Yörünge Dergisi

"Türkiye’nin Entelektüel Aklının Buluşma Noktası"

Perşembe, Nisan 25, 2024

Tarihçi Prof.Dr. Halil BERKTAY: “Batı Dünyasında Bir Vizyon ve Liderlik Krizi Var.”

Son dönemde Batı dünyasında yaşanan krizlerin tarihsel kökenlerini merak edenler için Tarihçi Prof. Dr. Halil Berktay, Hande Yücel’in sorularını yanıtladı.

Günümüzde dünya yoğun bir kriz sürecinde. Bu hali oluşturan, bir yanda Batının krizi, diğer yanda ise modern dünya sistemi içinde yer alan diğer ülkelerde patlak veren tekil, tikel krizler (ki bunlar da belki bir noktada küreselleşmenin, dolayısıyla son tahlilde Batının yol açtığı krizler gibi düşünülebilir). Öyle veya böyle; insanlığı bugün yaşadıklarına getiren sürecin tarihsel arka planında neler var?

İlk olarak altını çizmek istediğim husus; bu dar anlamda bir siyaset meselesi de değil, dar anlamda bir medeniyetler meselesi de değil. Dinler, medeniyetler, siyasal formasyonlar (devlet veya imparatorluklar)… Hepsi bir arada ve bu kademeler arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusu. Hem birlikte düşünmek, hem de ayrıştırabilmek lâzım.

Kabaca bundan 500 yıl kadar önce, Batı diye bir şeyin ortaya çıkması ve giderek dünyanın diğer bölgelerinden, diğer uygarlıklarından, diğer kültür dairelerinden üstün bir konuma yükselmesi diye bir süreç yaşanmaya başladı. Belki 1450’lere, 15. yüzyılın ortalarına kadar yatay bir dünyadan söz edebiliriz. Derken o yatay dünya giderek dikey bir dünyaya dönüştü. Yatay bir dünya derken, şöyle bir şey kastediyorum; modernite öncesinde, yeryüzünün çeşitli köşelerinde belirli ekolojik nişlere oturan bazı kültür ve uygarlık daireleri söz konusuydu. Uzakdoğu’da (veya Doğu Asya’da) Çin, Japonya, Kore; Güneydoğu Asya (Hindiçini); Güney Asya (Hindistan ve Hint Okyanusu); İslâmiyet öncesi Ortadoğu ve 7. yüzyıldan başlayarak İslâmî Ortadoğu; Hıristiyanlıkla yoğrulmuş bir Ortaçağ ve Yeniçağ Avrupa uygarlığı; Batı Afrika krallıkları; o sırada “Eski Dünya”da (Avrasya topraklarında) yaşayan kimsenin varlığından haberdar olmadığı, İnkalar, Mayalar, Aztekler gibi Orta Amerika (Mezoamerika) uygarlıkları… Bu yatay dünyanın özelliği şuydu: her bir kültür dairesi kendi eko-kültürel ortamında vücut buluyordu. Diğerleriyle teması sıfır değildi; birbirlerinin farkındaydılar yani. Faraza Marco Polo Venedik’ten kalkıp Çin’e gitmişti ailesiyle birlikte; ya da Endonezya’dan baharat yüklü gemiler yola çıkıp Hindistan’a uğruyor ve oradan Kızıldeniz’e giriyor, Süveyş’e, İskenderiye’ye kadar çıkıyorlardı. Kristof Kolomb yola çıktığında Çin’in üç aşağı beş yukarı nerede olduğunu biliyordu. Bilmediği bir şeyler vardı; ama “batıya yelken açarsam Dünya yuvarlak olduğundan dönüp dolaşıp Çin’e gelirim” varsayımı hiç de hatâlı bir varsayım değildi aslında. Kaldı ki bazıları birbirleriyle daha da yakın temas içindeydi — Haçlı Seferleri, ya da gene Ortadoğu İslam uygarlığı matrisinden yükselen Osmanlı İmparatorluğu ile Avrupa’nın ilişkileri gibi. Fakat birbirlerinin varlığını hayatî ve tâyin edici bir şekilde etkilemiyor veya tehdit etmiyorlardı. Şöyle basit bir test yapabiliriz; hangisi en güçlüydü diye sorsak, doğru cevabı sadece her birinin kendi köşesinde en güçlü olduğu olabilir. Hayalî bir güç egzersizinde, Hıristiyan Avrupa Ortaçağ uygarlığı ile Çin’i veya Hindistan’ı dövüştürüp hangisi üstün gelecek diye bakmak mümkün değildir. Her birinin bir efektif eylem yarıçapı vardı; örneğin Osmanlının efektif eylem yarıçapı batıda Budapeşte’ye ve doğuda batı İran’a kadar uzanıyor, daha ötesine geçemiyordu. Dolayısıyla sorunun doğru cevabı şu oluyor; her biri kendi nişinde, kendi efektif eylem yarıçapı içinde “en güçlü”ydü. Bu anlamda dünya, yatay bir çizgi üzerinde aralıklı olarak yer alan ve herhangi biri diğerlerinden daha yukarıda olmayan yanyana kubbeler ya da yarım kürelerden oluşuyordu.

1450-1500 dolaylarından itibaren yeni ve farklı bir şey olmaya başladı. Modernite öncesinin bu büyük yerel uygarlıklardan biri ve sadece biri, diğerlerinin üzerinde yükselişe geçti. Diğerlerini adım adım kendi yörüngesine aldı, kendi etekleri etrafında topladı. Tabii bu, dört beş yüzyıllık bir süreç. Küçük küçük ve birbirinden bağımsız tepeciklerin yerine bir büyük dağ oluştu ve diğerleri ona eklemlendiler; onun yamaçlarına yapıştırıldılar âdetâ. Batı diye yükselen o büyük dağın yörüngesine girdiler, eteklerine dönüştüler de diyebiliriz. Önce bir Avrupa merkezli deniz imparatorlukları aşaması yaşandı; Kristof Kolomblar, Macellanlar, Amerigo Vespucciler, İspanyol conquistador’ları (fetih taşaronları)… İlk olarak Atlantik’in, arkasından Pasifik’in keşfi ve fethiyle, İspanya ve Portekiz, derken İngiltere, Hollanda ve Fransa deniz imparatorlukları kurulmaya başladı. Bu safha, bu ilk atılım 150 yıl kadar sürdü, 1500-1650 arasında. Ancak adım adım ilk hızını, momentumunu kaybetti. Çünkü dünyanın o teknolojiyle, o çağın ağızdan dolma ateşli silahları ve ahşap yelkenli gemileriyle ele geçirilebilecek kadarını ele geçirdi Batılılar. 17. yüzyılın ikinci yarısı ile 18. yüzyılda bu büyük Avrupa-merkezli denizaşırı sömürge imparatorlukları bir parça yerinde saydı. Derken 19. yüzyıl sonlarında yeni bir sıçrama yaptılar, 1870’lerden itibaren. Buna Yeni Emperyalizm Çağı ya da Modern Emperyalizm Çağı diyoruz. Sanayi Devrimi teknolojisi sayesinde yeni bir dizi imparatorluk araç gereci geldi; arkadan (mekanizmadan) dolma ateşli silahlar, uzun menzilli ve patlayıcı konik mermi atan toplar, buhar makinesiyle donatılmış çelik gövdeli savaş gemileri, makineli tüfekler, tıbbın yeni olanakları, demiryolları, telsiz, telgraf vesaire. Özetle, bütün bir buhar ve çelik uygarlığı. Bu da yeni bir patlamaya yol açtı. 1870-1914 arası, aslında Batı ile dünyanın kalanı (the West and the Rest) arasındaki kuvvet eşitsizliğinin doruğu oldu; uçurum en fazla orada açıldı. Nitekim yeryüzünün Avrupalı devletler tarafından elkonmuş, mülk edinilmiş alanı 1800’de yüzde 39 dolayından 1900’de yüzde 80’in üzerine sıçradı. Şöyle de diyebiliriz; yeryüzünde paylaşılmamış, sahipsiz toprak kalmadı. En ücra Polinezya adasına kadar her yerin artık çok muhtemelen Avrupalı bir sahibi, bir maliki vardı. Dünyanın teritoryal paylaşımı tamamlandı. Ama artık o dönemden çok farklı bir durumdayız.

Sömürge döneminin bitmesi, Batının hakimiyetinin bittiğini göstermiyor ama, öyle değil mi?

Devamı Yörünge Dergisi 2. Sayısında (Kasım/2017)

Daha Fazla