiyet, hegemonya. Hepsi kötü/lük yüklü; başka türlü algılanması (örneğin imparatorlukların objektif bir kategori olarak düşünülmesi) olanaksız. Devam edelim; daha uzun ibareler var: Batının dünyanın diğer köşe ve bölgelerinin üzerinde yükselişi; öteki kültür ve uygarlıkların kapılarını zorlayarak yıkması ve girip hegemonyası altına alması gibi özetlemeler, âdetâ bugün de hâlâ intikamını almaya çalışmamız gereken bir haydutluğu, bir kriminaliteyi çağrıştırıyor. Madalyonun diğer yüzünde, Batı modernitesinin eşiği(miz)e dayanmasından önceki kültür ve uygarlıkları(mız) dediğimiz anda, bir zamanlar yerli olan şeylerin yıkılmış olmasına hayıflanmaya başlıyoruz. Zalime karşı mazlum, gaddara karşı mağdur oluyoruz. Bozkır imparatorlukları, İslâmiyet ve/ya klasik İslâm diyarları, Selçuklu veya Osmanlı gibi isimler, sırf birer isim olmakla kalmıyor; kamuoyunda, medyada veya ders ortamında hep “biz”i çağrıştırıyor. 19. yüzyıl çerçevesinde alla franca ve alla turca iki sosyo-kültürel kesimi anlatıyor. Ama daha anlamlarını açıklamadan bile, ilki yabancılığı ve yabancıları, ecnebileri, Avrupalıları beyaz adamı ve onların ikincisine, alla turca’ya, yani “biz”e neler empoze ettiklerini akla getiriyor. Modernleşme ve Batılılaşma süreçlerinde, kültürel kopuş ve kırılmalar kaçınılmaz. Ama böyle kesintilerden “keşke olmasaydı” demeden ve dedirtmeden söz etmek neredeyse olanaksız. Bu da, bunların henüz yaşanmamış olduğu bir zamana geri dönebilir miyiz türü nostaljik özlemleri beraberinde getiriyor. 19. yüzyıl Tanzimat reformlarından ya da 20. yüzyıl Cumhuriyet inkılâplarından söz ederken meselâ Batı kültürü, Batı bilimi, Batı tipi okullar ve eğitim tarzı vb. dediğimizde, bazı kesimlerin zihninde pozitif, bazılarında ise negatif çağrışımlar uyanıyor.

Türkiye’nin kültürel ve siyasi kutuplaşmalarına öyle ki, bu terminoloji bizi durduğumuz yere göre bazı şeyleri mutlaka kötü, bazı şeyleri mutlaka iyi diye düşünmeye şartlandırıyor. Batı ile dünyanın kalanını karşı karşıya getirmiş olan bu tür olay ve süreçleri, sadece Türkiye’de değil, dünyanın hemen her yerinde ve hemen her dilde objektif ölçüler içinde tartışmak çok zor. Halbuki tarihte ne olduğunu analitik bir biçimde incelemek istiyorsak, objektif bir yaklaşım tutturabilmemiz lâzım. Nötr olarak yapabilmemiz lazım. Ama başlı başına terminoloji karşımıza muazzam bir engel olarak çıkıyor. Bunun içindir ki, bu röportajın ilk bölümünde ısrarla “hiçbir değer yargısı olmadan söylüyorum” demek ihtiyacını duyuyordum.

“Batı modernitesi, girdiği birçok toplumun kendi kültürüne dair pek bir şey bırakmayabiliyor.”

İkincisi, özellikle şu verdiğim “karşılaşma” örneklerine bakalım. Batı henüz çıkagelmeden, dünyanın diğer bölgelerinin modernite-öncesi kültür ve medeniyet daireleri şurada yanyana duruyor. Derken Batı gelip çarpıyor onlara; Steven Spielberg’in uzaylılarla olacağını tahayyül ettiği gibi bir encounter, bir karşılaşma, boy ölçüşme ve eklemlenme noktası oluşuyor.. Karayiplerin yerlilerine gelip çarpıyor, Azteklere çarpıyor, İnkalara çarpıyor, Kuzey Amerika’nın yerli halklarına çarpıyor; Afrika ülkelerine, Kuzey Afrika’nın Arap ülkeleri ve halklarına çarpıyor; Çin’e çarpıyor, Hindistan’a çarpıyor; Avustralya ve Yeni Zelanda’ya çarpıyor, Güneydoğu Asya’ya çarpıyor; Ortadoğu’ya ve İslâm âlemine çarpıyor, Osmanlı’ya çarpıyor, İran’a çarpıyor. Ve hakikaten, aradaki kuvvet dengesi veya dengesizliğine göre Batı modernitesi, girdiği bir çok toplumun kendi kültürüne dair pek bir şey bırakmayabiliyor pek çok durumda. Londra’da Victoria and Albert müzesi vardır, âdetâ özellikle 19. yüzyıla ve Britanya İmparatorluğu ile kolonilerine odaklanmış. Çok geniş antropoloji ve etnoloji bölümlerini içerir. İngiltere’nin sömürgeleştirdiği Afrika halklarının Batı ile temas ânından itibaren neler üretmeye çalıştıklarının, yerli kültürlerin nasıl yıkıma uğradığının ve onun yerine ne koymaya çabaladıklarının, bazen insanı ağlatacak kadar trajik ve dramatik örneklerini o bölümlerde görebilirsiniz.

Kendi dinsel inanışlarına dair ahşaptan oydukları heykelcikler kalmamıştır da İngiliz ordusunun metal artıklarından ya da Coca Cola kutularından, otomobil lastiklerinden veya başka kalıntılardan kendilerine bir sanat üretmeye çalışmışlardır örneğin. Bunlara bakarak kendi kendine acıma ve hayıflanma (self-pity) duygularıyla sürüklenmek çok mümkün. Şark olarak, Afrikalılar olarak, Müslümanlar olarak veya Türkler ve Türkiye Türkleri olarak kendimize acımamız, kendimizi tamamen mağdur ve mazlum hissetmemiz, tarihin bu dönüm noktasını tamamen bir ak-kara ilişkisi gibi görmemiz çok mümkün.

Öyle değil mi? Ya da alternatifi nedir? Batıyla temas öncesi duruma nasıl bakmayı öneriyorsunuz? İdealize etmemek mi lâzım?

Buna karşı şöyle bir tarihselliği korumakta yarar var: O tâyin edici temas ânı öncesinde dünyanın diğer toplum ve kültürleri pir-ü pak mıydılar? Zemzem suyuyla mı yıkanmışlardı? İdeal bir insanlık halini mi temsil ediyorlardı? Onların muazzam eşitsizlikleri, zulüm ve hiyerarşileri, bugün kabul edemeyeceğimiz davranışları söz konusu değil miydi? Batılılar çok zalimdi de onlar çok mu barışçıydılar? Dünyanın o diğer bölgelerinin halklarının encounter öncesindeki (veya daha uzak geçmişteki), bizim “kendi geçmişimiz” saydığımız kültürleri (bugüne göre) çok mu üstün ve ileriydi?

Çok basit bir örnek verebilirim, dil üzerinden. Günümüz Türkçesinden önce Osmanlı Türkçesi, ondan önce Eski Anadolu Türkçesi (veya Anadolu Ortaçağ Türkçesi) onun da gerisinde Çağatayca ve diğer Orta Asya lehçeleri var. Meselâ bugün hangisini tercih ederiz; hangisi bize en işlek, en zengin, en kıvrak anlatım ve iletişim aracını sunar? Bana göre, 20. yüzyılın ilk yarısının İstanbul Türkçesi; Yahya Kemal’in, Nâzım Hikmet’in ve Orhan Veli’nin paylaştığı Türkçe, belki benzersizdir bu açıdan.

Medeniyetler arası ilişkilerin, hem alanı hem vereniyle hepsini zenginleştiren bir tarafı vardır. Geç dönem Osmanlı ve Meşrutiyet Türkçesi de, Arpça ve Farsça dahil Osmanlıların etkileşimde olduğu bütün diğer kültür dairelerinden bir şeyler alarak 20. yüzyıla süzülmüştü. Gelgelelim 1930’larda öyle bir öztürkçecilik başgösterdi ki, tasfiye etmeye kalktı bu birikimi. Önemli ölçüde etti de. Yazık oldu; Türkçe bir ölçüde fakirleşti bu yüzden. Ama bugün bile, (mealen) “ne kadar eski ve geri olursa o kdar saf ve iyi olur” zannedenler mevcut. Önlerine Çağatayca bir metin veya Eski Anadolu Türkçesi ile yazılmış bir metin konsa ne kadarını anlayabilirler, çok şüpheli. Yunus Emre tek istisna bu açıdan. Kıssadan hisse, sırf bizim olsun diye saf ve bozulmamış bir geçmiş arayarak, hiçbir yabancı elin değmediği bir geçmiş arayarak nereye gidebiliriz?

Başka kültürlere de bakalım. Bazı Afrika yerlilerinin, Borneo veya Hawaii yerlilerinin geçmişinde yamyamlık var, insan eti yemek var. Aztek ve İnkalar desek, geçmişlerinde canlı insan kurban etmek var tanrılarına. Mezoamerika savaşlarının önemli bir amacı karşı tarafın soylularından, klan ve kabile şeflerinden esir alıp sonra onları kendi tanrılarına kurban etmek. Sonra belirli bir yortu, dinsel bir tören zamanı yaklaşınca besledikleri esirleri çıkarıp dolaştırıyor, çeşitli işkenceler uyguluyor, korku gösterip göstermediğine bakıyor, ölüm öncesinde erkekliğini sınıyorlar. Sonra da biliyorsunuz, rahipleri kurbanın diri diri göğsünü yararak hâlâ atan kalbini çıkartıyor ve tanrılara adıyorlar. Anlatması bile zor kan ve şiddet olayları. Ama yani İspanyol conquistador’ları, fetih taşeronları, bütün o Pizarro’lar, Cortes’ler, Aguirre’ler vb zalimdi de yerliler çok mu saf ve masumdu? Yenilmiş, ezilmiş ve kahredilmiş olmaları bu soruyu ortadan kaldırmıyor. Geleneksel Hindu kültüründe suttee veya sati âdeti var. Özellikle yukarı kast’lardan güçlü ve zengin bir erkek, diyelim bir raca veya mihrace öldüğünde, nâşı yakılırken dul karısı da kocasıyla birlikte diri diri yakılıyor. Bu da onların “bizim kendi kültürümüz” dediği şeyin bir parçası. İngiliz sömürge yönetimi 19. yüzyılda bu âdeti yasaklamaya çalışıyor. Modernite müdahale ediyor ve zorla kaldırtıyor diye, sati’nin savunulacak yanı var mı?

Osmanlı toplumunda ceza hukuku ve cezalandırma yöntemleri

Osmanlı toplumunda ceza hukuku ve cezalandırma yöntemleri olarak ne vardı; kimse bunlardan konuşmuyor. Hemen bütün cezalar fizikseldi bir kere; esire, suçluya, mahkûma eza ve cefa çektirmeyi içeriyordu. Modernite öncesi devletlerde, bizim bugün bildiğimiz hapis (belirli süreler için hürriyetinden yoksun bırakma) cezaları çok nadirdir; ya önemli savaş esirleri (fidye alınıncaya kadar) zindanda tutulur, ya (işkenceyle) sorgulanacak şüpheliler, ya da idamı bekleyenler. Başka bir deyişle, hapis çoğu zaman idama giden yolda kısa bir aşamadır. Osmanlı toplumu, kültürü ve medeniyeti de bu genellemenin dışında değil. Şiddet günlük hayatın her ânında mevcut. Cezalarda, aşağıdan yukarı uzanan bir acı ve dehşet ıskalası söz konusu. Kadılar en basit “âdi” suçlar için çoğu zaman değnek sayısına karar veriyor. Bu da falaka demek, ki başınıza gelmediyse tasavvur etmesi zordur; binlerce insan gibi ben de 12 Mart’ta yatırıldığım için biliyorum ne demek olduğunu. Bir aşama sonra, kafasını kesiyor ve mızrak ucunda dolaştırıyorlar. Oradan, kancaya geçirme veya kazığa oturtma gibi fecaatlere doğru tırmanıyor. İlkinde, balık iğnesine yem takar gibi insanı büyük ve sivri bir kancaya takıyorlar. Zavallıyı iki büklüm katlayıp bağlıyor; kancayı kalçalarından sokup böğründen çıkararak yukarı çekiyor, asıp bırakıyorlar. İkincisinin, yani kazığa oturtmanın ne demek olduğunu biliyor musunuz? Kurban her kimse, sucuk gibi bağlanıp yere yatırılıyor, uzun ve sivri uçlu, iyice yağlanmış bir ahşap kazık, bu işin tekniğini çok iyi bilen bir cellat tarafından usul usul (affedersiniz) makadından içeri sokuluyor. Hayatî iç orgnlarına hemen ölümcül zarar vermemesi, ya da büyük damarlardan birini kesmemesi, maksimum süre maksimum ızdırap vermesi gerekiyor. Belki midesine kadar makattan soktuktan sonra, şişe geçirilmiş gibi olan zavallıyı dikiyor, kazığı da hazırlanmış bir çukura gömüyor, o vaziyette bırakıyorlar. Mahkûm kendi ağırlığıyla yavaş yavaş aşağılara kayıyor o kazığın üzerinde; tersten söyleyecek olursak, kazık vücudunun içinde santim santim yükseliyor ve öldürüyor.

Batıdaki çarmıha germe yönteminin karşılığı gibi. Çarmıha germe Hıristiyanlıktan önce Roma’da vardı. O da bir medeniyetti kuşkusuz. Hem de büyük bir medeniyet. Ama işte o kültür ve medeniyet, gladyatör dövüşleri ile çarmıh germeyi de içeriyordu. Nâsıralı İsa’yı da çarmıha gererek idam ettikleri içindir ki, çarmıhın şekli, yani haç, Hıristiyanlığın kutsal sembolü oldu. Geçelim. Ellerinden, kollarından, ayak bileklerinden çarmıha çivilenen mahkûm, nasıl kendi ağırlığıyla sarkarak ölüyorduysa, kazığa oturtmada da bunun başka bir şekli söz konusuydu.

Osmanlı tarihinde saltanat uğruna kardeş ve evlât katli de var tabii; azledildikten sonra idam da edilen sadrazamlar ise onlarla sayılıyor. Durup düşünmemiz lâzım, bunların anlamını. Özel olarak Osmanlının diğer modernite-öncesi toplumlardan çok daha fazla şiddet içerdiğini söylemeye çalışmıyorum. Modernite-öncesi bütün toplumlar muazzam miktar ve biçimlerde şiddet içeriyor. Ortaçağda Avrupa’da işkencenin daniskası var. Kerpetenle tırnak çekmeler; kollarından, bileklerinden asıp kendi ağırlığıyla vücudu germeler (strappado). İşkence çarkı (rack) veya dolabına (wheel) bağlayarak vücudunu çekip uzatmak, bütün eklemlerinin teker teker kopmasını seyretmek… Orada da var korkunç işkenceler. Ama yalnız orda değil; benim söylemek istediğim, meselâ Osmanlı’da da olduğu. Şunu söyleyebiliyor muyuz: Batının getirdiği her şey yüzde 100 kötüydü de bizim her şeyimiz yüzde 100 iyiydi? Böyle bir şey söz konusu mu? Bunu demek olanaksız. Bunu hatırlatmak bakımından söylüyorum.

Daha Fazla