Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Mart 28, 2024

Avrasya: Kâbus mu Seçenek mi?

Günümüzde yaşanan gelişmelerin merkez tarihini, Soğuk Savaş’ın hemen sonrası olarak belirlemeye sanırım kimsenin itirazı olmayacaktır. Çünkü günümüzdeki gelişmeleri, 1991 sonrasının belirlediğini herkes biliyor artık.

Suriye ile ilgili başlayan Astana toplantıları Türkiye ile Rusya ve İran’ı adeta bölgesel müttefik haline getirdi. Son olarak Irak’ın kuzeyindeki gayrimeşru referandum sonrasında Irak merkezi hükümetine verilen Türkiye-İran desteği, Barzani yönetimini 2003 sınırlarına kadar geri çekilmeye zorladı. Rusya ile sürdürülen S-400 görüşmeleri ve varılan anlaşma da bağımsız politik adımlardan biriydi.

Genellikle yazılarımda kronolojik bazı hatırlatmalar yaparım. Bunu ustalarımızdan, büyüklerimizden öğrendik. Bir sonuca varırken tarih sıralaması önemlidir. Çünkü o sıralamadan, geleceğin nereye gideceğinin ipuçlarına ulaşmaya çalışırız.

Elbette ki tüm gelişmeleri en başından ele almak mümkün değildir. Ancak bir merkez tarih belirlememiz, sonrasında yaşanan gelişmeleri anlamamıza, devletlerin dönüşümlerini analiz etmemize yardımcı olacaktır. Günümüzde yaşanan gelişmelerin merkez tarihini, Soğuk Savaş’ın hemen sonrası olarak belirlemeye sanırım kimsenin itirazı olmayacaktır. Çünkü günümüzdeki gelişmeleri, 1991 sonrasının belirlediğini herkes biliyor artık.

Türk Devleti açısından da 1991 ve sonrası yarım yüzyıllık ilişkilerin en yoğun ve kalıcı bir şekilde sorgulandığı, bu eksende mücadelenin çetinleştiği dönem olmuştur. Özellikle Batı dünyası ile SSCB tehdidine karşı kurulan Atlantik ittifakı, 1990’larla birlikte Türkiye’yi de hedef alan bir stratejik saldırıya geçti.

Coğrafyamızdaki etnik ve mezhepsel zenginliği kaşıyarak çatışma merkezleri oluşturmak için kullanmayı, taktiklerinden biri olarak belirleyen bu ana stratejide Türkiye de parçalanması gereken ülkelerden biri olarak görülüyordu. Bu dönemden itibaren Türkiye’yi de parçalanmış gösteren haritalar Batı piyasalarına sürülmeye başladı.

Aynı dönemde Türkiye açısından en büyük tehdit olan Sovyetler Birliği, çökmüş/çözülmüş, bünyesinden çok sayıda bağımsız devlet çıkmıştı. Merkez devlet Rusya ise kendini toparlamaya çalışıyor ve ekonomik krizlerle boğuşuyordu. Artık bölgeyi tehdit edecek güçte değildi. Fotoğraf çok netti: Tehdidin kaynağı Batı’ya kayıyordu.

Türkiye’de birilerinin ısrarla görmezden geldiği tarihimizin tunç kanunu devreye girdi: Türk Devleti binlerce yıllık köklere dayanıyordu. Büyük bir medeniyetin mirasçısıydı. Büyük liderler yetişmiş, bağımsızlık genini tüm taarruzlara rağmen korumayı başarmıştı. Binlerce yıllık tarihin yanında 50 yıllık bağımlılık ilişkisi sarsılmaya başladı.

Kırılma noktasını 2001 sonrası Ortadoğu politikaları oluşturdu. Irak’ın işgaline hazırlanıldığı dönemde Türkiye’de artık Batı ile ilişkiler sorgulanır hale gelmişti. Bu sorgulama en fazla güvenlik bürokrasisi tarafından yapılıyordu. Bunun en çarpıcı örneğini dönemin Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılınç’ın bir açıklaması göstermişti.

Kılınç, 7 Mart 2002 tarihinde Harp Akademileri Komutanlığı’nca düzenlenen “Türkiye’nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl Oluşturulur?” konulu sempozyumda konuşmacı olmadığı halde söz alarak, “Türkiye’nin mümkünse, Amerika’yı göz ardı etmeden Rusya ve İran’ı da içine alacak şekilde bir arayış içerisinde olmasında fayda buluyorum.” sözleri kendisi “şahsi görüşlerim” dese de bir politikanın tezahürü olarak kamuoyuna yansıdı. Türkiye bölge merkezli bir politikayı tartışmaya başlamıştı.

ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003 yılı da ABD özelinde Batıyla ilişkilerimizin çokça sorgulandığı bir dönemdi. Bu durum müttefikimizin yetkililerinde rahatsızlık oluşturuyordu. ABD’nin o dönem Ankara Büyükelçisi Robert Pearson, 18 Nisan 2003 tarihinde merkeze geçtiği bilgi notunda, irtibatta oldukları kişiler tarafından kendilerine aktarılan bilgiye göre Türk ordusunda 3 ana grup vardı:

– Türkiye’nin stratejik çıkarının, ABD ve NATO ile sıkı bağlar sürdürmekte olduğunu, coşkulu biçimde olsa da olmasa da kabul eden Atlantikçiler.

– ABD ile bağları sürdürme ihtiyacına öfkelenen, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkan, hiç kimseye güvenmemeyi (lrak topraklarında kurulacak bağımsız bir Kürt Devleti’ni destekleme niyetinden emin oldukları ABD de buna dâhil) yeğleyen ve Kemalist devletin tavizsiz biçimde korunmasında ısrar eden katı Milliyetçiler.

– “Avrasya” konseptinin, Rusya’nın hâkimiyetindeki tabiatını kavramaksızın, uzun zamandır ABD’ye bir alternatif arayan ve Rusya’yla ya da Rusya ile İran’ı veya Rusya ile Çin’i içine alan iyi tanımlanmamış bir gruplaşma ile daha yakın ilişkiler kurmayı düşünen Avrasyacılar.

Bilgi notunda ABD’nin rahatsız olduğu grupların ikinci ve üçüncü gruplar olduğunu anlamak hiç de zor değildi.

Bu bilgi notundan 4 yıl sonra başlayan kumpas davalarında Milliyetçi ve Avrasyacı olarak tanımlanan askerlerin tasfiye edilmesi de bu tartışmayı alevlendirmişti. Rus basını kumpas davalarını “Türkiye’nin kutup değiştirmesi engellendi.” ifadeleriyle değerlendirilmişti.

ABD, bir hamle yapmıştı. Hatırlanacağı üzere 15 Temmuz’da ortaya çıkan TSK içine sızmış FETÖ yapılanması için ABD’li üst düzey komutanlar “müttefiklerimiz” tanımını kullanmıştı.

Evet, ABD’nin müttefiki FETÖ’cülerin tasfiyesi sonrası Türkiye adım adım bölgesel işbirliği hamlelerini atmaya başladı. 15 Temmuz’dan kısa bir süre önce Rusya ile başlayan diyalog, FETÖ’cülerin tasfiyesiyle bölgesel bir işbirliğine dönüştü. Suriye ile ilgili başlayan Astana toplantıları Türkiye ile Rusya ve İran’ı adeta bölgesel müttefik haline getirdi. Son olarak Irak’ın kuzeyindeki gayrimeşru referandum sonrasında Irak merkezi hükümetine verilen Türkiye-İran desteği, Barzani yönetimini 2003 sınırlarına kadar geri çekilmeye zorladı. Rusya ile sürdürülen S-400 görüşmeleri ve varılan anlaşma da bağımsız politik adımlardan biriydi.

Türkiye’deki liberal kesim hükümetin politikalarını “Ergenekon politikaları” olarak eleştirirken, Batı’da da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik saldırıların artması yine paralel bir şekilde yürütülüyordu.

ABD’nin PKK/PYD terör örgütüne desteğini açık bir şekilde sürdürmesi, FETÖ’cülere kalkan olunması, son olarak da NATO tatbikatında Türkiye’nin düşman grup tanımı içinde yer alması, tepki hanesine bir çentik daha atılmasına vesile oldu. Artık Türkiye’de Asya/Avrasya seçeneği daha yüksek sesle konuşulmaya başlandı.

Ekonomik bir güç olarak Asya coğrafyasının yükselmesi, günümüzün İpek Yolu olarak tanımlanan Kuşak Yol Projesi’nde Türkiye’nin stratejik önemi de bu çerçeveye oturmaktaydı.

Ancak elbette Avrasya coğrafyasını oluşturan ülkelerle olası stratejik ittifaka yönelik çekinceler de yok değil. Bu çekinceleri ülke ülke ele alacak olursak;

RUSYA: Kürt konusunda günümüzde önemsiz görünen bazı fikir ayrılıklarının gelecekte kırılmalara yol açabileceği endişesi mevcut. Örneğin PYD ile ilgili Rus politikası, Türk devlet politikasıyla çelişkiler göstermekte. Rus ordusu, Suriye’nin Afrin bölgesinde PYD terör örgütüyle ciddi bir iletişime sahip. Rusya’nın bu konudaki gerekçesi “Özelde Afrin genelde de PYD’nin işgal ettiği bölgelerde Suriye’yi bütünlük içinde tutmak amacıyla bölgedeyiz” şeklinde. Ancak yine de bu iletişimden PYD’nin de avantajlar sağladığını görmemiz gerekiyor. PYD’ye Moskova’da ofis açma izni verilmesi ve son olarak Rusya’nın bu terör örgütünü Astana’ya davet etmesi Türkiye’nin tepkisine neden olmuştu. Ancak şu aşamada bu sorun işbirliğini olumsuz etkilemiyor. Ayrıca Irak’ın kuzeyindeki gayrimeşru referanduma Rusya’nın düşük profilli bir tepki göstermesi ve bölgesel yönetimle işbirliğini sürdürmesi Türkiye’de rahatsızlığa yol açtı.

Bu ülkenin yine Türk Cumhuriyetleri ve Ermenistan üzerindeki etkisi Türkiye’nin bölge politikalarını zorlayacak nitelikte. Özellikle Dağlık Karabağ’ın işgali sürecinde Ermenistan ordusuna verilen Rus desteği hatırlanacak olursa, bu konuda da ortak nokta bulunması biraz sancılı olacaktır. Ancak bu konuda Batı’nın tutumu göz önüne alınırsa, çözümün Rusya ile daha kolay olabileceğini söylemek zor değil.

Çünkü bölgede Türkiye ve Azerbaycan ile yaşayabileceği bir sorun Rusya’yı çok fazla zorlayacaktır.

İRAN: İran’ın mezhep eksenli politikaları yıllardır bölgede rahatsız edici durumlara yol açıyor. Dikkat çekici bir şekilde Irak’ın ABD tarafından işgalinden en fazla faydalanan devletlerin başında İran’ın gelmesi, bu ülke üzerinden Suriye ve Lübnan eksenli oluşturulan Şii hilali, bölgedeki birçok dengenin Türkiye aleyhine gelişmesine neden oldu. Mezhep eksenli politikalar, bölgedeki Sünni insanların radikal, selefi terör örgütlerine kaymasında etkili oldu.

Ancak son dönemlerde İran’ın Türkiye ile işbirliği eğiliminin artması, DEAŞ, El-Nusra gibi terör örgütlerine karşı ortak mücadele eğilimi iki ülkenin de elini rahatlattı.

İran’ın Kürt kartını yıllardır kullandığı, PKK’yı dönem dönem yönlendirdiği de gündeme gelen bir konu. Genellikle iki ülke ilişkisinin gerilimli olduğu dönemde yaşanan bu olaylar, günümüzde teröre karşı ortak mücadele eğilimine dönmüş durumda. Hatta Kandil’e ortak operasyon yapılması da konuşuluyor.

Bu ülke ile ilgili bir diğer sorun, İran’daki Türk kökenli insanların yaşadığı sorunlarla ilgili. Batı dünyasının sık sık kışkırtmaya çalıştığı İran’daki Türk kökenli nüfus, yer yer isyan noktasına geliyor.

Bu konuda ileride bir sorun yaşanır mı bilinmez ama İran’daki Türk nüfus Türkiye ile Azerbaycan açısından yumuşak karınlardan biri.

Sonuç olarak Avrasya’nın iki dinamik ülkesiyle iletişim, stratejik işbirliğine döner mi bilinmez ama siyasal, ekonomik, askeri ilişkilerin adım adım kuvvetlendiği bir gerçek. Bu ilişkinin stratejik işbirliğine dönüşmesinin aşamalarını da Suriye, PKK/PYD terörü gibi konuların belirleyeceği aşikâr.

Daha Fazla